Hafızamız yeter mi?
İlk kez de dinlesem hafızamda koca bir yer açardım Hrant Dink’e. Onun insandan vazgeçmeyen umudundan utanarak.
19.01.2022
Toplumsal takvimi birbiri üzerine binen katliam, cinayet, suikast anmalarıyla dolu bir ülkede hafıza dediğin tonluk bir ağırlık. Tuhaf bir şekilde kalbini özgür bırakabilmenin yolu, o ağırlığı sırtlama kararlılığınla bağlantılı. Böyle bir yük olduğunu kabullenmenin ve omuz vermenin sözüne bağlı. Kaçmamana. Ne yükten ne kendinden.
Hafıza Yetersiz – Hrant İçin Bir Film Ümit Kıvanç’ın, sözü doğrudan Hrant Dink’e bıraktığı belgeselinin adı. Kavramları günlük hayat nesnesi yakınlığına getiren Kıvanç’ın çözülmemiş, çözdürülmemiş bir cinayet davası on beşinci yılını doldururken, sözü ve özü sebebiyle öldürülmüş bir insanı, o boşluğun içerisinden çekerek hak ettiği yere, yeniden hayatın tam ortasına koyma çabasına tanıklık ediyoruz. Bu aynı zamanda hafızasında Hrant Dink’le ilgili tek bir anı dahi olmayan yeni kuşaklar için de onunla ilk elden tanışma fırsatı demek.
Filmin adının hikâyesi Ümit Kıvanç’ın dünyaya bakışını ve yıllarını geçirdiği biricik bir dostun topluma anlatılacak yanına dair önceliğini gösterir nitelikte. “Filmde bir sekans var, orada Hrant Dink'in arkasındaki bilgisayarda “memory is too low for word” (word programını açmaya hafıza yok) yazıyor; ben onu sözlere yer yok gibi algıladım. Belgeselin ismi de oradan geliyor” diye anlatmış kısaca. Ömrünü en zorlu tabuları dert anlatır edasıyla yıkmaya adamış bir insanın tam bir saate sığan koca birikimine bakınca daha da söyleyecek söz kalmamış hakikaten duygusunu derinden hissediyor insan. Tersi de geçerli elbette. Bunca deneni anlamayanlara sarf edilebilecek ilave tek bir söz de yok.
Hafızaya anahtar olmak
Evrensel gazetesi için Meltem Akyol’la yaptığı söyleşide hafızanın yeterliliği kısmına şöyle açıklık getiriyor Ümit Kıvanç: “Türkiye’de, aslında toplumsal psikolojinin temelinde yatan ve genel ruh halini kuşaklar boyu belirlemiş, hâlâ belirleyen bir çatlak, bir yarık, bir eksiklik, eksiltmişlik, haksızlık etmişlik duygusu, topluca gizlenen bir büyük suçun azabı, yokmuş gibi yapılır ya da aksi iddia edilirse hayatımızda rol oynamayacak, hiçbir şeyi etkilemeyecekmiş gibi davranılıyor. Oysa her an her şeyimizi belirleyen eğretilik, kendimize güvensizliğimiz, kendimizden başka herkesi düşman sayıp onlardan çekinmemiz, korkmamız, bu meseleyle ilgili. Resmi-egemen ideolojik hegemonyanın ve gerçek iktidar ittifakının sürmesi bu amaçla hafızanın iptal edilmesine bağlı. Hrant, bu hafızayı uyandırabilecek, kilidi açabilecek üslubu bulabildiği için onun varlığına tahammül edilemedi. İdeolojik iktidarın bekası hafızanın iptaline bağlı bu memlekette. Bu tabii aynı zamanda ciddi bir çıkar ittifakı. Hafıza kilit yani. Ya da anahtar, nasıl görürseniz. Ben daha çok, Hrant’ın sözünü idrak edebilmek için hafıza yetersiz, demek istedim.”
Hafızaya anahtar olmaya kalkışmak yürek isteyen bir iş. Bunun için önce kendi hikâyeni de çırılçıplak ortaya koyman gerekiyor. Çünkü tezlere karşı çıkılabilir, fikirler tartışma konusu yapılabilir, kanaatler oluşturulup bozulabilir ama kimse bir insanın kendi hikâyesine karşı koyamaz.
Hrant Dink, Türk ve Ermeni halklarının birbirini anlama ve şifa bulma yolunu “bellek değiş tokuşu, konuşma, diyalog ve bunların olmazsa olmaz koşulu ifade özgürlüğü” diye tanımlarken insan hikâyesinin bu biricik gücüne güveniyordu. Çünkü bellek değiş tokuşu dediğin, birbirine hikâyeni emanet etmekle eşanlamlı. Hrant Dink hayatı boyunca yaptığı şeyi, Kıvanç’ın özenle, incelikle damıttığı bir elekten akarak bir kez daha yineliyor. Büyük bir sabırla ve anlaşılacağı inancıyla bize meramını anlatıyor. Bu noktada o sözlere söylendikleri zaman tanık olanlarla, onu konuşurken ilk kez dinleyecekler arasında algı açısından kaçınılmaz bir fark yaşanacak. Hayattan birlikte geçenler için çağırdıkları bir hafıza söz konusu ve elbette o hafızanın oluşmasında pay sahibi kan dondurucu bir on beş yıllık mesafe. Sözü silahla susturulmuş bir insanın kaybolmuş gölgesinde cascavalak kalmış bir ülkenin resmi var gözümüzün önünde. İlk kez dinleyecekler içinse karar bu sözleri ve sözün sahibini hafızaya kaydedip etmemekle ilgili. Hafızada yer vermek demek, o anının gerektirdiklerini sırtlamak da demek ne de olsa. Bilginin sorumluluğunu omuzlarına almak. Yer açılabilecek mi hafızada Hrant Dink’e?
Benim yanıtım evet olurdu. İlk kez de dinlesem hafızamda koca bir yer açardım Hrant Dink’e. Onun insandan vazgeçmeyen umudundan utanarak. Doğrudan tanımış olmayı dileyerek. Araştırarak, dayanamayıp herkese anlatmaya başlayarak. O noktada artık miras kalmış bu birikimi sözün sahibine eşlik eden gündelik hayat görüntüleriyle ses, renk ve imgelerle katmanlaştıran Ümit Kıvanç’a da minnettar olurdum. Bana nasip olmamış bir buluşmayı, zamanı ve mekânı aşarak sinemanın dilinden mümkün kıldığı için.
İlk kez dinlemiyorum ama. Hafıza dediğin kişisel kayıt ve çentik deposu. Hrant Dink’le yıllarca hayatı üleşmiş, onun Agos idealine emeğiyle ilk günden ortak olmuş bir insan için böyle bir filmi yapmak demek, acının ve kaybın orta yerine balıklama atlamak ve bir kez daha boğulmayı göze almak demek. “Ancak şimdi yapabildim” dediğinde neyi kastettiğini iliğimden biliyorum. “Ben, Hrant’la beraber gazete çıkarmış, arkadaşlık etmiş, onu hep varsaymış, dünyayı da hep onunla birlikte varsaymış biriyim. Kolay mı haftalar, aylar boyu onun o hepimizi kahrederek elimizden alınmış aurasıyla gün geçirmek? Ancak şimdi yapabildim” deyişi bundan Ümit Kıvanç’ın. O böyle dediğinde yıllar öncesinden hafızama kazınmış, gerçek hayatta hiç çekilmemiş an fotoğraflarından biri canlanıyor gözümün önünde. Ümit Kıvanç, tavanı akan izbe bir çatı katında tam bir deli inadı ve cesaretiyle girişilmiş Türkiye’nin ilk haftalık Türkçe-Ermenice gazetesine mizanpajla karakter kazandırmakla meşgul. Bilgisayarının önünde ürkütücü bir ciddiyetle oturuyor. Deneme yanılma usulüyle hareket edildiği ve yolda düzülen kervan misali neyin nasıl yapılması gerektiğinin en çok da hatalardan öğrenildiği o acemilik günlerinde saçını başını yola yola içeriklere de bakıyor. Kimsenin görev tanımı yok. Bir beklentisi de. Yılların profesyoneli bir tasarımcı bir alay amatöre derdini anlatmaya çalışıyor. Sadece su bardağıyla ikram edilen çay karşılığında. Ha bir de ömrü ne kadar olacak diye bahse girilmiş bir gazetenin prova baskılarından yapılmış kâğıt toplarla oynanan maç karşılığında.
‘Bir kez daha anlatayım’
Hafızası yetenler için epey zor bu karşılaşma. Çünkü o sözleri sarf edildikleri anda işitmişiniz. Kerelerce dinlemişsiniz bu insanı. Akıl almaz iftiralarla kuşatıldığında, nefesi kesilecek denli bunaltıldığında attığı voltaları görmüşsünüz. İsyanla bağırışına, tevekkülle susuşuna şahit olmuşsunuz. Ümit Kıvanç, hayatımızın orta yerinden koparılmış bir varlığın tek başına cisimleştirebildiği tarihi bugüne taşırken, tersten bakıldığında koca bir boşluğun da dile gelmesini sağlamış. Bu açıdan belgesel, öldürülüşünün 15. yıl dönümünde “15 Eksik Yıl” sloganıyla anılışına da denk düşüyor. Çok şey eksik. Aranmayan ve dolayısıyla bulunmayan adalet, onarılacak tarihe dair inanç, farklı bir geleceğe dair umut. Gel gelelim Hrant Dink’in sözleri olduğun yerde çöküp kalmana da izin vermez bir hayatiyette. O son âna kadar inanmaktan ve ummaktan vazgeçmemişse, senin başka türlüsüne gönül indirmen o sözün ta kendisine ihanet sanki.
Hrant Dink’i bunca kıymetli ve o oranda tehlikeli kılan şeylerin başında karşısındakinin onurunu gözeten insanlığı ve betonu delecek sahiciliği geliyor. Sadece size konuşuyor sanki bu insan. Gözünü gözünüze dikmiş, elleri sanki her an sizinkini tutacakmış gibi hareketli, yüzünün her bir kası ve mimiği sözünün peşinde capcanlı bir varlık. Sözünün ta kendisi bir varlık. Diyeceklerini bitirip sustuğunda da sözü devam eden bir insan. Nefes alışını, dalıp giden bakışını da konuşmasına dahil kılan bir anlatıcı. Anlaşılmak denen şeyin o ne kadar mahir bir hatip olsa da günün sonunda karşısındakinin anlama niyetine bağlı olduğunu bilen uslanmaz bir mücadele insanı. Buna rağmen son nefesine kadar “Bir kez daha anlatayım” demekten kendini alıkoyamamış, en acı gerçeklerin talibi bir hayalperest.
Onun hayal ettiği Türkiye yok. Olsa zaten o da yaşayabilecekti. Aksine, bu cinayeti de ödeşilmemiş resmi tarihin uzantısı kılan zihniyet kendi bildiğini okuyor. Bunu yaparken de hafızası hiç yetmeyecek olanlara güveniyor. Çünkü hatırlamak, sorumluluk dayatan, ödeşme talep eden bir edim. Onların varlığı bu karanlığı sürdürülebilir kılıyor en çok.
O yüzden de hafızamız yeter mi, diye bir soru kalıyor geriye. Kalbimiz yeter mi? Hafıza dediğin zihin değil, yürek işi. Hatırlamaya gönlü ve cesareti olmakla ilgili. Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığından da Ermeniliğinden de taviz vermeden yaşamak istemiş bir insanı toprağında sağ koyamamış olmanın azabını hissetmekle ilgili. Yoksa arşivlerde belge avcılığıyla, siyasi manevralarla, göstermelik maskaralıklarla olacak iş değil. Atalarının acısına, bu topraklardan varlığı silinmiş bir halkın yasına ortak arayan, bu ortaklıktan barış içinde bir gelecek tahayyül eden bir insanı anlama ve hakkını teslim etmekle ilgili. “Haddimi aşan bir cesaretle yaklaştığımı da düşünüyorum sorunlara” dediğinde, bu had kelimesine dikkat ederek ‘Ne neden kimin haddi?’ diye kendi kendine sormakla ilgili. Türkiyeli ve Ermeni olma halini “Ben dedim en iyisi bıçağın üstünde kalayım. O benim için en güvenilir yer” diyen bir insanın kendi yarattığı lügatine kulak vermekle ilgili. Çünkü o bize “Karşısına çıktığım insanların beni dinleme tahammüllerini hesaba katarım. Onların incinmemesi için elimden geleni yaparım” demiş biri. Saçının teli incitilmemesi gereken biri. Hafızanız yeter mi?