Hafızanın manzaraları

Hafızaya kazınan anlar hep bir manzara ânı. Sahibi değilsin, her şeyiyle sensin bu.

KARİN KARAKAŞLI

15.08.2022

Eşin dostun “Nereye gidelim?” sorusuna verilen teklifsiz, kendiliğinden karşılıktır bazen: “Bilmem, şöyle manzaralı, ferah bir yer olsun.” Akışın kırılacağı, günlük rutinin dışına çıkılacak bir yer ve zaman tarifi. Kısacık ama dopdolu bir itiraf.  
 
Aslında herhangi bir mekân adı vermek yerine manzaralı, ferah bir yer dileyen kişi, kendince imdat çığlığı atıyordur. “Çok bunaldım, yıldım bu tekdüzelikten. Bu çarkı kırmak istiyorum” diyordur. Duyabilene kendince çok şey söylüyordur.
 
Çark, içindeyken fark edilen bir şey değil. Sistemin dönmesi açısından da böylesi makbul. O nedenle bir çarkın içerisinde biteviye dönenip durduğunu hissettirecek her tür uyanış itinayla önlenir. Okulun dönem araları, iş hayatının izinleri var. Sonra ne bileyim hepsi aslında bir başka şartlanmışlığın, yönlendirmenin ürünü olan hafta sonu kaçamakları. Ergenlikten, yetişkinlikten, yaşlılıktan, toplumsal cinsiyet rollerinden beklenenler yazılı. Sen hep tercihte ve seçimde bulunduğunu sanırsın. Hatta muhalif olduğunu. Sistemi rahatsız edeni yaşatmazlar oysa. Bedel ödemeden salınacak yerin varsa, anla ki oyunun bir parçasısın.
 
Ta ki o şablon kendini bir şekilde açık edene kadar… Genelde ne kadar kırılgan bir hayata sahip olduğumuzu gösteren şeyler ağır bir hastalık, ölüm, doğal afet, savaş ve hakkaniyet duygunu örseleyen herhangi bir keyfi saldırıdır. O zaman anlarsın, hayat diye yaşadığının başkalarının izin ve onay verdiğince kalıba dökülmüş koca bir yalan taslak olduğunu.
 
Taslakları yırtmak gerek. Parça pinçik etmek. Vazgeçilmez sandıklarını ellerinle teslim etmek. Çünkü sahip olmak bir yanılsama. Çünkü beş yıllık kalkınma planları seçilmiş esaret. Hayatın seni şaşırtmasına izin vermekle başlıyor her şey. O şaşırma payı bazen acıyla kalakalmak, bazen şansına inanamamak. Hepsi hayata dair. Hepsi hayata dahil.  
 
“Tam yerine rast geldi. Manzara koyduk”
Manzara taslakla gerçeği ayıran sınır. Üstelik oyunbaz bir sınır. Nasıl da dingin görünür manzara resimleri. Sanki hep bilgisayarın masa üstünde ya da oturduğun yerin yanı başında öylece arka fon olarak duracak. Bakmayın öyle huzurla, tatille özdeşleştirildiğine. Manzara ihtiyacı tekinsizliktir de aslında. Onu fark ettiğin anda başlar değişim. Bazen bir ormanın türlü tonda fosforlu yeşil manzarasına, ağaçlıklı yol sığınırsın, bazen bozkır sonsuzluğuna, bazen ufuk çizgisi gökyüzüyle dans eden ve türlü hâle bürünen denize, bazen parlak yıldızlarıyla ışıldayan bir çöl gecesine. Sonuç fark etmez. Farklı bir yerde olma ihtiyacı, uyanışı da beraberinde getirir. Ve uyanan insan her şeyi yapmaya kadirdir.
 
Evler ve tatil yerleri “deniz manzaralı” diye pazarlanır. Elbette bu bir konum tarifi. Gel gelelim, manzarayı yaratan esasen insanın bakışıdır. Sen bakmazsan orası manzara olmaz. Deniz ve mesken birbirine yakın mesafede iki ayrı yer olarak kalır. Ya da şiirle ifade edecek olursak İlhan Berk’in “Gökyüzü” şiirinde dediği gibidir:
 
Manzara uyanır doğrular kendini
Neden sonra gökyüzü gelir
Aynasını tutar.
 
Tersten ilerlersek, manzarayı görmek için her seferinde büyük maceralı yolculuklara çıkmak da gerekmez. Manzara belki de günlerden bir gün elinde kahven kenarına iliştiğin geniş pencere pervazından bakarken içine doğan anlık histir. Ya da gece yağmurun tıp tıp ettiği çatı penceresinde bir anda beliren hayali bir görüntüdür. Manzara bazen rüyanın içerisinden göz kırpar. Hiç gitmediğin, görmediğin ama bir o kadar tanıdık gelen bir yer olur ruhuna.
 
Manzara bazen bir uzun yol üstü durağıdır. Çay içmeye inmişsindir molada. Ama yeniden otobüse bindiğinde aynı insan olmazsın. Manzara içine doğmuştur. Ne istediğini kendine fısıldarsın.
 
Hadi kelimenin doğasına dönelim bu noktada. İsmiyle anılan tüm o resim ve fotoğrafları göz önüne getirdiğimizde manzara, esasen perspektiftir. Sana bir karşıdan bakma mesafesi kazandırır. Ya da şairin deyişiyle “tepeden bakarsın aziz şehrine.”
 
Özünde bir algı yanılsaması yaratan tekniğin aynı zamanda derinlik hissi vermesi tuhaf iş. Üç boyutlu nesnelerin görünümünü düz bir yüzeyde iki boyuta indirgeyerek göstermeye yarayan bu izdüşüm tekniğinde, asıl büyüyü hep nesnenin gözlemciye göre konumu ve uzaklığı belirler. Bir yanılsama hakikatin olur, seni içine çeker.
 
Dünyaya manzara niyetine bakmak, pek çok şeyin adının konulmasına yarar. Manzara mesafe, manzara berraklıktır. Her şeyi tabir caizse tabak misali önünde serilmiş görürsün. Ve artık bilmenin sorumluluğundan kaçamazsın. Zaten tam da bu yüzden mecburen dönüşürsün.
 
Kuşbakışı denilen şey zaman ve mekândan özgürleştirir insanı. Ezel ve ebedin içerisinde bir zerrecik olarak hizalandırır. Tuhaf ve hassas dengeli bir denklem bu; bir yandan ne kadar biricik olduğunu, benzersiz bir hikâyeyle hayata kendince katıldığını anlarsın diğer yandan da süregiden bir sonsuzluğun içerisindeki faniliğini.
 
Yazık ki insan kaçak güreşmeye meyyal. Ne de olsa manzaranın gösterdiği gerçek hareket zorunluluğu dayatıyor. Görmek neyse de bir de gereğini yapmak var hayatta. İşte o kısmı çoğumuza zor geliyor. Çarkların böyle rahat dönebilmesi biraz da bu korkumuzdan. En tüketici çarkın dahi o bilindikliği, alışıldıklığı içerisinde ön görülemez yenilikten daha az korkutucu olmasından. Ta ki taşıran damlaya kadar…
 
Manzara da her şey gibi insan onunla ne ederse o olacak bir kavram. Manzara mesafesini, başkalarını belli bir hizada tutmak, yaralanmayasın diye dibine sokmamak için de kullanabilirsin. O zaman manzara dediğin yüzeyselliğin adı olur. “Ontolojik Mesafe” şiirimde anlatmaya çalıştığım gibi:
 
Gördüğünde beni, bir adım geri dur
koruyalım ontolojik mesafemizi
Olur ya, kendine yenilirsin
ruhunun gerçeğine
direnemezsin sonra
Oysa bahaneler için
hep mesafe lazım
Suçlamak ve sorumluluk atmak için
Topun yuvarlanmasına alan
unutulmaya zaman lazım
Geri dur bir adım beni gördüğünde
Ontolojik mesafemizi koruyalım
 
Manzaraya edilebilecek en büyük haksızlık bu olsa gerek. Çünkü o, doğası gereği coşku hissedebildiğin her bir ayrıntıyla çoğalır, katmanlaşır. Sevgilinle, dostunla paylaştığın her aşkın ânda bir manzara hissi vardır. Renkleri daha parlak, kokuları daha keskin kılan bir özsuyu. Dönüştüren bir ânı hafızana yerleştirirken bütün bu manzara ayrıntılarını da hiç fark etmeden ince ince nakşedersin. Saçta parlayan güneşi, şalları uçuran rüzgârı, tenden süzülen yağmuru, toprağın, çayın, kahvenin, pişen yemeğin kokusunu, ille de incecik bir dokunuşu. Başını kaldırdığında gördüğün bambaşka bir dünyadır aynılığında. Bir sana hediye. Kalbine bastırırsın o ânı.
 
Yıllar geçtikçe geçmişine de bir manzara gibi bakmayın öğrenirsin. Bir bakmışsın, hafızan koca bir beyaz perde olmuş, kaydedildiğini bile unuttuğun o anları getirmiş karşına. Bu da varmış ha bu da dersin. Kimler gelmiş kimler geçmiş denilen bir durum tarifiymiş, kelimeleri ta içinde hissederek öğrenirsin. Yönetmenliğini ve oyunculuğunu bir de izleyiciliğini üstlendiğin tek kişilik filminmiş manzara. En yakınına bile tam anlamıyla, her şeyiyle gösteremeyeceğin en kıymetli sırrın. Kimsenin vermediği hakiki bir mücevher. Bu senmişsin. Sen buymuşsun. Hatırlarken öğrenirsin.  
 
Hafızaya kazınan anlar hep bir manzara ânı. Bakmasını ve saklamasını bilene. Onlarla dönüşmek var. Her şeyi yapabileceğini iliğinde hissetmek. Sahibi değilsin, her şeyiyle sensin bu. Bütün dış koşullardan bağımsız sonsuz bir iç güç. Hayatın bahşettiği ve kimsenin dokunamayacağı. Sen izin vermedikçe…
 
—–
Kapak Görseli: Cindy Lever (Pixabay)