“Hakikat en çok hoşumuza giden yalanın ta kendisidir!”

Doğrulama aktivistleri, doğru/yanlış ekseninde değerlendikleri içerikleri bu kadar siyah beyaz bir zeminde ele almamalılar

SARPHAN UZUNOĞLU

14.11.2017

 
“Hakikat en çok hoşumuza giden yalanın ta kendisidir!” Bu oldukça iddialı söz bana değil; yazar Eric-Emmanuel Schmitt’e ait. Schmitt, Bayan Ming'in Hiç Olmayan On Çocuğu kitabında yarattığı karakterlerden birinin Çinli bir kadınla kurduğu yalanlar üzerine kurulu diyaloğa dair bu tabiri kullanıyor. Peki, Schmitt ne kadar haklı?
 
Dünyayı saran, özellikle Batı Demokrasisi’nin geleceğine yönelik kaygılar konusunda popülizm meselesi ile birlikte önde gelen başlıklardan biri olan post-truth (hakikat sonrası) tartışması aslında Schmitt’in cümlesinin iddialı argümanı etrafında tekrar düşünülebilir.
 
Yalanın bizimkisi kadar kaçınılmaz olduğu bir çağda, Hakikat Sonrası Çağ kitabının yazarı olan Ralph Keyes’in de söylediği üzere şüphelenmek oldukça doğal; ama bir o kadar da duygusal ve bedensel açıdan tüketici bir durum. Peki şüphelenme eylemini toplumsallaştırmak, eleştirel düşüncenin ve eleştirel okumanın herkese ait bir davranış hâline gelmesi tek başına yalan ya da aldatma problemimizi çözebilir mi?
 
Hakikat sonrası tartışmasında ideolojiyi yok mu sayıyoruz?
 
Konuyla ilgili Schmitt’le aynı sayfada olanlardanım; zira 20. yüzyılın propaganda savaşlarından günümüze, fake news konusu da dahil birçok şeyin yalnızca ve yalnızca dar bir siyasal çerçeveden tartışıldığını düşünüyorum. Hattâ geçtiğimiz günlerde gerçekleşen bir panelde çalışma arkadaşım Doç.Dr.Burak Özçetin’in sorduğu “acaba bu hakikat sonrası meselesini ideolojiyi fazla mı göz ardı ederek tartışıyoruz” sorusunun şu anda sorulması en elzem olan soru olduğunu düşünüyorum.
 
Bu da bizi, Schmitt’in post-truth’un politik boyutuyla ilgisiz bir şekilde yazılmış; ama bizzat kitlelerin hakikat sonrası çağa ayak uydurup, üstüne kendi benliklerini inşa ettikleri yalanlar ve yanlış bilgilere yönelik en baştaki sözüne götürüyor.
 
Burada ortaya iki temel soru çıkıyor: 1) Bu tespite katılmamız durumunda hakikat ve hakikat sonrası tartışması anlamını yitirmez mi? Zira hakikat ile sonrası arasındaki fark böyle bir ön kabul söz konusu olduğunda iyice belirsiz hâle geliyor. 2) İdeolojiler ve dayattıkları hakikat anlayışına karşı objektif bir gerçeklik, hakikat algısı mümkün müdür; böyle bir rasyonel gerçeklik savaşı kazanılabilir mi?
 
Şu bir gerçek ki başta fact-checker’lar (doğrulama/teyit aktivistleri) olmak üzere birçok insan muhtemelen defalarca bunlar veya “sizi kim denetleyecek” gibi sorularla karşılaştılar; ancak kimse hakikatin ne olduğuna ilişkin esaslı bir tartışma yapmayı gözüne kestiremiyor; hattâ bu yazı da -şimdilik- bu meselenin kenarından dolaşıyor.
 
Burada hakikat meselesine ilişkin en önemli şeyi söylemekte fayda var: En azından gazetecilikte hakikat meselesini tartışırken meselenin “kimin hakikati” meselesi olduğundan çok “toplumsal çıkar için hakikatin açığa çıkarılması” olduğu kanaatindeyim. Elbette bu toplumsal çıkar meselesi söz konusu olduğunda başta ulusal çıkar haberciliği olmak üzere birçok karın ağrısı tartışma da gündeme geliyor; ancak buradaki asıl mesele toplumsal çıkarı ve gazetecilerin yahut doğrulama aktivistlerinin çalışma alanlarını belirleme biçimi.
 
Hangi yanlış bilgiyle ne şekilde savaşılmalı?
 
Yalanın bu kadar büyük bir endüstriyel ve politik aygıt olduğu günümüz dünyasında, hangi yalanla savaştığınız, hangi tip dezenformasyonla mücadele ettiğiniz çok önemli. Hattâ bana kalırsa küresel ve ulusal bağlamda doğrulama projelerinin yaşadığı etik/politik kriz ve sıkıntıların temelinde de doğrulamak için hangi içerik ya da söylemi hedefledikleri ana meseleyi arz ediyor. Elbette bazı bilgiler ve kullanımları, o kadar somut kanıtlarla çözümlenebiliyor ya da yalanlanabiliyor ki doğrulama aktivistleri bunları kolaylıkla sitelerinde paylaşabiliyorlar.
 
Saadettin Teksoy’un aslında uzaylı olduğu haberinin yalan olduğu gibi (böyle bir haber yok bu da benim fabrikasyonum) haberlerin; yahut sabahları Mesut Yar’ın televizyon programında yansıttığı ve komplo teoricilerin fikirleri olduğunu açıkça ifade ettiği içeriklerin toplumsal yaşamda yeniden üretilmesi gibi konuların toplumsal çıkarla ne kadar ilişkili olduğunu sorgulamak gerekiyor.
 
Bana kalırsa, Ralph Keyes’in geleneksel yalan aktörleriyle –akademisyenler, politikacılar, edebiyatçılar, gazeteciler– ilgili yaptığı tespite sadık kalarak, kimlerin söylemlerinin toplumun kanaatlerini belirlediği konusunda bir strateji geliştirmek ilk esas olmalı. Bunların yaydığı yanlış bilgi bizim açımızdan asli öneme sahip.
 
İkinci esas, yayılan yanlış bilginin yaratabileceği toplumsal/politik/ekonomik sonuçlar olmalı. Örneğin sosyal medyada yayılan ve toplumsal travmaya ya da infiale yol açabilecek fotoğraflar ve videolar; ya da Kabataş’taki kolektif yalan eylemi gibi stratejik yalanların öncelikli hâle getirilmesi gerekiyor.
 
Üçüncü esas ise doğrulama aktivistlerinin metodolojileri kapsamında üzerinde çalıştıkları doğru/yanlış ekseninde değerlendikleri içerikleri bu kadar siyah beyaz bir zeminde ele almamaları olmalı. Doğruluk Payı’nın bu konuda ele aldığı doğruluğu yüzdelik şekilde değerlendirme yaklaşımı, bana kalırsa konuyla ilgili en mantıklı yaklaşım. Bir şeye doğru ya da yanlış demek ve bunu bu kadar kaygan/kutuplaşmış bir toplumsal zeminde yapmak görüyoruz ki istenmeyen tartışmalara neden olabiliyor. Yani hem metodoloji olarak tamamıyla doğru bir metodoloji seçilip, doğru/yanlış bilgiye ilişkin tüm kayıt ve kanıtlar aktarılmalı; hem de doğruluk yanlışlık seviyesi belirtilmeli.
 
Yanlış bilgiyle savaşanlara nasıl yaklaşılmalı?
 
Aslında Aristoteles’in retorik mantığında olduğu üzere bir sözün etkisi, elbette söyleyenin kişiliği ve arkaplanı etrafında değerlendirilebilir; ancak şu bir gerçek ki söz konusu yukarıda bahsettiğim esaslara uygun şekilde ve doğru ifade edilmiş türde içerikler olduğu sürece, yanlış bilgiyle savaşanların kim olduğunun hiçbir önemi yoktur. Zira sözü söyleyen onlar değil, sadık oldukları metodoloji ve etik değerlerdir.
 
Tabii ki klasik iletişim teorisinin parçalarından gündem belirleme ve eşik bekçiliği işlevleri de bu tartışmanın bir parçasıdır. Tam da bu nedenle yalan haberle ve içerikle kavga edenlerin bir içeriği neden doğruladıklarını, buna neden ihtiyaç duyulduğunu kendileri de yanıtlamadan hızla yanlışlama/doğrulama eğilimine girmesi içinde olduğumuz bu kutuplaşmış düzen bağlamında büyük sıkıntı teşkil etmektedir.
 
Bu işin kitabını yazan Keyes’in Chris Wetzel’den yaptığı alıntıyla toparlayacak olursak “gerçekler için sürekli tetikte olmak sizi çıldırtabilir.” Peki konuşma kabiliyetini çoktan yitirmiş bir toplumda hakikatle ilişki kurmaya çalışmak insana ne yapar ya da ne konuma düşürür? Ne yazık ki burada ne Keyes ne Schmitt imdada yetişemiyor. Çünkü “en çok hoşumuza giden yalan” oracıkta oldukça ve bizim esenliğimize hizmet ettikçe inanılabilirliğini koruyor. Çünkü ideoloji orada daima tetikte iktidarı  bekliyor ve onu almak için her şeyi yapmaya hazır. Binlerce yıldır olduğu gibi.