Hakikat, hikâye, hafıza – III
Ulusal kimlik simgelerini paramparça eden Horst Hoheisel ve Andreas Knitz’in, Jean Améry’nin panzehiri olduğunu düşündüm. Hıncın umudu…
16.02.2020
Hakikat, bir sunma ve algılama biçimi. Dolayısıyla bilimsel gerçeklerden çok daha fazlası ve nihayetinde billur gibi olsa da karmaşık katmanlar içeriyor. Hakikatin ortaya çıkabilmesi için, onu arayıp kendine, ilgili kişiye, topluma ya da dünyaya gösterme azmi ve cesaretine sahip olman, karşındaki muhatabın da; senin, ilgili kişinin, toplumun ya da dünyanın bu hakikate hazır olması gerek.
Bazı hakikatlerin kabulü yüzyıllar sürer. Aile ve devlet sırlarını birleştiren, aileyi, düzenin en küçük yapı taşı olarak ifşa eden, tam da bu sır kelimesinin içerdiği o ortak karanlık. İnkâr ve görmezden gelmenin imkânsızlaştığı noktada, anlatı; suçu başkalarına yansıtma, kendini kurbanlaştırma ve son aşamada da “Evet, yaptım ama bir sor niye yaptım” diye özetlenebilecek acınası bir gerekçelendirme mekanizmasına başvurur. Hakikatse bütün bu maskaralıkların ortasında bir evliya sabrıyla hâlâ görüleceği günü beklemektedir.
Hafıza işte bu noktada bir hakikat sayacı olarak devreye girer. Tahrif edilmiş ya da apaçık uydurulmuş yalan-gerçeklerin ortasında hakikatin izi hep hafızadan takip edilecektir mecbur. Tavan aralarına, bodrumlara kaldırılmış, toz ve örümcek ağlarıyla kaplanmış nice ayrıntı usul usul birleşir sonunda. Kaçınılmaz olanı sunmaya.
Anlatılar arasındaki çelişki, boşluk ve yıllar süren amnezi hali; anlatılanın yalanını değil, gerçeğin katlanılmazlığını aşikâr kılar. O noktada da dinlemeyi bilmek gerekir. Sesi duyarsınız ama suskunluk güme gider duymayı bilmedikçe.
Alternatif karşıt-anıtların anlattığı hikâye
Bazen hikâyeler insanı ters köşeye yatırır. Hayatın absürt gerçekliğini ve tam da onda saklı hakikati yakalamanın biricik yoludur bu. Nihayetinde estetik hazzın ötesinde edebiyat bunun için var, sanat bunun için.
Yahudi Soykırımı anısına Almanya’da yaptıkları ‘karşıt-anıt’larla tanınan sanatçılar Horst Hoheisel ve Andreas Knitz, hakikati sıra dışı mimari yapılarla yakalamayı deneyenlerden. Berlin’e bir Holokost anıtı yapmak üzere, Almanların ulusal simgesi Brandenburg Kapısı’nı katledilen altı milyon Yahudi’nin anısına parçalamayı ve orada öylece bırakmayı önermişlerdi. Weimar’daki ‘Parçalanmış Tarih’ başlıklı eserlerinde oradaki Gestapo yerleşkesini yerle bir ederek, parçalarını zemine yaydılar. Eberswalde’de yaptıkları ‘Büyüyen Hafıza’ işinde ise bir inşa süreci işleterek, eskiden şehirde bulunan ancak Nazilerin Yahudilerin mülklerine ve dükkânlarına yönelik saldırılar düzenlediği 9 ve 10 Kasım 1938 tarihli Kristal Gece’de yıkılmış olan Eberswalde Sinagogu’nun toprak altındaki temellerini bularak, bu temeller üzerine bir duvar inşa edip içerisine ağaçlar diktiler. Doğa, eski sinagogun içerisinde büyüdü, fakat anlatılan hikâye faillerle ilgili olduğu için o kayıp ve ıssızlığa işaret edecek şekilde içeri kimse giremedi.
Kassel’de yaptıkları ‘Düşünce Taşları Koleksiyonu’ projesinde öğrencilerden ve şehrin sakinlerinden yanlarında getirdikleri ufak bir taşı Kassel’den sürülmüş bir Yahudiye adamaları istendi. Katılımcılar ve taşlarını adadıkları insanlar arasında bazı bağlar vardı. Örneğin farklı dönemlerde aynı sokakta yaşamışlar, aynı okula gitmişlerdi. İsimleri, kişisel notları ve tarihleri yazdıkları kâğıtlara sardıkları her bir taş katılımcıların küçük hafıza deposuydu. Burada öğrenciler, Kristal Gece’nin kurbanlarının isimlerini tek tek okudu. Binlerce isim… Sadece isimlerin okunması iki saatten fazla sürdü… Bonn’da yaptıkları, meydana gömülü bir kasa dolusu kitaptan oluşan ‘Kitap Ayracı’ anıtlarının etrafındaysa her yıl bir tören düzenleniyor. O meydanda, 10 Mayıs 1933’te bir grup öğrenci ve profesör, sakıncalı bulunan yazarların kitaplarını yakmıştı. Buraya gömülü, içinde eserleri yakılan yazarların kitaplarının bulunduğu su geçirmez kasayı her yıl 10 Mayıs’ta açarak o gün orada bulunan herkese dağıtıyorlar. Sonra da kasayı yeniden kitaplarla doldurup yerin altına indiriyorlar. Bu ritüel her yıl tekrarlanmaya devam ediyor.
İkilinin talip olduğu şey, organik bir hafıza. Tamamlanmış ve o konfor içerisinde uzaktan hatırlanan değil, yaşayan, bugünü ve geleceği de şekillendiren bir hayat durağı. 2016’da Uluslararası Hrant Dink Vakfı’nın konuğu olarak İstanbul’a gelen ikiliden Horst Hoheisel, Tuğba Esen’in Agos için yaptığı söyleşide “karşıt-hafızanın sanatı” olarak nitelendirdikleri çalışmalarını şöyle özetlemişti:
“Savaştan ve Holokost’tan hemen sonra topluma derin bir sessizlik hâkim oldu. Dolayısıyla etrafta hiç anıt yoktu. Zamanla insanlar, yaşananları ve kurbanları önce mezarlıklarda anmaya başladı. Daha sonra anıtlar, mezarlıklardan çıkarak parklara, şehir dışlarına taşınmaya başladı. Anıtların şehir merkezlerine taşınmasıysa seneler sürdü. Bu durum toplumun hafızayı ele alış şekline dair çok şey gösterirken, kurbanların kendileri hakkında pek bir şey söylemiyor. Biz çalışmalarımızda sadece kurbanların anısına değil, aynı zamanda faillerin icraatlarına da odaklanıyoruz. Eğer ortada bir kurban varsa fail de vardır. Biz her zaman hikâyelerden ve mekânlardan esinleniriz. Her projenin sonunda da ortaya tamamen farklı bir şey çıkar. Anıtlar savaşlar, soykırımlar ve tarihin acı dönemlerinde kaybedilen insanlar üzerine düşünmek için vardır. İnsanlar düşünceli olduklarında genellikle başlarını öne eğer, yere bakarlar. Bu nedenle biz de çoğu işimizi ya yere ya da yerin altında yaparız; asla büyük kaideler üzerine değil.”
Soykırımı, failin sorumluluğu çerçevesinde anıtlaştırmak, gerektiğinde yıkımı yıkımla göstermek, ters köşe hikâyenin ve hakkı verilmiş hafızanın gücü. Elbette bu haliyle de hakikatin merkezi. Zira hakikat de sarsar. Şifalandırmadan önce kanatır.
Hınçla iyileşmek
Bu yıl Aras Yayıncılık’ın yeni mekânı Yesayan Salonu’nda ilki düzenlenen Hrant Dink Umut Konuşması’nda yazar ve akademisyen Umut Tümay Arslan’ın yaptığı ve tam metni Agos’ta yayınlanan ‘Anlatmaya ve Dinlemeye Sadakat: Jean Améry, Hınç ve Umut’ başlıklı konuşmasını okurken, aklım işte bu ikiliye gidip geldi. Hikâyelerin en büyük gücü, birbirine de konuşması. Hem de insanların en çok suskunluğa mahkûm edildikleri ya da kasten geçiştirmeyi tercih ettikleri konularda. Hakikat tam bu çapraz okumaların orta yerinde belirip birbirine ilmek atan sesler üzerinden kendi sağlamasını yapıyor.
Umut Tümay Arslan, Nazilerin Belçika’yı işgaline karşı direnirken Gestapo tarafından yakalanan ve 1945 yılına kadar Auschwitz, Buchenwald ve Bergen-Belsen toplama kamplarında tutulan Jean Améry’nin bir yüzleşme aracı olarak geliştirdiği hınç kavramını aktarırken yazarın kamptan kurtulduktan sonra değil, Alman toplumunun normalleşme biçimini, dehşetin “Alman halkını oluşturan geniş kesimlerin hiçbir dahli bulunmayan bir geçmişe” dönüştüğünü gördükçe hıncının ağır ağır yükseldiğini vurgular. “Çalışkan ve modern insanların yaşadığı, bu barışçı ve güzel ülkede kendimi rahat hissetmiyorum” der Améry. Umut Tümay Arslan da alışılageldik yüzleşme çerçevesinin dışına çıkan ve başka bir anlayış talep eden söz konusu hıncın işlevini şöyle tarif ediyor: “Améry, felaketle kurulan ilişki biçimini reddediyor, onu şimdinin dışına atan, felaketin geçip gitmiş, suçluların bulunup lekelerin topyekûn silinmiş olduğu ve sıfırdan, normalleşmiş bir topluma geçildiği yanılsamasına karşı duruyordu. Kendini ahlaki olarak toplumla bütünleştiren, topluluğun içinde eritebilen birey bağışlayabiliyor, yaraları sarmayı zamana bırakabiliyordur. Oysa normalleşemeyen zerreye sadakat ve hınç duygusu, kaymış bir zaman duygusunu da beraberde getirmiş, zaman, biyolojik-toplumsal alanın dışına çıkarak ahlaki bir boyut kazanmıştır. Biyolojik-toplumsal zaman suçu örttükçe, suçun toplum içinde neden olduğu huzursuzluk yerini huzura bıraktıkça Améry, ahlaki olarak toplumla bütünleşmekten uzaklaşıyor, uzaklaşmak için kuvvetli bir çaba harcıyordur. Her şeyin ilacı denilen zamanın ta kendisi asıl illet gibidir. Dehşetin üzerinden geçen zaman. Almanların kolektif masumiyetini ilan eden dünya. Cinayet işleyenleri ya da buna izin verenleri bağışlayan ve unutan dünya. Jean Améry’nin hıncını mahkûm eden pişkin dünya. Améry, inkârı sadece suçun inkâr edilmesi olarak görmüyor, bu suçu ulusal kimliğin dışında düşünmenin inkârla bağını da kuruyordur. Onu alan-dışına çıkarıp, ulusal kimliği ‘kendine has’ iyi ve soylu değerlerden ibaret bir sonsuzlukla donatan ideallik perdesini yırtmaya çalışıyordur. Bu yüzden ısrarla tekrar eder: ‘Bundan böyle Hitler ve onun yaptıkları da Alman tarihinin ve Alman geleneğinin bir parçasıdır.’ Améry’ye göre alt edilmişlerle alt edenler arasındaki ortak geçmişin, çözülmemiş çatışmanın üstesinden gelebilmenin tek yolu, bu geçmişi kendi zaman ve uzamının dışına çıkarmak ve güncelleştirmektir. Alt edilmişlerde zamanın etkisizleştirici gücüne karşı bir kuvvet olarak hıncın, alt edenlerde içe dönük şüphenin canlı kalması. Ancak bu şekilde zamanı tersine çevirmek ve tarihe ahlak kazandırmak mümkün olabilecekti.”
Auschwitz numarasının özetlediği gerçekliği sahiplenen ve kendisine Felâket Yahudisi diyerek toplum tarafından dayatılan yafta üzerinden başkaldırısını şekillendiren Améry, kimseyi iknaya tenezzül etmeyen bir tanıklık diliyle felaketi her an tekrarı yaşanabilecek bir kabul edilemezlik olarak dayatır. Hınçla. Ve bu incecik dengeyi kavrayacak olanlara duyduğu umutla.
Paranın iki yüzü
Ulusal kimlik simgelerini paramparça ederek hatırlamayı öneren Horst Hoheisel ve Andreas Knitz’in, Jean Améry’nin panzehiri olduğunu düşündüm. Hıncın umudu, umudun hıncı. Tam da Umut Tümay Arslan’ın enfes yorumunda olduğu gibi: “Diyalog ya da yüzleşme denilenin, egemen kimlikte, kolektif suçun ve kültürün parçası olan tarafta içermek zorunda olduğu yıkımı hep hatırlatır Amery. Şurası açıktır: Sahici, başarılı bir diyalogdan, ancak egemen olanın kendini görme biçimi, kendine hep biçtiği imgenin yıkıldığı yerde söz edilebilir. Amery, gerçek bir iletişimin imkânını yaratmaya çalışır. Her diyalogun içermek zorunda olduğu şiddeti dışarıda bırakarak değil, onu da dahil ederek. İnkârın içinde ikamet etmiş kuşaklar için, yüzleşmenin, konuşmanın, ancak düşerek, kendini azaltarak, ağrısını da kabullenerek olabileceğini, bunun olmadığı yerde diyalogun eşitsiz ilişkileri sürekli kılan, görünmeyen şiddetle devam ettiğini gösterir. Yapısallaşmış ırkçılığı tanıma refleksini, bu şiddeti anlatanı dinlemeye sadakatte buluruz. Sahiden aydınlanmayı istiyorsak, bu işe tutkuyla sarılmalıyız.
Umudun, toplum tarafından zaptolunamaz olanı, asimile edilemez olanı taşıma, anlatma ve dinleme sorumluluğunda, yola sokulamaz zerreye sadakatte olduğu söylenebilir belki de. “İşte buradayım, sana kendimi açıyorum” diyen öznenin kırılganlığında, bu kırılganlıkta kendini görebilen, hep bildiği, ikamet ettiği yerden çıkabilme cesaretini hatırlayan dinleyicide. Bu anlamda hınç ve umut birbirine karşıt duygular olmayabilir. Şu yıkıntılarla, enkazla dolu dünyada aramızdaki saatleri, yılları, hayaletleri dahil ederek birbirimize komşu olmaya, birbirimize dokunmaya devam ediyor oluşumuzu, birbirimize hep açık ve yaralanabilir oluşumuzu bu iki duygunun, hıncın ve umudun, ‘olan oldu’ya ve ‘olabilecek olan’a itirazın, birbiriyle dost olduğunu görebildiğimiz anlara borçluyuz belki de.”
Hıncın ve umudun, yaralanabilirlikteki kudretin, kudretteki kırılganlığın bizi vardıracağı hakikati bu topraklar için düşlemek, yok düşlemek de değil dilemek, basbayağı istemek lüks mü? Olmamalı. Tam da ‘olabilecek olan’ı önlemek bu kadar hayatiyken. Şimdiki zamanı felaket dışı şekillendirmek ancak geçmeyen o geçmişi hakkıyla dahletmeyi dayatırken.
Korkacak her şey yaşanmışken, cesaret korkunu korkup bütün senaryoları beklenmedik doğaçlamalarla geçersiz kılmakta. Siz hiç kendi cümleniz ne olur düşündünüz mü? Sahici hikâyeleri bağra basabilecek yüzölçümünde bir kalbe sahip olup olmadığınızı ya da? Çünkü o gün geldiğinde, birer özne, birer birey olarak bilmenin sorumluluğuyla hareket ettiğimizde, yaşanacak hayat versiyonunu bu seçimlerimiz belirleyecek. Ne olur sanki, ummak ya da beklenti üretmek değil, sadece hınçla umut etmek belirlese her şeyi: Hınçla umut ettiğimi, umutla hınçlandığım gibi olsa. Sadece bir defa…