Hakikat ve halleri, Kayzer’in bıyıkları, şu bu…
Yakarsa dünyayı yoksullar mı yakar yoksa dünya muktedirlerce zaten yakılmış mıdır?
18.04.2022
“Dün zaten yok, bugün dersen, yarına kalır mı bilemem?” Cümleyi, hayatımız ve belirsizlik üzerine bir sohbetin bir ânında söyledim. Söylemedim, cümle kendiliğinden döküldü. Sorulara cevap bulamayan biri olarak dökülmüş olabilirim. Çaresizlik repliği sanki.
Gidişat, geleceği öngörebilme imkanı bırakmıyor. Öngörebilenler karanlık tablolar çiziyorlar. Deneyimli bir gazeteci, Türkiye’de iktidarın eylem/icraat hattını, “gelecekten harcayıp günü kurtarmak” olarak yorumladı. Bekir Ağırdır, memleketin nabzını sürekli tutan adam, Türkiye’den söz ederken “fırtınanın gözündeyiz” benzetmesini kullanırdı. İfadeyi değiştirdiğini duymadım. Acaba “büyük resim”de, gezegen genelinde hayatın gidişatı ne yönde?
“Filozoflar son derece sabırlı insanlar ama mühendisler o kadar sabırlı değil, yatırımcılarsa hiç değil. Hayatı tasarlama gücüyle ne yapacağınızı bilmezseniz, piyasayı idare edenler bir karara varmanız için bin yıl oturup beklemeyecektir. Piyasanın görünmez eli, el yordamıyla bulduğu kendi cevabını dayatacaktır.” (Yuval Noah Harari, 21. Yüzyıl İçin 21 Ders, Kolektif Kitap)
Mesela bakınız, kutup buzullarının erimekte olduğuna dair yıllarca uyarılar yapıldı. Son 30 yılda Kuzey Kutup buzullarının % 75’inin eridiği, kıyılarda suyun birkaç metre yükselebileceği söylendi. Kıyıların su altında kalabileceğini ilk duyduğumda sahile sıfır metre konumlu, bazıları Disney dünyasını çağrıştıran yazlık sitelerin halini düşündüm. Karikatür tadında kısa bir an.
Bu mizahi tadı bana bahşeden nedir? Servet düşmanı mıyım? Yoksa “kıyı alanlarının kullanımında kamu yararı” gibi “eski” bir kavram mı kalmış hafızamda? Kamu kim? Savunamadığım bir alanın doğa tarafından işgali ihtimalinden haz mı alıyorum? Savunamadığım yaşam alanlarım gitgide artıyor. Yakarsa dünyayı yoksullar mı yakar yoksa dünya muktedirlerce zaten yakılmış mıdır? Hatta yeni nizamın esası, yangına körükle giderken yeşil cennet vaatleri dağıtmak mıdır?
İnsanlığın büyükçe bir kesimi, gezegenin başının belada olduğunu düşünüyor. Endişeliler. Endişesiz yaşamak istiyorlar. Resmi yapılar ağırdan alıyor. “Piyasanın görünmez eli”, sermayenin öncelikleri falan… Hakikatin bir diğer yüzü yani. Gezegen hakikatinin ana karakteri de diyebiliriz. Bu nedenle insanlığın ve endişelerinin pek önemi yok. Hadi öyle demeyelim de, “o meseleleri bir sonraki iklim zirvesinde ele alacağız” diyelim.
Bu esnada kuzeyde bazı uyanıklar, buzulların erimesini fırsat bilip ticaret/taşıma gemileri için yeni rotalar oluşturdular. Bu da Uyanığın Hakikati. Birinin felaket dediğine diğeri şans, fırsat diyebiliyor.
***
Her somut duruma hakikat diyemem. Kavram itibar kaybına uğrar. Kelimeden çekinirim ama yine de deneyeceğim: Hakikat, bir yerde durmakta olan ve bizim kendisine ulaşmamızı bekleyen bir durum, bir durağanlık hali değil. Bizimle nefes alan bir şey. Gezegen canlıları olarak onu var eden biziz. Farklı hakikatlerin içine doğar, onları yeniden üretiriz. Bu esnada toplumların, yoğurt yeme tarzı, üslubu görünür olur. Benim en sevdiğim alan burası işte.
Bir toplum kendi gündelik ve derin hakikatini nasıl üretir, nasıl yeniden üretir, toplumda gerçeklik algısı/algıları nasıl oluşur/oluşturulur, hakikat nasıl bükülür? Kendilerini biricik zanneden toplumlar/kurumlar/bireyler, biricik olmadıklarını nasıl öğrenebilirler? Veya hiç öğrenemeden çekip giderler mi? Neden her gidenin ardından “nasıl bilirdiniz ey cemaat?” diye sorulur ve her defasında “iyi bilirdik” cevabı verilir. Başka bir cevap mümkün değil midir? Siyaset ve edebiyat, hikâyelerini nasıl üretir? Ne tür hikâyeler üretir? …vb.
Mesela geçen yüzyıl için bakınız: “Yıkılmakta olan bir imparatorluğu edebiyat aracılığıyla kurtarmak gibi naif ve romantik bir çabanın peşinde olan Tanzimat yazarları…” (“ ‘Sergüzeşt’ bugünün okuruna ne vaat eder?”, Ata Hacımale, Gazete Duvar)
Veya zamane için bakınız: “… Üzgünüm ama bu böyle. Yatırım yaptığınız şey bir süre sonra gelir sizi tanımlar. (…) Dolayısıyla, yazarı da okuru da, kafesi de kültür merkezi de meta ilişkileri etrafında biçimleniyor. Buradan edebiyat çıkmaz mı, çıkar. Bütün Hollywood sinema sektörü bu tarz bir sanat anlayışı etrafına örülmüştür örneğin. Kurmacanın en önemli rolü hakikati yaratıyor oluşudur. Siz yine ütopyalara burun kıvırın ama gün sonunda konu gelir, nasıl bir dünya tahayyülünüz olduğuna dayanır.” (Bitmeyen Tanzimat, Barış Acar ile söyleşi, Ö. Özütemiz, Gazete Duvar/Kitap)
Hakikat örtüsü olarak sansür
Bir haber: “Akademisyen A. Karadoğan ile S. Ruken Öztürk’ün derlediği “Sansür Karar Defterleri Üzerine Bir İnceleme: Türkiye’de Sinema Sansürünün Tarihi 1932-1988” adlı eser, 500 bin sayfadan oluşan 96 defter, 26 bin 273 sansür kararı incelenerek 500 filme ait kararı bünyesinde taşıyor. (…) Diyanet yetkilileri, askerler, Milli Eğitim, Dış İşleri gibi farklı kurum temsilcileri kendi hassasiyetlerini ulusal sinemanın estetiğine müdahale edecek bir güç unsuru olarak kullanmışlar.” (Türkiye’de sansür politikaları: 'El aynı eldiven farklı', Rıza Oylum, Gazete Duvar)
“Ulusal sinemanın estetiğine müdahale”, “olur böyle vakalar, Türk polisi yakalar” tarzını yaratır. Filmde suç varsa, film biter, polis gelir, suçluyu yakalar. Suçlu, seyirciye yakalanmıştır, ama olsun. Polisin geldiği sahneyi çekmezsek film sansüre takılır. Zaten seyirci de alıştı, polisin her şey bittikten sonra gelmesine. Bekler.
Bağlıyorum
“Eğer düzenbazın biri 1914 yılında kendini Alman imparatoru diye yutturmaya kalksaydı, hemen uçları yukarı kalkık bir bıyık, sakat bir kol, buyurgan bir bakış, gri bir pelerin, madalyadan geçilmeyen bir göğüs ve tepesi sivri bir miğfer edinirdi kendine.” (Alçaklığın Evrensel Tarihi, Jorge Luis Borges, İletişim Yayınları)
Alıntı, yazı bütünlüğü ile alakalı değil. Koskoca Alman İmparatoru’nu, o haşmetli’yi, birkaç nesnenin de yardımıyla karikatür tadında takdim edebilmesini sevdim. Veya “nesneler” takıntım nüksetti diyelim.
Haşmetli II. Wilhelm, İttihatçı bıyığı da denilen Prusya stili bıyıkları ile İstanbul’a geldiğinde, onuruna bir davet verilmiş. Büyük yetenek Tanburi Cemil Bey’in, davette musiki icra etmesi düşünülmüş. Cemil Bey saray, yüksek zevat huzurlarını pek sevmezmiş. Ailesi, padişahlık ile yönetilmenin hakikatinden haberdar insanlar olarak, “gitmezsen başımıza bir iş gelebilir” demişler, o da gitmiş. İrticalen bir parça icra etmiş. Haşmetli II. Wilhelm, parçayı pek beğenmiş, tekrarını istemiş. Galiba anlatamamışlar icra edilen müziğin irticalen/doğaçlama oluşunu. “Bunun tekrarı olmaz beyim” diyememişler. Veya demişler de anlaşılmamış mı?… falan filan. Hikâyelerin sonu yok.
Selam sevgiyinen.
—–
Kapak görseli: Nici Keil (Namib Çölü / Pixabay)