Hastalıklar, boşluklar

Gaspçılık gibi bir özelliğin canlılarda doğuştan bulunduğuna inanmak zor. Ahlâksızlığın da…

ÜMİT KIVANÇ

19.03.2018

Değerli okurlar, size bilimsel araştırmalarımın sonuçlarını aktarmaya devam etmeden önce, bu çalışmalarıma zemin teşkil eden yaklaşımımı hatırlatmayı gerekli görüyorum. Kendinden alıntı yaparak yazı meydana getirme, köşeyazarlığı âleminde köklü kurumlardandır. Bu yüzden, aynı şeyi söylemek için yeni cümleler kurmanın sıkıcı, boğucu meşakkatinden müsaadenizle bu defalık yırtmayı planlıyorum. Meramımı geçen yazımda özetlemiştim, oradan ilgili satırları aktarmayı yeğliyorum.

Hem böylelikle, yüksek sesle söylesem hiç sevmediğim insanlara boynumu vurarak keyif alma fırsatı yaratacak sözleri, artık söylenmelerine engel olunamayacak şekilde biraraya getirmekten de kaçınabilmiş olacağım. (Eğer yazı âlemi denen paralel evrende bir tür paralel hayat sürenlerdenseniz, sözleri bir defa biraraya getirdiğinizde söylemenin şart olduğunu bilirsiniz; biraraya getirilmiş halde biryerlerde saklanamaz, barınamazlar. Söyleyemeyecekseniz biraraya getirmemek en doğrusu. Biraraya getirmek istediklerim, artık, uluorta söylenebilecek şeyler değil.)

Şöyle özetlemiştim meramımı: “…doğrudan memleket siyasetiyle uğraşarak yaratabileceğim herhangi bir olumlu sonucun bulunmadığını, en azından bir süre için kabul etme basiretini sürdürmeyi umuyorum ki, bu da bilimsel araştırmalara yönelmem için başlıbaşına bir başka müşevvik addedilmelidir. Haksız, hukuksuz, mânâsızca ve zalimce hapse atılıp hayatları çalınan eş dost veya tanıdık olmasa da gadre uğramış insanları oradan çıkarabilecek gücüm, imkânım yok maalesef. Memleketi soktukları bu yolda daha ileri giderek çocuklarımızın, torunlarımızın hayatını karartmakta olduklarına muktedirleri ikna etme şansım yok. Habaset ve garezle kendini var eden ‘muhalif’ saflara azıcık iyilik, dürüstlük, hakşinaslık aşılamanın yolunu da bilmiyorum. İşbu sebeplerle, bir nevi ‘çevremizi tanıyalım’ gezisi olarak da tasavvur edebileceğiniz şu seyahate çıkmayı öneriyorum.”

Buna muktedirlerin iktidar uğruna yarattığı savaş ortamına coşkuyla, hırsla cümbür cemaat katılımın şu topluma verdiği ve kimbilir ne vakit ortadan kaldırılabilecek, belki de kaldırılamayacak hasarı giderme yollarına kaçınılmaz uzaklığımızı ekleyebilirim. Daha kuşaklarca sürmesi garanti altına alınan eski hastalıklara karşı ancak bir avuç insan tarafından verilebilen sağaltma uğraşının şimdilik sonuçsuz kalışı, iyilik, dürüstlük ve ahlâkın bu topraklara uğramayacağına kanıt sayılmaz elbette. Fakat şimdilik, değil söz söylemek, çıkıp kendini yakmak dahi çare değil. Zira paylaşılan meşum karanlık duyguları değiştiremezsin, sağlıklı ve dönüştürücü şüphe yaratamazsın. Arkandan sevinen daha çok olur. Hem de birbirine düşman gözüküp temelde aynı yolun yolcuları olan ezcümle riyakâr birarada eğlenirler.

Evet, ruhumuzu karartmayalım, bilimsel araştırmalarla kendimizi ve çevremizi tanıyalım, bizim başaramadıklarımızı başarmalarını umduğumuz genç kuşakların yolunu aydınlatalım.
 
Bağışık-bağışıklık
 
Bugün ele alacağımız ilk kavram, “bağışık”. Kaynağımda “bağışık olma durumu” diye tanımlanan “bağışıklık”ın da böylece anlaşılacağını umuyorum. Kavram şöyle izah ediliyor: “Vücudu, doğuştan ya da daha sonra kazandırılmış yetenekler nedeniyle, çeşitli hastalıklara dirençli bulunan, o hastalıkları yenebilen.”

Bu tanım bünyemize tam uygun mu, şüpheliyim. Zira zararlı çağrışımlara kapı açıyor. Daha iki paragraf önce “kuşaklarca sürecek eski hastalıklar”dan sözettik. Ki bu aynı zamanda kuşaklardır sürdükleri anlamına da geliyor. Bu eski hastalıklarla yaşanıp da ölünmediğine göre acaba bunlara karşı bir bağışıklık durumu mu var bünyemizde? Neden olmasın? Nelere karşı bağışık sayılırız? Şu anda kendisi de hiç büyük gayret gerektirmeksizin uyandırılmakta olan “dev uyanıyor” kültürü üzerinde yapılacak yüzeysel bir inceleme hem bünyemiz hem de nelere karşı bağışık olduğumuz hakkında fikir verirdi. İncelemenin verimliliği bakımından, pürüz yaratabilecek her şeyin önceden ayıklanıp temizlenmesi gerekir. Ne bileyim, meselâ “fetih” kavramını ele alıyorsan “gasp” gibi kavramları önceden ortadan kaldırmalısın.

Şahsen, gaspçılık gibi bir özelliğin canlılarda doğuştan bulunduğuna inanmak zor. Ahlâksızlığın da. Hasmından daha kalabalık ve güçlü hale gelip saldırma alışkanlığı ise böyle olmayabilir. O doğuştan, kalıtımla ediniliyor olabilir. Yani linççi doğan yaratık olur mu? Veya yok etmekten alınan zevk… Bu da kalıtımsal mıdır? Bunlara yüzeysel inceleme yetmez, derinlemesine araştırma lazım.

“Başkalaşma” kavramının da dolaylı olarak bu araştırmada konu edilmesi şart. Zira şöyle tanımlanıyor: “Kimi hayvanların, örneğin böceklerin, yumurta evresinden ergin evreye varıncaya dek, yaşam boyunca gösterdiği biçimsel değişme.”

Tanım kavramın kapsamını azıcık daraltıyor sanki; size de öyle görünmedi mi? Bir defa, niye böcekler örnek verilerek “hayvanlar” deniyor ve bütün hayatî gayretini hayvan olmadığına kendini inandırmaya hasreden en korkunç hayvan -ki öbür hayvanlar bunu pek iyi biliyor-, insan sanki “başkalaşma”dan “bağışık”mış gibi bir hava yaratılıyor? İşte, yukarıda değindiğim araştırma yapılsa, insanın da ömrü boyunca nasıl, ne kadar başkalaştığı ortaya konabilecek. Şimdi konamıyor. Çünkü insan, üstelik ne yazık ki kendine ve etrafına en çok aklı eren kısmı, başkalaşmamayı en büyük erdem sayıyor. İnsanın genel kanısı: Zaten beni hayvandan ayıran bir tek şey var: fikir; e, onu da zaman içinde değiştirirsem ne anladım ben insanlığımdan? Dolayısıyla, başkalaşmayan insan, türünün en makbûlü oluyor.

İnsan, kalbiyle beynini sık sık birbirine karıştıran, birbirinin yerine kullanmaya kalkan, beceriksiz bir yaratık. Meselâ eşitlik, özgürlük gibi şahane hayaller kurabiliyor, fakat mazallah, birisi kalkıp da bunlara kendisininden farklı olarak, şöyle değil böyle ulaşmayı teklif ederse onu mahvetmek için bütün benliğiyle harekete geçiyor. Zaten çoğu zaman düşüncesiyle benliğini de karıştırıp birbirinin yerine geçirmeye kalkışıyor. Fikri yanlış bulunduğunda varlığına kast edilmiş gibi tepki gösteriyor. Tabiî fikir diye adlandırılabilecek herhangi bir şeye sahip olabilenlerden sözediyoruz. Lâkin insan bütün bunları sırf beceriksizliğinden yapmıyor. Aynı zamanda ezici çoğunluğuyla çıkarcı ve kötü niyetli. Böyle olmayanları gerikalan çoğunluk derhal teşhis edip icaplarına bakıyor.

Şöyle veya böyle ortak bir tanımın içine yerleştirilebilecek insan gruplarının hemen tamamı, hayırlı bir başkalaşmaya kapalı olmakla nitelenebilir. Hattâ bu, onları biraraya getiren temel güdüdür bile denebilir. Kaygıdır da denebilir. Korkudur da. Başkalaşacağım korkusu. Biri çıkıp da bunlara, “Lan büvelekler, nesiniz ki ne olacağım diye korkuyorsunuz?” dese, acaba ne cevap verirler…

Gerçi burada asıl mevzu değil, ama “büvelek”i merak ettiyseniz; kendisi, kimseyi sokmamakla birlikte, “çirkin vızıltısı nedeniyle sığırları delice kaçıran ve onlarda nokra yumrularının oluşumuna yolaçan kısa boynuzlu sinek türü” oluyor.

Bu tanımdaki “delice kaçıran” ifadesi ne zengin göndermelerle dolu… Üstelik insanda bir anda delice kaçma isteği uyandırıyor. Fakat yapabildiğimiz, delice kalmak. Kalmak, delice.
 
Cüce kelebekler, cıvık mantarlar
 
Başkalaşma korkusu tarih boyunca öylesine kurumlaşmış ve insan gruplarının temel hayatî dürtülerinden biri halini almış ki, toplum hayatı değişsin, devlet düzeni başkalaşsın diye uğraşanlar da bu illete tutulmuş. Öyle ki, bugün kendini düzen değiştirici adayı olarak sunan pek çok kimse veya grubun başlıca kişisel bildirimi, “biz hep aynıyız, hep doğruyuz”dan ibarettir; yani “biz hiç başkalaşmadık”tan. Selameti başkalarının başkalaşarak bizim gibi olmasında görmek, insanlar olarak topluca paylaştığımız tutumlardandır. Oysa “suda özgür yüzen ve arakonakçı sümüklüyü bulur bulmaz asalak yaşamaya başlayan yapraksolucan kurtçukları”nın, “bücür kurtçuk”un, “tırtıl çağında elma, armut, erik ve çeşitli orman ağacı yaprağı yiyerek beslenen, kalın bacaklı, güzel kanatlı gece kelebeği” haline gelmesi kolay değildir.

İkisinin birarada bulunabileceği ortamı yaratmak değilse, tabiat mekanizmasının en vahim arızası veya yaratıcının en büyük hatası nedeniyle akla fikre sahip olmuş insan denen şu canlının tabiattaki işlevi nedir? Bilimsel araştırma yolu, işte, bir noktada, kaçınılmaz olarak felsefî sorulara kapı açıyor. Bu da, felsefenin niye kaçınılmaz olarak siyasete bulaştığını izah ederken verilecek güzel bir örnek.

İnsanlar olarak bu durumlara bulduğumuz siyasî çözüm, bizden farklı olanları yok etmek veya niye farklı olduklarını, hattâ bizzat farklı oluşlarını ifade edemeyecek hale getirmek. İsteriz ki, bizim hava kuvvetlerimiz olsun, meselâ, tepelerine bomba yağdıralım. Onlarınki yoksa ezici üstünlüğümüzden daha büyük zevk alırız.

Acaba insan dururken niye başka bir canlıya “canavarotu” adını takmışlar? Üstelik o da kenevir ve tütün köklerine musallat olan “korkunç asalak”lardan biriymiş! Dikkatli okurlar, sorunun “çünkü o adı bizzat insan denen büvelek takmış” diye cevaplanacağını şıp diye bulmuşlardır. İşte masallar böyle üretiliyor. Haydi masal demeyelim -masal güzel şey- de, ‘mâmûl hakikat’ diyelim. İmal ediyoruz basbayağı. Bir yerde yaşayan insanların hepsine “terörist” adını takıyoruz, meselâ, böylece oraya ne istersek yapabiliyoruz.

Fakat bu yollarla gerçekleştirilen zorunlu devir-teslim işlemlerinin ardından hep bir boşluk hissediliyor mekânda ve havada. Ve kalplerde ve gönüllerde. Boşluk, akledilmiş akıldışı şeylerle doldurulmaya çalışılıyor. Hastalıklar doğuyor. “Başağı baştan başa kuplayabilen ilkel mantar hastalığı” gibi, “cindarı rastığı” gibi hastalıklar. Kuşaklar boyu sürüyor. Cüce bağırsak kelebeklerine, cıvık mantarlara dönüşüyoruz.

(Devam edeceğim.)