Her iktidarın garantörü CHP ve İkinci Cumhuriyet

İktidarların özü aynı kalıyor, partilerin ve kemik taraftarlarının hassasiyetlerine göre uygulamalardaki sapma derecesi farklılaşıyor

ZEYNEP KOÇAK

03.09.2018

24 Haziran seçimlerinden beri, aslında 1991’de Mehmet Altan’ın yazısıyla başlayan İkinci Cumhuriyet tartışması yeniden alevlendi. Özellikle Taner Akçam, artık Birinci Cumhuriyet Devri’nin kapandığını, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın 24 Haziran çıkarmasıyla birlikte İkinci Cumhuriyet’in kurumlarıyla birlikte tesis edildiğini yazdı. İkinci Cumhuriyet tartışmasına Hasan Cemal’in verdiği cevap daha iyimserdi: “İşlemiş olduğu Kemalizm’in günahları ile Türkiye’nin bugünlere savrulmasında ve İkinci Cumhuriyet’in sahne almasındaki payı büyük olan Birinci Cumhuriyet henüz tümüyle noktalanmadı. Evet, İkinci Cumhuriyet kapısını açtılar, ama daha işin başındalar.”
 
Önce 24 Haziran’dan 1991’e geri saralım ve bu tartışmanın kaynağına dönelim. Mehmet Altan 31 Ocak 1991’de yazdığı yazıda, artık İkinci Cumhuriyet’in gelmesi gerekiyor derken, cumhuriyetin demokratikleşmesinden, askerî vesayetin kılıflanmış şekli olan yapının ortadan kalkmasından, ülkenin eli sopalı bir sınır memuru olma vasfından vatandaşını üretken ve demokratik olması için teşvik eden ve bu açıdan minimum şartları sağlayabilen, temeldeki çarpıklıkları ortadan kaldırmaya yönelik bir yeni tanımlamadan bahsediyordu. “Eski geleneklerimizdeki” diyordu Altan, “anti-demokratik gölgeleri temizlemeden, önümüzü açamayız.” O zamana kadar süregelmiş cumhuriyetin, iddia ettiği demokratik temelleri ancak ve öncelikle halk egemenliğini ve hukukun üstünlüğünü tesis etmek yoluyla bir “egemenlerin savaşı” olmaktan çıkarılabileceğini söylüyordu.
 
Bugüne dönelim. Taner Akçam 28 Haziran’daki yazısına “İkinci Cumhuriyet’e hoş geldiniz” başlığı atarak başlıyor. Taner Akçam’ın İkinci Cumhuriyeti’nin Altan’ınkiyle hiç alakası yok tabii ki: Akçam’ın (ve Hasan Cemal’in) İkinci Cumhuriyeti, 1923 dönemi cumhuriyetin kuruluşuna benzer şekilde son iki-üç yıl içinde Erdoğan tarafından kurulmuş, Erdoğan’ın başkanlık ettiği cumhuriyettir. Akçam, İkinci Cumhuriyet’in kuruluşunu 2 Ağustos’taki yazısında daha açık anlatıyor. 24 Haziran’ın, 7 Temmuz’un ya da 15 Temmuz’un bu cumhuriyetin kuruluş tarihleri olarak alınabileceğini söylüyor. Her iki yazısında da İkinci Cumhuriyet’in neden ikinci olarak nitelenmesi gerektiğinden çok, Birinci ve İkinci Cumhuriyet’ler arasındaki farklılıkları ve ortak noktaları anlatıyor.  
 
 
Değişmeyen şeyler
 
Gerçekten Türkiye Cumhuriyeti, bir cumhuriyetten bir diğer cumhuriyete geçecek kadar değişmiş olabilir mi? Karşımızdaki, lideriyle sistemiyle yepyeni bir cumhuriyet mi? Kan ve vatan düsturuyla kurulmuş bir ülkenin, sahneye çıkarttığı el kadar çocuğa vatan için ölmesi gerektiğini anlatan bir başkanıyla karşı karşıyayız. Sivas’ta kitleleri yürütüp yöneterek, gerektiğinde müdahale edip gerektiğinde başını başka tarafa çevirerek ve aynı tavrı “hiçbir şey yapmadık” olmasın diye yakalanan linççilerin yargılanmasında da gösteren bir hükümetin zaman içinde kuruluş evrimini tamamlayarak bugün bu kitleleri meşru birer orduya çevirmeyi başarabilmiş bir AKP’ye dönüştüğünü görüyoruz.
 
Cumartesi Anneleri’nin de bu konuda diyecek bir şeyi var aslında: Kenan Evren öldü, ama 12 Eylül devam ediyor. Yani aslında değişen pek de bir şey yok. Değişmeyen şeylere birçok örnek verilebilir; tüm bu kurumlar ve yapılar 1923 Cumhuriyeti’nin devamı olarak okunabilir, bence okunmalıdır da. Çünkü Akçam’ın da söylediği gibi, “aslında aralarında esasa ilişkin bir farkı yoktur.”
 
Usûle ilişkin farkların başında ise yasama-yürütme sisteminin değişmesi ve askerî vesayetin kaldırılmış olması geliyor. Hukuk yapılarına yirmişer yıllık dönemlerle yerleştirilen taraflı gruplarda, hukukî esasa ve usule uygunsuzluklarda, liseden yetiştirilen üniformasız askerlerde, belli bir takım okulların kapanıp diğer ideolojilere hitap edilen okulların açılmasında, medya baskınlarında ve baskılarında, Türk olmayan tüm grupların dışlanmasında, erkek olmayan tüm güçlerin ciddiyetsizleştirilip silinmeye çalışılmasında, yandaş olmayan tüm grupların şeytanlaştırılmasında, idam geldi mi gitti mi tartışmalarında, ekonomideki dalgalanmalarda genelde değişen şey, derece ve sıra farkı. Başa gelmiş hükümetlerin ideoloji diye, o güya ideolojilerin otomatik getirdiği yandaşların dışında kalan fakire, açgözlüye “milli hassasiyet” diye yutturmaya çalıştığı bir takım sarsak ve manipülatif iddialarda saklı değil aslında değişen şey; her gelen zaten öncekinden yukarıda saydığım şeylerde bir tık daha iyi olduğunu anlata anlata gelmiş. Tam aksine, bu hükümetlerin kendilerine, kendi iç yapılarına, kendi iç amaçlarına uygun “özel hassasiyetler” üzerinden değişiyor bu kriterlerin derecesi.
 
Yani, Türkiye’de iktidarların özü aynı kalıyor, uygulamalarda kendi partilerinin ve kemik taraftarlarının hassasiyetlerine göre uygulamalardaki sapma dereceleri farklılaşıyor.
 
Değişmeyen bir şey daha var: Hükümetlerin siyasallaşma şekli. Birinci Cumhuriyet denen şey, “ötekinin varoluşsal olumsuzlanması” üzerine kurulu (Carl Schmitt, Siyasal Kavramı). Devletin CHP ile özdeş olduğu ilk hükümetten devşirilmiş ve usûlen hiçbir farklılık gösteremeyen bir AKP özelliği daha budur: Kendini düşman ile var etmek. Çünkü hem CHP devletine, hem bugünün CHP’sine hem de AKP’ye göre “devlet, cumhuriyet, toplum, sınıf, egemenlik, hukuk devleti, mutlakiyetçilik, diktatörlük, plan, tarafsız ya da bütünsel devlet, vb. sözcükler eğer bunlarla somut olarak kimin kastedildiği, olumsuzlandığı, yok edilmeye çalışıldığı ya da kiminle mücadele edildiği bilinmezse, hiçbir anlam ifade etmezler.”
 
Hâliyle iç düşmanların varlığı Türkiye Cumhuriyeti’nde kurucu unsurlar arasındadır: İttihatçı bir gelenek ile kurulmuş, yetmiş milleti bir arada tutan bir sınır bekçisi ulusun bu biraradalığı sağlayabilmek için en aslî gerekliliklerinden biri düşman tehdidi. İç düşman, en kolay, en çabuk hedeftir: Nasıl olsa her iktidarın muhalifi olmak durumundadır, olmazsa zaten devlet, yahut cumhuriyet Schmitt’in siyasal kavramını karşılayan bir bütün olamaz.
 
Daha önceki iç (ve aynı anda dış) düşmanlar Ermenilerdi, Kürtlerdi; AKP iktidara gelince Kürt “hassasiyetini” kaldırıverdi bir süreliğine. Sonra geri getirdi, kendisine lazım olduğunda. Hemen ardından (ya da eş zamanlı, buradaki vurgum zamana değil) FETÖ hassasiyeti çıktı, FETÖ’ye bağlı olarak askerî okullar hassasiyeti çıktı, bu arada asker-düşmanlar ortaya çıkıverdi, sonra hepsi kapandı; şimdi ortada temelde akademisyenler ve gazeteciler için hazırlanmış bir muhalif-düşman torbası var.
 
Bugün ben de Akçam gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinde, Erdoğan sayesinde gelinen nokta da dahil olmak üzere bir değişiklik olduğuna inanmıyorum. Akçam’dan farklı olarak usûle ilişkin yapılan değişikliklerin bugünün iktidarını bir önceki cumhuriyetten ayıracak nitelikte olduğunu da düşünmüyorum. Rejim değişebilir, hukukî düzen değişebilir, bunların çoğu, aynı “halk egemenliği” teriminde de olduğu gibi, salt isimlerden ibarettir. Aşağı yukarı bir devletin yönetim şeklinin girdiği sınıflandırmaya dair fikir verebilir. Siyasallaşma şekli, devletin anayasasının lafzından çok ruhunda dayandığı temeller aynı kaldığı sürece, AKP, ancak İttihatçı düşünceyle kurulmuş bir Türkiye Cumhuriyeti’nin devamı ve hattâ en iyi uygulayıcısı olmaktan ibarettir.
 
AKP hükümeti sanki Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923’ten beri temsil ettiği her şeyin çukur aynası gibi: Her türlü sosyal kurumun, toplumsal geleneğin, hukuki hegemonyanın daha ilk başta ima edilen şeklini gerçekleştirebilmiş bir kurtuluş kurgusu.
 
 
Değişimsizliğin Garantörü: CHP
 
Bu geleneğin, ülkenin temelinde sarsılmayacak bir biçimde durmasını sağlayan ilk etkenlerden biri kurtuluş miti ve kuruluşun öngördüğü sistem, şüphesiz. Fakat, bu sistemin çarklarında bu gelenekselleşmişliğin varlığının garantörü olan, her zaman CHP. Hâlâ bir adım geriye, sağa sola, az bir şey yana gitmeden Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş mitinde öngörülen temel anlayışları savunan bir CHP, yani kurulduğu şekliyle Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil eden bir CHP, bu sistemin ve hattâ tüm bu sistemlerin sadece garantörü değil, aynı zamanda en büyük kazananı.
 
Bunu anlayabilmek için öyle çok geriye de bakmak gerekmiyor. Birçok kişi açısından AKP’nin bugün burada olmasının en büyük sorumlularından birinin CHP olduğu gayet açık. Fakat CHP, sadece sorumlu mu? Hayır, CHP iktidarların kurtuluş mitini ve kuruluş temellerini en yüksek seviyeye taşıyabilmesi için bir iştirakçi. CHP’nin iştiraki, her türlü iktidara uyum sağlayan bir iştiraktir. Artık geçmişe bakılınca anlaşılıyor ki CHP’nin iştiraki, kendine düşen ana muhalefet rolünü her zaman dönem iktidarının çıkarına uygun kullanmaktan geçer. CHP’nin iktidar olmaya hiçbir zaman ihtiyacı olamaz, çünkü temsil ettiği her şey bugün AKP ile zirvesini yaşıyor. İşte bu nedenle CHP’nin attığı ya da atarmış gibi yaptığı her adım, aslında AKP’den yahut mevcut iktidardan çok daha büyük bir şeyin varlığının sürekliliğini tesis etmek için: Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana taşıdığı ve işte bugün doruğa ulaşmış ne kadar dışlayıcı, anti-demokratik, kimlik ve dost-düşman ikiliği üzerine yaratılmış ne kadar Türk, eril, “kan ve vatan” düsturuna dayanan politik mekanizma varsa, onların hayatlarına yükselerek devam ettiğinden emin olmak.
 
İşte bu nedenle, CHP var olduğu ve bu minvalde hayatını sürdürdüğü sürece, cumhuriyeti birinci ya da ikinci olarak ayırmamızın bir anlamı olduğuna inanmıyorum. Eğer cumhuriyetin bir dönemi bir gün kapanacaksa ve yeni bir dönemi açılacaksa, bu totaliterlik seviyeleri değişen hükümetlerin birbirinin yerine geçmesiyle değil, kötü vezir CHP’nin değişmesiyle olacaktır.