Her kapıyı açan anahtar
Marx’ın esas derdi işçilerin daha yüksek standartlarda hayat sürmesi değil, işçilik diye bir insanlık konumunun ortadan kalkmasıydı.
23.01.2021
İnsanın elinde dünyayı anlamayı sağlayacak hazır formüllerin bulunması ne hoş olurdu. Ama yok. Olamaz da. Buna rağmen, aklı iki taşı yontmaktan gayrısına ermeye başladığından beri insan grup grup ayrışıyor, her grup bu formüllerden birine veya öbürüne sahip olduğunu iddia ediyor, birbirimize giriyoruz. Çoğu zaman, kendi formülümüzü dayatmak için örgütleniyor, silahlanıyor, ikna olmayanı ezip zorla yola sokmak için türlü zulümler eyliyoruz.
Dünyanın egemenlerinden ve onların kendi çıkarlarına göre işlesin diye kurduğu düzenden memnun olmayanlar bir vakte kadar dünyayı daha kolay anlıyorlardı. Çalışmayan, başkalarını çalıştırarak onların sırtından geçinen, bu mekanizmayı sürdürebilmek için silahlı kuvvetler donatmış ezenler, sömürenler bir yanda, zorla çalıştırılan, ezilen, sömürülenler öbür yandaydı ve bu apaçık gözüküyor, mekânlarından kılık kıyafetine ayrışmış iki toplum, birbirine değmeden varlığını sürdürüyordu.
Yoksun çoğunluğa zaten sadece bu şans bırakılmıştı: hayatını sürdürebilme. Varkalabilmek için zengine, egemene hizmet etme. Çoğu zaman bu da mağdurun seçimine bırakılmıyordu. Her durumda düpedüz zor kullanılmıyordu da, mağdur mecbur bırakılıyordu.
Üsttekiler alttakilere değmeden yaşayabiliyorlardı, çünkü onlara değmelerini gerektirebilecek sadece bir-iki zorunlu vesile vardı: İş başında kaytarmamalarını sağlamak, ay sonunda ücretlerini vermek, isyan halinde onları dövmek, vurmak, hapsetmek, öldürmek. Bu işler için de yine yoksun çoğunluğun arasından vazifeliler ayarlıyor, onlara birtakım ayrıcalıklar sağlıyor, kirli işlerini bunlara yaptırıyorlardı.
ABD şirketi Belçika’daki fabrikasını Endonezya’ya taşıyacağında direnişe geçen Avrupalı işçinin, kendisininkinin yirmide biri kadar paraya çalışan, elektriksiz evde, her sabah bir kilometre öteden su taşıyarak çocuğunu büyütmeye uğraşan Endonezyalı işçi için, “Onlar bir tabak pirince çalışıyor, biz yapamayız, bizim bir hayat standardımız var,” dediği günlere gelindiğinde işler karışmıştı. Kendi de horlandığı halde kendisiyle aynı dükkândan alışveriş edemeyen o işçiyi hakir gören de vardı. Üst tabakaya mı alttaki çoğunluğa mı mensup olduklarını kendileri de bilemeyenler, hazır formülleri baştan geçersizleştiren, fazla kalabalık gruplar meydana getiriyorlardı.
Anahtarı kırdık
Aslında Karl Marx çıkıp, bakışlarımızı ve dikkatimizi sınıf gerçeğine yöneltmemiz gerektiğini bildirdiğinden beri de ortada epey karışıklık vardı. Zaten Marx da, “Buraya bakın, sihirli formül burada!” demek istememişti. Tam aksine, eleştirel eleştirinin eleştirisinden falan sözediyordu. Baştan aşağı bizzat eleştiri diye nitelenebilecek bir düşünce sistemine hepimizi davet ediyordu. Kavimleri, ırkları, milletleri özne sayarak tarihi açıklayamazsınız, diyordu, tutarlı ölçütleri bunlardan elde edemezsiniz. Muhteşem padişahlar, gözüpek krallar, hain entrikacılar, efsaneleşmiş kahramanlar, heykeli dikilenler, ardından sövülenler yaşadıklarımızı kavramamıza yetmez, diyordu. Marx’a göre, tarihi ve toplumsal olayları izah edebilmek, kavrayabilmek için sağlam ve marifetli bir anahtarı ancak etrafı temizleyip, fuzulî olanı ayıklayıp sınıfsal çelişkilere ulaştığımızda elde ederdik.
Yani adam anahtar dedi. Biz ne yaptık? Anahtarı çekiç, kerpeten, pense, tornavida, rende, derken, ayakkabı çekeceği, diş fırçası, çaydanlık, giderek mikroskop, dürbün, saç kurutma makinesi, bisiklet, helikopter, yıldız haritası, kutsal kitap, tank, savaş uçağı… ve başka pek çok şeyin yerine geçirdik, ondan bütün bu alet, cihaz ve silahların işlevlerini gerçekleştirmesini talep ettik. Anahtar kırıldı, bu işin sonunda. Saat tamircisi gibi sakin ve dikkatlice kırık anahtar parçalarını birleştireceğimiz yerde, anahtarın orijinal malzemesinden, kullanılmışlığından, yaşamışlığından zerre barındırmayan, seri imalat anahtarlar ürettik.
Bunlar, otellerdeki kat görevlilerinin özel anahtarları gibi, hakikaten her kapıyı açıyorlardı. Yalnız bu kapılar sadece tek otelin tek katındaki odalara aitti. Biz de, sabah gözünü o katta açan, geceye kadar sadece o kapıları açıp kapatan kat görevlileri olarak kaldık. Dünyamız kattan ibaretti, bu yüzden onun köşesini bucağını tanıdığımızı, içindeki her kapıyı açabildiğimizi iddia ediyorduk Doğruydu, çünkü dünyamızı kattan ibaret kılmıştık. Konuşurken aynı katlardan sözetmiyor, birimizin gördüğü odalardan öbürünün haberi olmadığı halde bunlar üzerine bol bol tartışıyorduk. Takatimizi ardında işe yarar hiçbir şey bulamadığımız kapıları açıp kapatırken tüketiyorduk. Değiştirebildiğimiz tek şey, yeni yeni müşterilerin çarşafları oldu.
Gün gelip de sınıf zemininde sınıf aidiyetiyle tanımlanamayacak insan grupları neden ezildiklerini yüksek sesle anlatmaya ve haklar talep etmeye başladıklarında, anahtarımızı elimizden alıyorlar diye onlara kızdık. Fakat kısa zamanda gördük ki, haklılar. Kim niye eziliyorsa oradan itiraza hakkı vardı elbette. Bir yandan, bu yeni çeşitliliğin dünyadan eşitsizliği, adaletsizliği süpürüp atmak isteyenlerin önünde yeni kapılar açabileceği seziliyordu, öbür yandan, gücü tek otelin tek katındaki kapılara yeten seri imalat anahtarlarımızın bunların kilidine uymayacağı da öngörülebiliyordu.
Marx’ın derdi
Oysa Marx, “bilimsel” açıklamanın bütün iyiliklerin anası sayıldığı bir dönemde, içinde yaşanan eşitsizlik düzeninin ipliğini tâ kökünden çekip pazara çıkarabilmek için artık-değerle onca uğraşmıştı, ama esas derdi bu değildi. Esas derdi işçilerin daha yüksek ücret alması, daha yüksek standartlarda hayat sürmesi de değildi. İşçilik diye bir insanlık konumunun ortadan kalkmasıydı. “İnsan”a, “kendini gerçekleştirme” güdüsü, iddiası gibi, yaratıcılık gibi özellikler atfediyor, insan denen yaratığın ayırt ediciliğini burada görüyordu. Bir yönüyle de insan haysiyetinden bahsettiğini apaçık görebilirdik, kapitalistlerin dünyaya ve insana bakışı olan ekonomizmden kendimizi kurtarabilseydik. İşçi, gün boyu aynı mekanik hareketi tekrar etmeye mahkûm edilerek insanlığından çıkarılan bir canlıydı ve “kendini kurtarır”ken, yani böyle bir konumu, birilerini bu konuma sokan böyle bir ilişkiyi reddedip ortadan kaldırırken, bütün insanlığı da kurtaracaktı.
Sınıf meselesinin bireysel boyutunu neredeyse bütünüyle ihmal ederken, siyasî ve toplumsal boyutunu da altından rendeleyip, üstünden törpüleyip, kolunu kırpıp, bacağını kesip, sığsın diye parçalarına ayırıp, sonra yanlış birleştirip, artan parçalardan da birtakım şekilsiz nesneler imal etmek sûretiyle ucûbeleştirdik.
İstiyoruz ki, tak!, burjuvazi, tercihen tekelci burjuvazi falan birilerini teşhis edelim, tak!, siyasetçilerin bunların hizmetkârları olduğunu gösterelim, tak!, neyin niye yapıldığını açıklayacak verilere kavuşalım. Bu imkânsız. Birçok bakımdan imkânsız, ama öylesine kallavi başka bir olgu var ki toplumların hayatında, kırıp yanlış yapıştırdığımız, üstelik orijinalinin ince işçiliğinin yanına yanaşamayacak taklitleriyle iş görmeye kalktığımız anahtarımızla oraya açılan koridorlara ucundan bile bakamadık. Anahtarımıza altından kalkamayacağı işlevler yüklemek yerine onu nerede nasıl kullanmamız gerektiğine doğru dürüst kafa yorsaydık şüphesiz olan biteni anlamayı başarabilecektik. Bugün, Marx’ın ulaşma şansına sahip olmadığı birçok bulgu ortaya çıktıktan ve bunlara dayalı çıkarsamalar yapılabildikten sonra, biliyoruz ki, tarihte zora dayalı egemenliğin (“devlet”), sınıfsal yapının iktisadî temelinden önce boy göstermiş olması ihtimali var.
Bu kadar soyutluk, haftalık gazete-site yazısının sınırlarını çoktan zorladı, bana yüklü trafik cezası yazdırır. Bütün bu lafların gündelik mânâsı nedir, ona gelmem lazım artık. Bunu ayrı bir yazıda yapabileceğim.