Hikâye kaleydoskopu
Hafıza ve hikâye arasındaki küçük oyun: Bir yaşanan var, bir kaydedilen, bir de anlatılan.
15.09.2022
Çoğu zaman hikâyeleri kendimizin anlattığına inanırız. Öyle ya biz yaşamış, biz toplamışızdır onları. Oysa hikâyeler bizi anlatır. Ondan sebep değişir zaten anlatılan her seferinde. Hikâyenin özne hakkından.
Hikâye hakkını ister usulca. Fark edilmeyi. Hangi ayrıntıyı öne çıkardığımız, neleri atladığımız bir şeyler söyler kendi içinde. Hesapta içerik aynıdır, oysa her şey değişmiştir bir dahaki sefere dile geldiğinde.
Hafıza ve hikâye arasındaki küçük oyundur bu. Hikâye kaleydoskopu derim ben ona. Bir yaşanan var, bir kaydedilen, bir de anlatılan. Anlatılan yeni yaşanmışlıklar kaydeder hafızaya. O yüzden sadece yaşadıklarımız değil, anılar da değiştirir bizi, elbette iznimiz ve irademiz olursa.
Çocukluk anılarınızı düşünün. En temel hikâyelerimizin başında bu küçük yaş maceralarımız gelir. Şu ya da bu sebeple iz bırakmış o ilk anılar. Onlardan birinde babamla Pazar günü çarşı gezmesindeyiz. Birbirimize ayırdığımız zaman, birlikte olmaktan alınan keyif diye tanımlanabilecek bir ritüel bu. Ve her seferinde elimde mutlaka gümüş rengi alışveriş torbam olacak. Altını değil gümüşü sevmek de o günlerden hatıra.
Dalgınlığım da çocukluktan miras kaldığından, bir çarşı gezintisi sırasında o gümüş torbayı elimden düşürmüşüm. Tabii gözyaşları bütün bir Pazar günü boyunca fora. Ertesi akşam babam elinde benim gümüş alışveriş torbasıyla çıkagelince, mutluluğum da bir o kadar coşkulu. Yeri gelmişken, sonraları kaybetmemek ve geri çağırmak için hep çaba harcamamız gereken şey o coşku. Oyun ciddiyeti… Hemen sormuştum babama nerede bulduğunu torbayı. Çarşıya giden yolda giriş katı pervazında bulmuş, biri bulup koymuş oraya. Hikâye bu. Ben büyüdükten çok sonra bile bu hikâyeyi böylece sahiplendim. Ta ki günlerden bir gün gülümseyerek “Kızım, aradım ama bulamadım. Ertesi gün gidip o çantanın aynısını satın aldım” diyene kadar babam. O zamana kadar tanımadığım iyi bir insanın inceliğiydi hikâyenin özeti, sonrasında babamın sevgisi oldu. Öyle de kaldı.
Bugün hatırladığımda kayıplarla, yasla büyümek adına bir şeyler söylüyor bana bu küçücük hikâye. Gümüş rengi alışveriş çantasını ilk günkü gibi hatırlıyorum. Ama artık umrumda olan o değil. Bulunması da değil. Eşyanın hatrı var elbette. Kaybettiğine çok üzüldüğün bir şeyle. Gözünün önüne getirdiğinde oradalar ama. Hem de bir tamamlanmışlık duygusuyla. Sen onlarla anı sahibi olacak kadar çok şey yaşadın. Şimdi kim bilir neredeler, kimlerle yeni bir hikâyedeler. Oysa ana-baban yok artık ve kayıp bir çantayı bulabilme ihtimaline benzemiyor ana-baba kaybı. Boşluğun hikâyesiyle baş başa kalıyorsun. Yeni kelimeler bulmanın arifesinde.
Kelimelerin gücü adına
Patrick Watson’ın “Je Te Laisserai des Mots” (Kelimeleri Bırakacağım Sana) şarkısı hikâyeleri düşündürür bana. Sadece mırıldanmakla yetindiği enstrümantal ağırlıklı ilk bölümde mutlaka bir yerlere uçarsın. Çoktan unuttuğun ufacık bir anı gelir bulur seni. Kederli bir sevinçle. Sonra şarkının sözleri girer araya usulca:
Kelimeleri bırakacağım sana
Kapının altından
Şarkı söyleyen ayın altından
Ayaklarının değdiği yerin yakınına
İnlerinde saklı kış mevsiminin
Ve yalnız olduğunda bir anlığına
Ne zaman istersen
Öp beni
Ne zaman istersen
Öp beni
Ne zaman istersen
Öp beni
Ne zaman istersen derken her arzuladığında öp beni, diyor sanki. Keşke beni öpmeyi hep istesen, diyor hatta. Sadece sevgiliye söylenecek kelimeleri var. Gizlice kapı altından emanet edip onu bu kelimelerle baş başa bırakmak istediği. Sevgilisine bu kelimelere inanmak ve kendi kelimelerini bulmak için zaman verdiği. Öpülmeyi dileyerek. Bir aşk için dua ederek. İçinde bir sürü şey daha var mutlaka. Söyleyemediği.
Eskiden herkesin kastettiği şeyi söylediğine inanırdım. Kelimeler kutsal olduğundan benim için. Bir de henüz kandırılmadığımdan. Sonra baktım, insanlar laf olsun diye de kocaman cümleler kurabiliyor. Yerini bulmayan, arkasında durulamayan kelimeler başıboş salınıyor ortalıkta. O yüzden hava kirliliğinin yanı sıra kelime kirliliği de olduğuna inanıyorum artık. Çok ve boş konuşuyoruz. Yalan söylüyoruz. Küçük cinayetler işleniyor kelimelerle ve hayat hiçbir şey olmamışçasına devam ediyor anında.
Sadece biri için, sadece inanarak ve başka türlü ne yapacağını bilemediğinden kelimelere sarılmak nasıl büyük bir güç. Nasıl bir hak teslimi. Hikâyeler böyle insanlara ihtiyaç duyar hep. Yaşadığının biricikliğini fark eden, her şeyiyle ona sahip çıkan, onunla birlikte anlatıldıkça dönüşmeye hazır birilerine. Özü sözü bir olanlara.
Hikâye, yaşayanlarını ve her küçük ayrıntıyı yüceltir. Sadece yaşanan değildir mesele. Sen bunu yaşarken ne hissettin? Üzerinde ne vardı o gün, etrafındaki kokular sonra… Ne yiyor, ne içiyordun? Rüzgâr var mıydı? Işık, karanlık? Şimdi duruyor mu o yer? Neredeydin tam olarak? Sana o anıyı çağrıştıracak bir şeyler kalmış mı geride? Aradan geçen zaman hikâyeye eklenir. Bugünkü aklınla o zamanki hâline bakarsın. Aptallıklarını bağışlarsın. Acıya gülümsemeyi öğrenirsin. Hikâye en çok da zamana teslim eder hakkını. Sen unutsan, o hatırlatır kendini. Yaşananı, yaşayanı ve bugünkü seni. Tamamlanırsın parçalandığını düşündüğün yerden.
O yüzden sanat var ya zaten. Bir an için geri çekilip hikâyelerin kıymetini bilmek için. Hayatın dağdağası içinde bir şeyleri yaşamakla meşgulken, başımıza geleni anlamaya fırsatımızın olmadığı zamanlar var. Zamanı bükebilmek belki de en zor, en mucizevi büyü. Sanat hayatı bir anlığına durdurur. Akış yavaşlar, başa sarar. Çevrenin gürültüsü boğulur. Başka bir döneme, başka bir yere ışınlanırsın. Anıların hayal gücüne aittir bu diyar. Anılar da düşler ne sandınız. Ne uygun görülmüşse, payına ne düşecekse onun içinden geçeceksin. Başka türlüsünü düşünme bile.
Emanet kelimeler, susulan kelimeler
Büyük oyalanışımızdan değil, küçük duraklamalarımızdan ibaret hayat. Bizi bir anda unufak eden bir film karesi, yanımızdan ayıramadığımız bir kitap, her işittiğimizde sadece bizim için söyleniyormuş gibi gelen o şarkı, en zor anda imdada yetişen o şiir, tene dokunur gibi okşamak istediğimiz o heykel, baktıkça içinde yok olduğumuz o resim, o fotoğraf durdurur her şeyi. Ve başlatır asıl hikâyeyi.
Kendi hikâyemle başa çıkamadığımda, hep başka bir hikâyeye sığınırım. Hayatın sınırsız olasılıklarını hatırlamak, bu dipten er geç yine bir dalgayla havalanacağımı bilmek güç verir bana. Teslim olurum. Bugün böyle. Ve kayıp bir gün de değil. Sadece ağır. Kelimelerini seçmeye takatim ya da cesaretim yok besbelli. O zaman başka bir hakikat kurgusu gelsin bulsun beni. Çocukluğumdaki gibi gelip beni bulunduğum ama sığışamadığım bu kapalı yerden alsın, mevsimi değişik, havası suyu farklı, insanı yabancı bilinmedik bir diyara ışınlasın. Sığınılacak bir hikâye oldukça, umut var. Hayat kendini hatırlatır, sen içine kapandığında. Bak, tam buradayım. Az gayret et hele. Eşlik et hiç değilse. Sen adım at, ben bulacağım seni yine bütün ışığımla. İnan bana. Sabret, içinden geç bugünün. Yarın daha katlanılır olacak bir şekilde dünya.
Bazı hikâyeleri en yakınına bile anlatamazsın. Kendine cümlesini kurmamışsındır daha. İçinde tortu olarak kalır her şey. Birikir, arada toz bulutu olarak havalanır, sonra yine dibe çöker. Derken günlerden bir gün tanımadığın biriyle, rastgele yan yana geldiğin bir anda neden bilinmez o yabancı birden en mahrem hikâyesini sana anlatmayı seçer. Emanet hikâyedir bu. Belki bir daha hiç karşılaşmayacağınızdan aldığı cesaretle, bir ihtimal o hikâyeye hak ettiği kıymeti vereceğine dair sebepsiz bir güvenle paylaşır seninle. Kalabalığın ortasında, kuytu bir köşede dünyalar yıkılır, dünyalar kurulur. Kimsenin ruhu duymaz. Ve sen de bir anda konuşmaya başlarsın. Ağzından akan kelimeler o tortuyu yüzeye fırlatır. Karşındaki kum fırtınası kaldırmaya razı ve hazırdır. Hikâyeler dile gelir ve sonra yollarınız ayrılır.
Bazı hikâyelerse sessizlikte paylaşılır; birlikte susarak. Titreşim olarak hissedersin söylenmeyen kelimeleri. Bir anı daha oluşur hafızanda en kıymetlisinden. Birlikte susabildiğini bulmanın minnetiyle. Ta içinde. Sessizce. Şükredersin hikâyene ve bunu paylaşabildiklerine…
—–
Kapak Görseli: Luisella Planeta (Pixabay)