Hitler Üzerine Notlar – 5 / “Fetih medeniyeti”

Yazarımız, Bismarck ve Napolyon Bonaparte ile Hitler’i karşılaştırır. Haffner’e göre ilk ikisi devlet adamıdır, Hitler değildir.

ÜMİT KIVANÇ

03.01.2020

Sebastian Haffner, anayasalı, yasalı, kurallı devlet organizasyonunu “yıkma”nın ve yerine ancak kendisinin birarada tutabileceği parçalı, kaotik bir yapıyı geçirmenin tek-adam rejimi için nasıl elzem olduğunu, Hitler’in yükseliş sürecinde bunu nasıl “sessizce” gerçekleştirdiğini pek güzel anlatır. Nasyonal Sosyalistlerin vurucu gücü SA’ların yanısıra bizzat partinin nasıl işlevsizleştirildiğine dikkat çeker. Parti-devletinin bütün unsurları, geleceğin potansiyel lider adaylarının özel destek aradığı, tek başlarına iktidara talip olamayacak, ancak Führer’in otoritesi altında biraraya getirilip eşgüdüme sokulduklarında devlet mekanizması diye adlandırılabilecek ve devlet iktidarından payına düşen kudrete sahip olabilen ayrı ayrı birimler halindeydi; “Yani topyekûn bakıldığında sadece Hitler’in şahsının birarada tuttuğu ve onun ortadan kalkmasıyla bütün çıplaklığıyla gözler önüne serilecek bir devlet kaosu. Ve bu kaos bizzat Hitler tarafından yaratılmıştı…”
 
Keyfîlik için devleti parçalama
 
Tek-adam iktidarlarının aslî -ve çoğu zaman yegâne- hedefinin kendilerinin varlıklarını sürdürmeye (“bekâ”), pratikte, o tek-adamı başta tutmaya dönüşmesi, işte, koskoca devletlerin kaotik yaşantılardan kurtulup devlet mekanizması olarak iş görebilmek için liderin otoritesine ve birleştiriciliğine muhtaç hale gelişinde kendini gösterir: “…Hitler bilerek ve isteyerek, en farklı müstakil muktedirlerin herhangi bir sınır olmaksızın birbiriyle rekabet içinde olduğu, yollarının kesiştiği, yanyana ve karşı karşıya durdukları ve bütün bunların tepesinde de sadece kendisinin olabildiği bir statüko yaratmıştı. Sadece bu şekilde, sahip olmak istediği, bütün yönlerde sınırsız, mutlak hareket özgürlüğünü sağlama alabilirdi.”

Açık ki, böyle bir statüko, başta devlet kurumları, organları, herkes için geçerli yasaların, hukukun, adaletin soluk alabileceği bir ortam oluşturmaz. Tek-adamın böyle bir statüko isteme sebeplerinin başında bu gelir: keyfîliğin iktidarına geçiş. Öte yandan, dünyevî ihtirasları için “güçlü devlet”e ihtiyaç duyan tek-adam açısından bu statüko risksiz de değildir. Tek-adam için keyfîlik şart fakat riskli.

Risk göze alınacaktır, vaktiyle de alındı, çünkü Hitler “…tamamen doğru olan şu hisse sahipti: Her türlü anayasal düzende, en güçlü anayasal organın dahi yetkileri kısıtlanır. Anayasal bir devletin en güçlü adamının bile önüne, en azından sorumluluk ve yetki alanları bariyerleri çıkar, anayasa onun herkese ve her şeye emretmesine imkân vermez ve yine en azından devletin onsuz da işlemeye devam etmesini sağlamak için gerekenler yapılır anayasal düzende.”
 
Tanıdık bildik sular
 
Tek-adamın, iradesini sınırlayabilecek bütün kural, kurum ve işleyişlerden kendini kurtarma gayreti yalnız hukuk-adalet, kurumsallık, kuvvetler ayrılığı alanlarında sonuçlarını gördüğümüz bir yıkıcı faaliyet değildir. Sınırsız-dizginsiz keyfîlik, tek-adama siyasî düzlemde de mutlak başına buyrukluk sağlayabilmelidir. Hitler, “bağlayıcı kararlardan hiç hazzetmezdi (…) sadece siyasî gücüne devlet nizamıyla sınır konmasından değil, iradesine sabit bir hedefin tesbitiyle sınır konmasından bile korkuyordu”. Tek-adam rejimlerinin ne ülke içine ne de dışarıya yönelik olarak güvenilir, istikrarlı, tutarlı politikalara sahip oluşları, büyük ölçüde, tek-adamın başı sıkıştığında karar -ve politika- değiştirebilme imkânını sürekli elde tutma ihtirasının ürünü. İç ve dış politikada tutarlılık sağlayabilecek kurumların zaten tepedeki tek-adamın birleştirici otoritesi olmaksızın birlikte iş göremeyecek halde oluşu, sigortasızlığı, dağınıklığı pekiştirir. Hitler, nihaî hedef olarak zaman zaman telaffuz ettiği “Büyük Cermen İmparatorluğu” için coğrafî sınır çizme zahmetine girmemişti. İnsanı sınır mınır her türlü ayrıntı işten kurtaran “Türk’ün Cihan Hakimiyeti…” gibi formüllere ise muhtemelen o dönemin Alman mükemmeliyetçiliği izin vermemişti.

Haffner, Hitler’in meşhur Lebensraum (Hayat Alanı) iddiasının hiçbir zaman, siyasî ve askerî hedefe dönüştürülecek şekilde somutlaştırılmadığına dikkat çekiyor: Hitler’in kafasındaki “yeni imparatorluk”un, “…olsa olsa sürekli olarak ilerleyen ve belki Volga’da, belki Urallar’da, belki de ancak Pasifik kıyılarında duracak bir ‘savunma sınırı’ olacaktı”. Bu nedenle, “Alman ulusunun içsel olarak hazırlı olması gereken ‘hep bir sonraki adımdan’ sözeder Führer.

Burada iyice tanıdık bildik sulardayız: “…sabit ve yerleşmiş olan hareketli hale getirilmeli ve yuvarlanmaya başlaması için ilk ivme verilmeli, her şey geçiciliğe göre ayarlanmalı ve bu geçicilikten hareketle tamamen otomatik olarak sürekli değişim, büyüme ve genişlemede ısrar etmeli.” Böyle söyleyince o kadar tanıdık bildik gelmedi mi? O halde devamını okuyalım: “Alman İmparatorluğu bütünüyle bir fetih aracı haline gelebilmek için devlet olmaktan vazgeçmeliydi”. (Haffner’in burada anayasalı, modern bir devlet tanımından hareket ettiğini belirtmem herhalde gerekmez.)
 
“Fatih” ile “devlet adamı”
 
Başlıbaşına makale sıkletindeki bu cümlenin ardından yazarımız, Bismarck ve Napolyon Bonaparte ile Hitler’i karşılaştırır. Haffner’e göre ilk ikisi devlet adamıdır, Hitler değildir. Bismarck “erişilebilir olana ulaştıktan sonra bir barış politikacısına dönüşmüş”tür, “tıpkı Hitler gibi fatih olarak başarısız” Napolyon’un devlet adamı olarak icraatlarıysa “bugün mevcudiyetini sürdürmekte”dir; “hem de devletin şeklinde o günden bugüne yaşanan bütün değişikliklere rağmen”. Hitler için, “bir devlet yapılanması oluşturamamıştır” hükmünü veriyor Haffner, “onun on sene boyunca Almanları etkilemiş, dünyanın nefesini kesmiş icraatları kalıcı bir önemi haiz değildir ve iz bırakmamıştır – sadece bir fekaletle sonuçlandıkları için değil, zaten hiçbir zaman bir nihaîlik düşünülerek gerçekleştirilmedikleri için de. Hitler salt icraat performansı açısından belki Napolyon’dan da güçlü bir atletti, ama hiçbir zaman bir şey olamamıştı: Bir devlet adamı.”

Buradaki çelişki çarpıcı! Çünkü kendini “devlet”le özdeşleştirmemiş fetih heveslisi tek-adam muhtemelen yoktur. Ne yapıyorsa devleti yüceltmek için yaptığını iddia etmemiş tek-adamsa kesinlikle yoktur. Ancak keyfî iktidarlarının bekâsı uğruna kurumları yıkan, bireylerden bağımsız kurallara dayalı devlet işleyişini ortadan kaldıran tek-adamlar, geride kendilerinden sonra yıkılmaya ve, eğer becerilebilirse, yeniden kurulmaya mahkûm devlet yapıları bırakıyorlar. Bu bağlamda “fetih medeniyeti”, haklara ve sosyal güvencelere sahip olmak, adalet mekanizmasına güvenmek isteyen ortalama yurttaş için bir tür kölelik düzeninin adıdır.
 
*   *   *
 
Sebastian Haffner’in, dünyanın bütün kitaplıklarında özel yer sahibi olmayı hak eden kitabı Hitler Üzerine Notlar’a dair okuma notlarımı aktarmaya burada son veriyorum. O kadar bereketli kitap ki, üzerine daha on yazı yazılabilir; e, bir noktada durmak gerek. Tam durduğumuz noktada Haffner Hitler’in başarı eğrisini “muhatap olduğu rakiplerin değişmesi-dönüşmesine” bağlamaktaydı. Görüldüğü üzre, kitap, bugüne uzattığı çizgilerin bolluğuyla da hayli kışkırtıcı.

Bitirirken, Hitler konusunun Türkiye siyaseti için özel önem taşıdığını hatırlatmak isterim. Sırf MHP’nin iktidar ortağı oluşundan ötürü değil. Bizde, devlet katında etkili olup da bir şekilde Hitler’in pratiğini olumlamayan kimse var mıdır, çok şüpheliyim. AKP öncesi Türkiye’nin yönetici partisi Millî Güvenlik Konseyi’nin, ekonomisiyle, kültürüyle, topraklarıyla, dağı taşıyla, hattâ milletiyle ülkeyi “devlet” diye bir öznenin kullanacağı toplam güç (“millî güç”) sayan devlet teorisinin formüle edildiği yayınına (Devletin Kavram ve Kapsamı) göre, Hitler’in Almanya’yı ve Almanlığı çok sevdiği” ve her ne yaptıysa “onları dünyada en üstün ve egemen kılmak amacıyla yaptığı” bir gerçektir. AKP Türkiye’sinin -Ahmet Davutoğlu tukaka edilene kadar- dünyaya açılan penceresi meşhur “Stratejik Derinlik”te de soykırımcı Hitler, II. Frederick, Bismarck ve II. Wilhelm’in yarattığı birikimden “yenilmez armada” çıkarır ve olağanüstü askerî zaferler” kazanır, ancak çeşitli hataları sonucu bunları hebâ ederken görülür.

Her dönemde kendini devletin sahibi veya devletten sorumlu sayan zevatın ağzından dökülenlerin açıkça ilan edilemeyen, fakat örtünün altından her tarafının gözükmesinden de rahatsız olunmayan bir Hitler sempatisi barındırması bir yana, Nazi liderinin ırkçı soykırımcı kılavuz niteliğindeki eseri Kavgam, memleketimizde dönem dönem en çok satan kitap olmuştur. Nihayet, yaygın Yahudi düşmanlığının yarattığı kirli zeminde, “Hitler az bile yapmış” gibi câniyâne laflar uluorta sarf edilebiliyor, soykırımı alkışlayan pop şarkıcısı bu yüzden yaptırımla karşılaşmıyor, popülerliği bile azalmıyor.

Haffner’in kitabını didikleyerek yazdığım beş yazının sizde kitabı (yazarın öbür şahane kitabı Bir Alman’ın Hikâyesi ile birlikte) okuma isteği uyandırması dileğiyle bu seriye noktayı koyayım.