Hollanda seçimleri: Uzlaşı sistemi

Hollandalılar AK Parti sayesinde sağa kaymış oldu ama ülkenin asıl meselesi bu değil

EFE KEREM SÖZERİ

17.03.2017

 
Başbakan Mark Rutte’nin liderliğindeki liberal sağ parti VVD (Özgürlük ve Demokrasi için Halk Partisi) Hollanda seçimlerinde oyların yaklaşık yüzde 21’ini alarak birinci parti oldu. Onu popülist sağcı Geert Wilders’in partisi PVV (Özgürlük Partisi), Hristiyan demokrat CDA ve liberal yenilikçi D66 takip etti. Seçimlerde sağ ve soldan liberal ekonomiyi savunan partilerin kazandığını, popülist sağ ve klasik solun kaybettiğini söylemek mümkün.
 
Ama Hollanda’nın hikâyesi bu kadar basit değil.
 

Parti Oy oranı Sandalye (150)
VVD (liberal sağ) 21.3 33
PVV (popülist sağ) 13.1 20
CDA (merkez sağ) 12.5 19
D66 (progresif liberal) 12.0 19
GL (yeşil sol) 9.2 14
SP (sosyalist) 8.9 14
PvdA (sosyal demokrat) 5.7 9
CU (muhafazakar sol) 3.4 5
PvdD (çevre ve hayvan hakları) 3.1 4
50+ (emekli hakları) 3.1 5
Denk (göçmen hakları) 2.1 3
SGP (aşırı muhafazakar) 2.0 3
FvD (milliyetçi sağ) 1.8 2

 
Nispî temsil sistemine sahip Hollanda’da, yaklaşık 13 milyon seçmenin yüzde 97’den fazlasının tercihi meclise doğrudan sandalye olarak yansıyor. Türkiye’deki gibi yüzde 10 seçim barajı olsaydı, sol partilerle birlikte çevre politikaları, hayvan hakları ve emekli hakları gibi pek çok konuyu gündeme getirecek olan dokuz farklı partinin oyları meclise yansımaz, örneğin Hollanda’daki AK Parti seçmenlerinin destek verdiği Denk Partisi de meclise üç vekiliyle giremezdi. Neyse ki Hollanda seçmeni, Türkiye’deki gibi ehvenişer merkez sağ partinin çoğunluğu aldığı, stratejik oylara talim eden merkez solunsa gücü yettiğince muhalefet yaptığı bir sisteme mahkum değil.
 
150 sandalyeli Hollanda Meclisi’nde hükümet kurabilmek için 76 sandalyeye ulaşmak gerekiyor ve eldeki sonuçlara göre en az dört partili bir koalisyon hükümeti kurulacak. Bu süreç ise genelde birkaç ay sürüyor. Öncelikle partiler arasında nasıl bir uzlaşma sağlanabileceğini araştırmak için deneyimli bir politikacı rehber olarak belirleniyor, daha sonra hükümeti kurma görevini üstlenen Başbakan adayı, bu rehberin hazırladığı rapor ışığında koalisyonu kuracak partilerin öncelikli politik tercihlerine göre programı ve bakanları belirliyor. Şu anda bu görevi eski Sağlık Bakanı Edith Schippers üstlenmiş durumda, hazırladığı rapor haftaya Çarşamba yemin töreninin ardından mecliste tartışılacak.
 
Hak ve özgürlüklerin güvence altında olduğu, ekonomik istikrarın sağlandığı Hollanda’da koalisyon “kriz ve kaos” demek değil, aksine, partilerin pazarlıklar yapıp tavizler verdiği bir uzlaşma yöntemi. Koalisyonlar sadece benzer görüşteki partiler arasında da kurulmuyor, “mor hükümet” denilen liberal (mavi) ve sosyal demokrat (kırmızı) partilerin koalisyonu da 90’lardan beri görülüyor: bkz. liberal market ekonomisi ve refah devleti ilkelerini buluşturan ''üçüncü yol''. Hatta, partizan gündemleri takip etmek yerine, Rutte’nin birinci azınlık hükümeti gibi, diğer partilerin de destekleyeceği politikalara yönelerek yasama desteği almak mümkün.
 
Nispî temsilin uygulanmaya başlandığı 1918 yılından beri tek parti iktidarı görmeyen ülkede belirli ideolojileri temsil eden farklı partiler hep oldu. Sütunlarda aşağıdan yukarı doğru: Sosyalistler ve sosyal demokratlar (kırmızı tonları), yenilikçiler (mor), muhafazakar sağ (sarı ve kahve tonları), ve liberal sağ (mavi).
 

[ Görsel: C mon/Wikimedia’dan uyarlanmıştır. ]
 
Ancak bu seçim sistemi asıl olarak, belirli meseleleri öne çıkaran partilerin de büyük blok partileri arasında yeşermesine izin veriyor: Hayvan haklarını savunan PvdD dört, emekli haklarını savunan 50+ partisi ise beş sandalye kazandı bu seçimde. Başarısız bulunan blok partilerin de çatlayıp küçülmesi olası: İşçi Partisi’nden (PvdA) ayrılıp göçmen haklarını savunan Denk Partisi’in üç sandalye kazanması gibi.
 
1980’lerde çevreci politikalarla yola çıkan yeşil partiler aradaki zamanda pek çok ülkede hükümet ortağı oldular. Bugün Hollanda Yeşil Sol Partisi (GL) fırsat eşitliği ve gelir dağılımı üzerine detaylı bir program oluşturabildiği için genç ve eğitimli seçmenin birinci tercihi. Hayvan Partisi’nin (PvdD) programı da hayvan haklarından ibaret değil; geçtiğimiz dönemde sadece iki sandalye sahip bu küçük muhalefet partisi, ete uygulanacak KDV’den organik tarıma kadar politikalarıyla defalarca gündemi belirlemiş, siyaset gücünün sandalye sayısından ibaret olmadığını göstermişti.
 
Mesele tam da bu: Türkiye’deki seçim barajı ve parti kültürü, mecliste çoğunluğu elde edenin düdüğü çalması anlamına geliyor. Sistemin kırılma anlarında bile (Ak Parti’nin kurulurken DYP ve ANAP’ı, şimdi ise MHP’yi yutması gibi) güçlü lider kültü altında birleşen siyasi gruplar kendi omurgalarından feragat ediyorlar. Hollanda gibi küçük partilerin ayakta kalabildiği rekabetçi bir sistemde ise tam tersi, partiler mecliste uzlaşıp politikaları yönlendirebildikleri ölçüde seçmeni ikna edebiliyorlar.
 
2012 seçimlerinden sonra ilk iki parti, liberal sağ VVD ve sosyal demokrat PvdA, toplamda oyların yüzde 51,2’siyle 79 sandalye kazanmış ve hükümeti kurmuşlardı. VVD bu seçimde beş yıl öncesine göre 8 sandalye kaybetti, PvdA ise popülist sağ karşısında bir savunma üretemediği için 29 sandalye kaybetti. Yenilikçi liberal D66 partisi bu seçimde 7 sandalye daha kazanırken, Wilders’a (PVV) karşı göçmen yanlısı güçlü bir söylemle gelen Yeşil Sol (GL) sandalye sayısını 10 artırdı.
 
Fakat partilerin kazançları ve kayıpları seçimden önceki kampanya dönemlerinde değil, seçimler arasında politikaların tartışıldığı dönemlerde oldu. Çünkü manşetten manşete polemikle veya mitingden mitinge gürültüyle geçen Türkiye seçimlerinin aksine, Hollanda meclisindeki planları halka aktaran bir medya, ve halkın tepkilerini ölçüp meclise yansıtan bir siyasi kültür var.
 

[ Görsel: Peilingwijzer’den uyarlanmıştır. ]
 
Ancak itiraf etmek lazım, bu seçimlerin sürprizi Türkiye oldu ve özellikle Başbakan Mark Rutte’nin diplomatik tavrı, partisinin sandıktaki performansını son beş günde yukarı çekti.
 
Türkiye ile kriz kime yaradı?
 
Verisi krizden önce toplanan 11 Mart tarihli anketlerin ortalamasına göre Rutte’nin partisi VVD’nin 25 (+/-1) sandalye kazanması bekleniyordu, Wilders’la başa baş kalmaları da ihtimal dahilindeydi. 15 Mart seçim sonuçlarına göreyse Rutte’nin partisi 11 Mart tahminlerinden sekiz sandalye daha fazla kazanırken Wilders iki sandalye daha az elde etti.
 

Parti 11 Mart 15 Mart Fark
VVD (liberal sağ) 25 33 +8
PVV (popülist sağ) 22 20 -2
CDA (merkez sağ) 20 19 -1
D66 (progresif liberal) 18 19 +1
GL (yeşil sol) 17 14 -3
SP (sosyalist) 15 14 -1
PvdA (sosyal demokrat) 11 9 -2
CU (muhafazakar sol) 6 5 -1
PvdD (çevre ve hayvan hakları) 5 4 -1
50+ (emekli hakları) 5 5 0
Denk (göçmen hakları) 2 3 +1
SGP (aşırı muhafazakar) 3 3 0
FvD (milliyetçi sağ) 1 2 +1

 
Bu iki tarih arasında Türkiye ile yaşanan kriz dışında, parti liderlerinin televizyon tartışmaları da var: 13 Mart’ta Rutte ile Wilders (anketlerde önde giden iki partinin lideri olarak), 14 Mart’ta ise en çok oy alan 10 partinin lideri karşılıklı olarak tartıştılar. Özellikle Rutte ile Wilders tartışmasında Rutte’nin devlet tecrübesinin beğenildiğini, Wilders’in ise ABD’de Trump’ın yarattığı kaosun gölgesi altında gerçeklerden uzak bulunduğunu not etmek gerekiyor.
 
Fakat, Rutte (VVD) ve Wilders (PVV) karşılaştırması 11 Mart ile 15 Mart farkını açıklamaya yetmiyor. PVV’nin kaybettiği iki sandalyeden birinin milliyetçi sağ parti FvD’ye kaymış olabileceğini, geri kalan muhafazakar sağ partilerin de seçimi farksız kapattığını düşündüğümüzde Rutte’nin Türkiye krizinde ‘sağa kayarak’ oy topladığını söylemek mümkün değil. Bu durumda Erdoğan’ın, Çavuşoğlu’nun, İbrahim Kalın’ın ve bilumum iktidar kaleminin iddiaları boşa düşüyor.
 
Daha kötüsü, eldeki sonuçlara göre AK Parti, Hollandalı seçmeni sağa kaydırmış: Eğer Çavuşoğlu, mevkidaşı Koenders’in önerdiği gibi, seçimden sonraki haftasonu gelseydi, yeni hükümeti kurmaya çalışan Hollanda siyasetinde önemsenmeyecek, rahat rahat Hollanda’daki seçmenine “evet” propagandası yapacaktı. Ama seçim öncesi gelme ısrarı, Hollandalı seçmenin dikkatini göç ve entegrasyon meselesini konu edinen partilere çekmiş oldu: Bunlar VVD, PVV ve CDA. Rutte daha iki ay önce bir bildiri kaleme alıp göçmen kökenlilerin Hollanda toplumuna uymasını istemişti. Yani göç ve entegrasyon konusunda sağda yer alan konumu zaten açık. Rutte kabinesi tam seçim öncesinde Türkiye’nin zorlamasına boyun eğseydi, kendinden daha da sağda yer alan PVV’ye doğru oy kaybedecekti. Bunun yerine kendi göçmen politikasının altını çizip diğer partilerin seçmenini kendine doğru sağa kaydırmış oldu. Teşekkürler(!) AK Parti.
 
Tablodan açıkça görüldüğü gibi, Rutte’nin partisi muhafazakâr ve popülist sağdan ziyade merkez sağdan sola doğru diğer partilerin seçmeninden oy kazanmış olmalı. Krizin hemen ardından yapılan kamuoyu yoklamaları da bunu gösteriyor.
 
12 Mart’ta Peil tarafından yapılan bir anket, Hollandalıların yüzde 91’inin krizden Türkiye’yi sorumlu tuttuklarını, yüzde 86’sının da Rutte hükümetinin kararını desteklediklerini buldu. I&O Research tarafından 13-14 Mart’ta yapılan başka bir anket ise Türkiye’nin yaptırım tehdidine rağmen her partiden seçmenin yüzde 90’a varan oranda Rutte hükümetini desteklediklerini ortaya koydu. Seçimlerin hemen öncesine kadar seçmenlerin yüzde 45’in iki-üç parti arasında kaldığını, yüzde 15’inin ise henüz hiçbir tercihinin olmadığını eklersek, bu geçişkenliğin mümkün olduğu ortaya çıkıyor.
 
11 Mart’a kadar geçen zamanda Rutte’yi tercih eden seçmenlerin öncelikli sebebi elbette ekonomik performans ve düşük işsizlik, ancak son düzlükte baskıcı bir ülkenin zorla Rotterdam’da düzenlemeye kalkıştığı siyasi propagandaya verilen hayır cevabı, diğer seçmenlerin gözünde de VVD’ye güven ve dolayısıyla vekil kazandırmış oldu. Irkçı retorikle değil, ağırbaşlı diplomatik tavırla.
 
AK Parti bu ''proje kriz''den mağdur edebiyatı çıkartmayı başardı ama asıl sorunu bizim, yurt dışında yaşayan Türkiyelilerin başına bırakmış oldu.
 
NederTürklerle uzlaşmak nasıl mümkün?
 
İktidar medyasının “Hollanda’da Türkler sokaklara döküldü” haberleri ziyadesiyle ajitasyon; o gece Rotterdam’daki polis şiddeti çok kötüydü, ama tepki eylemlerindeki sayı 200’ü geçmedi. İktidar Hollanda’daki Türkiye kökenlilerden kendi seçmeni gibi bahsetse de durum pek öyle değil. Bu kriz özelinde Hollandalı Türkler iki ülke arasında kaldı, seçim hesabı yapan iki iktidarın tepişmesinde ezilen çimen oldu.
 
Halbuki Avrupa’daki Türkiye kökenli azınlığın Erdoğan’dan ve Türkiye’den daha önemli sorunları var: Hollanda’da yaşayanların büyük bir bölümü kendisini “Hollandalı” olarak değil, “Türk” olarak tanımlıyor; her iki kişiden biri toplumda kabul edilmediğini hissediyor, çoğu Hollanda’daki partiler tarafından temsil edilmediğini düşünüyor.
 
Şimdiye dek Hollanda seçimlerinde parti tercihlerinden ziyade, aday tercihleri daha güçlüydü. İşçi hakları ve refah devleti politikalarını takip eden gelir temelli yönelimler açık sebepler olsa da, asıl belirleyici olan adayların kendi etnik kimliklerine sahip olması, “Türk” olmasıydı.
 
15 Mart seçimlerinde Türkiye kökenli 27 adayın yedisi seçildi. Bu sayı Hollanda meclisinin yüzde 5’i yapıyor. Türkiye kökenlilerin seçmenin yüzde 2’sini oluşturduğunu düşününce bu sayı oldukça iyi.
 
Ancak şimdiye dek meclisteki “Türk”lerin çoğu solcu ve yenilikçi: İşçi Partisi’nden (PvdA) Keklik Yücel, Sultan Günal-Gezer, Yasemin Çeğerek; Sosyalist Parti’den (SP) Sadet Karabulut, ve liberal yenilikçi D66’den Fatma Koşer Kaya. Hak mücadelesinin içine doğmuş eğitimli ikinci nesil göçmenlerin sola yakın olması sürpriz değil elbette.
 
Peki bu NederTurk siyasi geleneği karşısında “Türk”lüğünü Ermeni Soykırımı’nı reddederek gösteren Tunahan Kuzu ve Selçuk Öztürk’ün Denk Partisi kiminle uzlaşacak? “Hollanda’nın değerlerini kabul etmiyorsanız, başka bir yerde yaşamak istiyorsanız, bence gitmelisiniz” diyen Rutte’ye verilecek cevap Erdoğan’a bağlılık yemini olmamalı.
 
Yine de umutlu kapatalım: Seçimden sonraki sabah, yeni mecliste yer alacak 13 partinin lideri bir araya gelip koalisyon rehberini belirledi. Şu fotoğraf Denk lideri Tunahan Kuzu’nun baktığı yerden Hollanda siyasetini görüyor.
 
Gezellig, toch?