Hürriyet, Uhuvvet, Müsavat’tan Harikalar Dünyasına

Neden bir asrı aşkın süredir aynı ikileme sıkışıyoruz? Dün de, bugün de, kimileri “II. Abdülhamitçi” ve kimileri de “İttihatçı”?

SEZİN ÖNEY

01.08.2017

Ahmet Şık'ın savunması sonunda "Kahrolsun İstibdat, Yaşasın Hürriyet" diye bağırması gerçekten de çok sembolik idi. "İstibdat" ve "Hürriyet" kavramlarının, coğrafyamızdaki köklü tarihine değinen bir yazı yazdım; bu yazıda da, bu sloganın "mucidinin" İttihat ve Terakki tabanı olduğuna hiç değinmedim. Bunun çeşitli sebepleri vardı: öncelikle, çok derin birçok  çelişki içinde kısılmış bir tarihimiz var. Ancak bu "İstibdat-Hürriyet" ikilemi ve kısır döngüsü üzerine çok düşünülmesi gereken bir konu.

Her şeyden önce günümüzde bu slogan ne ifade ediyor? Mesele, İttihat ve Terakki'nin kendisi mi? Yoksa, yaşanan istibdat ve hürriyet çelişkisinin hiç değişmemesi mi?

Bundan yaklaşık 110 yıl önce, bu sloganı atan taban da, aynı Ahmet gibi veya Mülkiye hocaları gibi, "halkı" ve halkın bir özlemini temsil ediyordu. İttihat ve Terakki, "İstibdat"a karşı "Hürriyet" sözünü vermişti: ancak, sonuç başka bir "İstibdat" olmuştu.

Neden böyle?

Neden sürekli, bir asrı aşkın süredir aynı ikileme sıkışıyoruz? Dün de, bugün de, kimileri "II. Abdülhamitçi" ve kimileri de "İttihatçı"? Neden hem aşırı güçlü ve gücünü sert, yıkıcı biçimde kullanan bir liderliğe karşı "Hürriyet" talebinde bulunuyor, hem de gene "İstibdat"ın pençesine düşüyoruz?

Kime karşı hürriyet ve kimin için hürriyet?

Bir önceki yazımda, küçük de bir "şaka" yaparak, Mehmet Âkif'in "İstibdat" şiirine de yer vermiştim. Mehmet Âkif bu şiiri, II. Abdülhamit'e karşı buram buram öfke ve nefret dolu tonda yazılmıştı. Hattâ, günümüz Türkçesi ile bugüne uyarlansa, bugünün Mehmet Âkif'i, kesinlikle hakkında açılmış bir hakaret davası sonucu hapiste olurdu.

Ahmet'in ağzından dökülen "Kahrolsun İstibdat, Yaşasın Hürriyet" sözleri, bir asrı çok aşkın bir arayışı temsil ediyor. Fransız İhtilali'nin dalga dalga dünyaya yayılan temel kavramları, "Libertéégalité, fraternité"; yani "Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik", İttihat ve Terakki tarafından "Hürriyet (Özgürlük), Müsavat (Eşitlik), Uhuvvet (Kardeşlik)" şeklinde uyarlanmıştı. Tarihimiz boyu, işin "Müsavat" kısmıyla pek bir ilgimiz olamadı. "Hürriyet"i sadece "kazanan taraf"ın kendine layık gördüğü bir şey, "Uhuvet"i de, kendi çevresinde, kendi iktidar halkısı içine kümelendirdiği bir tür "kardeşlik" olarak algıladık. Aktörler değişse de, "modern siyasi tarihimiz" sayabileceğimiz yaklaşık son 150 yıllık dönemde bu döngüsel çember hiç kırılmadı. Yani, istibdat-hürriyet-istibdat" çemberi…

Fakat, "hürriyet" talebi de, iniş-çıkışlar yaşasa, kimi zamanlar nabzı pek atmasa da, hiç kaybolmadı ve her istibdat dönemini bitiren de bu "taban gücü", "hürriyet talebi"  oldu.

Evet; her "istibdat" dönemi, muhakkak ki, tabandan gelen ve farklı kesimlerin "hürriyet" talebi ile ve baskıcı statükodan bunalması ile sonlanıyor. Fakat, "hürriyet" talebine öncülük eden lider kadroları, kendi istibdatlarını yaratıyorlar. Samimiyetle nefret ettikleri, muhalefet ettiklerine dönüşüyorlar; sonra da, toplumdaki buhranın yayılması ve hürriyet talebiyle, tarihin rafına kalkıyorlar.

Mehmet Âkif, yaklaşık 100 yıl önce "Hürriyet" şiirinde şöyle yazıyordu:

"Söktü baktım ki hemen bir alay etfâl öteden, 
O nasıl mevkib-i şâdî, o ne âlem, görsen! 
Her çocuk bir kocaman bayrak edinmiş, geliyor; 
'Yaşasın!' sesleri eflâke kadar yükseliyor. 
Görerek yapma değil hem, ne tabî’î etvâr! 
Şu yumurcaklara bak: Sanki ezelden ahrâr! 
-Bağırın haydi çocuklar… 
– Yaşasın hürriyyet!"

İdeolojiler, düşünce kökleri ve kişilikler, tarihî şartlar ve koşullar çok farklı ama "Yaşasın Hürriyet" sözleri ile kastedilen özünde aynı; dün de bugün de…

Ya yarın?

Bu döngüsel çember muhakkak ki bir gün kırılacak; bu kırılmada, sonunda "müsavat"ın önemininin anlaşılması ve "hürriyet" ile beraber eşitliğin de talep edilmesi ile mümkün olabilecek. 

Bu tarz bir eşitlik, elbette ki, Kürtler başta olmak üzere, her kesimin eşitlenebilmesi ve ortaklaşması ile mümkün olabilir.

Önümüzdeki yıllarda, Türkiye'nin en az bir "Kürt devleti" komşusu olacağa benziyor. En az bir ve kuvvetle de muhtemel, iki devlet veya biri devlet, diğeri yüksek derecede özerk iki Kürt "ülke" ile komşuluk, Türkiye'de (farklı kesimlerden Kürtler de dahil) kimsenin hazır olmadığı, üzerine fazla kafa yormadığı bir durum.

Aklımız çok başka yerlerde… Adeta bugünü ve geleceği düşünmemek için, geçmişle kafayı bozuyoruz, geçmişi takıntı haline getiriyoruz.

Örneğin, "II. Abdülhamit" bugünün Türkiyesinde, ülke içinde ve dışında olup biten her türlü siyasi gelişmeden (gerçek politik olaylardan söz ediyorum, öyle her tarafı saran deli bozuk komplo teorilerinden değil) daha fazla gündemde…  Hem de, II. Abdülhamit (de), "gerçekliği ile" hiç ilgisi olmayan biçimde çok moda bu dönemde. O kadar ki, II. Abdülhamit'in kendisi hayata bugün geri dönse, "Kızıl Sultan" yönünü  en çok da kendini ideolojik olarak kullanan veya ağzına sakız edenlere karşı sergilerdi gibime geliyor.

Sanki, bugünü yaşayamadığımız ve geleceği de heyecanlar, hevesler, hayallerle süsleyemediğimiz için geçmişe saplanıyoruz. Hem de, çarpıttığımız ve kendi ideolojik sığlıklarımıza dekoratif ilüzyonlarla boyut kazandıracak bir "tarih" yaratıyoruz.

II. Abdülhamit dönemini "olduğu gibi" ele alsak, bugüne dair öğrenebileceğimiz çok şey var ve tabii, geleceğin "kaderine hükmedebilmek" de, geçmişten ders alınca mümkün olabiliyor.

Ama olmuyor işte… Osmanlı'da liberalist akımın başlıca öncüsü kabul edilen (ancak bence son derece devletçi bir yanı da olan) Prens Sabahattin,  "Çünkü fıtrat, ilâhî bir kanunla daima en iyiye gidiyor" demişti. "Fıtratın", tarihin hep ileri, hep daha iyiye gideceği gibi bir durum söz konusu değil; çoğu kez çemberler ve zigzaglar çiziyor.

Ne zaman ki, "gerçekler" dayanılmaz oluyor; "tarihe", olmayan bir geçmişe baka baka fıldır fıldır dönüp şaşılaşan nazarlarla çizilen çemberler, döne döne dibe inen derin kuyulara dönüşüyor. Efsunlar, gizemler, yalanlar, komploların, "gerçeküstü" harikalar diyarında kaybolunuyor. Şimdi de, bir "İstibdat Disneyland"de geziniyoruz; hattâ korku tüneli kısmına geldik, ülkece çıkamıyoruz da…

Bu arada, iktidar partisinin, 16. yaşını Sincan'daki "Harikalar Diyarı"nda kutlayacak olması gerçekten de sembolik. 28 Şubat ile zihinlere kazınan Sincan'da, cafcaflı alacalı bulacalı, tuhaf figürler ve süslemeler; hattâ elleri belinde, aşağıdaki fanilere tepeden bakan upuzun, devâsâ bir Gulliver heykeli, "sunî" göletin ortasında Masal Adası ile, yapay bir "plastik cenneti".

Geçmişin istendiği (ve tabii hiç olmadığı gibi okunması) dahi yetmeyince, tam bir gerçeküstü dünyaya, bir "hipergerçeklik", gerçek ya da sahte olarak bile sınıflandırılamayacak bir "yapay" fantezi evrenine kaçış başlıyor… Bakalım, modern siyaset tarihimizin "Harikalar Diyarı" durağından sonraki durağı ne olacak; çemberin içinde mi dönülecek, yoksa bir arpa boyu olsun dışına doğru ilerlenebilecek mi?