İdeoloji, anaakım, tarafsızlık
Eğer ders veriyor olsaydım, bir öğretim yılı boyunca Schudson’ın bu kitabını tartışma zemini yapardım.
27.05.2022
Gazetecilikle ilgili en önemli konu başlıklarından biri, aynı zamanda bitmek bilmeyen tartışma konusu: Tarafsızlık meselesi. Esas alanı ulusal ve uluslararası ölçekte siyaset olan gazetecilik gibi bir toplumsal faaliyette tarafsızlık mümkün müdür? Değilse haberin nesnelliğine, gerçek diye bize sunulanın hakikiliğine nasıl güveneceğiz?
Akademisyen (sosyolog, tarihçi, medya uzmanı) Michael Schudson’ın Gülseren Adaklı’nın çevirisiyle um:ag Yayınları’ndan çıkan kitabı Gazetecilik Neden Önemli?’yi karıştırmayı bu son yazıyla tamamlıyoruz. Bu üç yazıda yaptığım elbette kitabın zengin içeriğini aktarmaya yetmiyor. Özellikle genç meslektaşlara Schudson’ın zihin açıcı metnini hararetle tavsiye ederim. Eğer ders veriyor olsaydım, bir öğretim yılı boyunca bu kitabı tartışma zemini yapardım.
İdeolojik çember
Schudson kaçınılmaz olarak “tarafsızlık mümkün mü?” konusuna eğilirken işe soruyla başlıyor: “…gazetecilerin bağlı olduğu gayriresmî bir ahlâkî gündemin varolduğu söylenebilir mi?” Soru tereddütsüz bütün gazetecilik âlemini kapsayacak şekilde genişletilebilir. Burada kendini bilerek şu veya bu alana-hedefe hasretmiş, özel gazetecilik türlerinden söz etmiyoruz. Bahsettiğimiz, basın kültürünü genel olarak belirleyen, şekillendiren, ölçüler ve davranış kalıpları yaratan, doğru-yanlış, yararlı-zararlı yargıları için temeller atan kapsayıcı zihniyet. Yaygın kabul gören ideolojik çerçeve de diyebiliriz. Anaakım gazeteci ideolojisi. Bu, dışında kalmayı seçenler veya dışına atılanlar dahil gazetecilik faaliyeti yürüten herkese içerik veya üslûp olarak bulaşan bir fikir-duygu âleminin yaşamsal besinidir.
Schudson aktarıyor: ABD’li gazeteci Jack Newfield, 1970’te, “kendisinin katılmadığı ama Amerikalı gazetecilerin çoğunun inandığı değerler”i sıralamış: “Refah devleti kapitalizmi, Tanrı, Batı, Püritenlik, hukuk, aile, mülkiyet, iki partili sistem ve belki de en önemlisi, devletin meşru şiddet tekeli”. Schudson, bu tanımın yapılışının üstünden geçen onyıllar içerisinde Tanrı’nın “çoğunlukla”, Püritenliğin kesinlikle terk edildiğini, öbürlerinde de “tâdilat” yapıldığını belirtiyor. İlk tanımdan sonra, bu değişimlerden önce, sosyolog Herbert Gans, ABD’li gazetecilerin “belki farkında bile olmadıkları bazı ‘kalıcı değerlere’ tutunduklarını” ileri sürmüş (yani düpedüz ideolojiden söz etmiş). Aktarayım da bunların bizdeki karşılıklarını düşünelim. ABD basınının genel-yaygın ideolojisinin (“belki farkında bile olmaksızın inanılan değerler”) temel motifleri: “…etnosentrizm (dünyanın gerikalanından çok daha fazla ABD hakkında yazmanın uygun olması), ‘sorumlu[luk] kapitalizmi’ (kapitalizmin tamamen kabul edilebilir ekonomik sistemimiz olduğu, ancak kapitalist kurumların kâr kaygısının dışında kamu yararını gözetmek konusunda ‘sorumlu’ davranması gerektiği), ‘özgecil (altruistic) demokrasi’ ve ‘ılımlılık’ (bir siyasî merkezin sağındaki ve solundaki aşırı konumlara güvenilmemesi, hatta belki siyasî hakikat tipik olarak ‘orta’da bulunduğu için diğer konumlardan hiç bahsetmeme)”.
Schudson, 1979’da sunulan bu listenin “hâlâ anaakım medyanın haber merkezlerindeki normatif konumlanışları gayet iyi tanımladığını” söylüyor. Basına hâkim ideolojik önkabullerden söz ederken yazarımızın seçtiği ifadeler güçlü, derin, uyarıcı: “Bu liste, haberi çarpıtmak için bir tasarım veya niyet anlamında taraflı olmayı değil, çağdaş dünya ve onun başlıca kurumları hakkında dikkate alınmamış veya neredeyse hiç düşünülmemiş, neyin iyi neyin kötü, neyin doğru neyin yanlış olduğuna ve dolayısıyla neyin tanınacağına dair varsayımlar anlamında bir arkaplan önyargısını işaret ediyor.” Schudson burada, bizimki gibi, her şeyin nesnel ve öznel sebepleriyle açıklanması yerine birilerinin kötü niyetine, planlarına, komplolarına bağlandığı kültürlerin nasıl bir ideolojik hegemonya altında süründüğüne de dikkat çekmiş oluyor bir yandan.
Devletle, iktidarla ilişki
Yazarımızın “gazeteciliğe kendiliğinden ve bilinçsizce ama çok sık sızan değerler” dediği ideolojik önkabuller, gazeteciyi habercilikten uzaklaştıran, kimi zaman kitle dalkavuğu (rating ve satış için), kimi zaman üçkağıtçı (özel birilerine yaranma ve çıkar için), kimi zaman manipülatör, tahrikçi (ırkçı, ayrımcı, düşmanca önyargılarını hakikat yerine geçirdiği için) konumuna sürükleyebilen zehirler. Bunların tehlikesinin en çok büyüdüğü alan ise, devletle, iktidarlarla ilişkiler. Schudson bizlerin derin derin iç geçirmesine yol açacak sözleriyle, bu tehlikeden uzak kalmanın gazeteci için zorunluluğunu anlatıyor: “Hükümetle ulusal güvenliğe dair istişareler… nadirdir ve hiç hoş karşılanmaz. Sonuçta, bu tür görüşmeler gazeteciliği, hükümeti hesap vermeye zorlayan güvenli gazetecilik alanının dışındaki tehlikeli konuma iter: gazetenin neredeyse hükümetin bir parçasıymış gibi davrandığı yer.”
Türkiye’nin son yirmi yılında yetişmiş, iktidarla fazla derdi olmayan biri için şaşkınlık verici olmalı, bu sözler. “Nasıl yani?” diyecektir bu zat, “Bunun zaten böyle olması gerekmiyor mu?”
Son yirmi yılın karanlığı bu dönemin öncesine açılan koridoru da hepten loş hale getirdiği için bugün seçilemiyor ve olduğundan pek farklı sanılıyor, ancak “eski Türkiye” basını tam da bu açıdan sefil haldeydi. Bırakın ulusal güvenlik konularında istişare etmeyi, “devletin menfaati söz konusuysa” doğrudan emir alır gibi davranmak, basının çoğu için doğal, gazetecilik etiği “teferruat” sayılıyordu. Bunun da ötesinde, gazeteler ve TV kanalları, devlet politikalarına kan-can kazandırmak, bu -çoğu zaman baskıcı, kanlı- politikalara toplumun desteğini sağlamak için kendi özel tasarımlarıyla didiniyorlardı. Gazetecinin “hükümetin parçasıymış gibi davrandığı yer” çok ama çok genişti. Öyle genişti ki, gazeteciliğe kalan yer ister istemez olması gerekenden ufaktı. Yine de bu ufak alanda sürdürülen ve sahici gazetecilikle kesişen faaliyet, Genelkurmay bültenliğini gayet doğal varoluş hali sayabilen gazeteciliğe toplum gözünde meşruiyet sağlayabiliyordu. AKP iktidarının yerleşmesiyle birlikte, çoğu anaakım gazete ve TV kanalı doğrudan iktidar propaganda aygıtına dönüşünce, basının varlığını sürdürebileceği alan ufakken minicik kaldı.
O olmazsa o da olmaz
Oysa geniş imkânlarıyla anaakımın asgarî gazetecilik ölçütlerine göre davrandığı ortam olmaksızın yürütülen faaliyetlerin dışlanması, etkisizleştirilmesi, yok sayılması kolay, dolayısıyla, muktedirleri hesap verebilir kılması çok zor. Bir zemin, bir şemsiye, meşru kamusal faaliyet olarak anaakım gazeteciliğin varlığı-yokluğu, mesleğin tanım ve ölçütlerini benimsemesi-takmaması, ülkenin basın ortamını doğrudan doğruya şekillendirir. Ve buyruk altına girmeyen bağımsız gazeteciliğin kabul görmesini veya kriminalize edilmesini kolaylaştırır.
Oysa, Schudson’un sözleriyle, “gazetecilik kendi konfor alanında faaliyet gösterdiğinde, iktidar sahiplerini hesap verebilir konumda tutmakla ilgili profesyonel gazetecilik idealine hizmet eder”. Kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırıldığı, bizimki gibi rejimlerde, hukuk tanımaz iktidarların denetlenemediği kanunsuzluk ortamlarında okunduğunda belki sinir bozucu da olabilecek şu satırlarda, “hesap verebilirlik gazeteciliği” tarif ediliyor ve net bir gazetecilik mesleği tanımı sunuluyor: “[Bu,] duygusal açıdan ikna edici (compelling) bir şekilde sunulan ve bahsettiği güçlü kişi ve kurumlar karşısında iddia sahibi (assertive), özgün bir haberciliktir. Bütün bunlar, demokratik bir hükümeti halka karşı daha sorumlu hale getirmeye yardımcı olmayı hedefler. Hesap verebilirlik gazeteciliğinin olmadığı yerde gerçek anlamda demokrasi de varolamaz.”
Buraya kadar izlediğimiz mantık çizgisi, ne yazık ki, Schudson’ın hatırlattığı şu gerçekle kırılıyor: “Ama demokrasinin olmadığı yerde bir tür gazetecilik kesinlikle mevcuttur.” Devamında da sanki bizden bahsediyor: “Demokratik olmayan ülkelerdeki gazeteciler, demokratik ülkelerdeki gazetecilerin profesyonelliği gibi bir şeyi çok isteyebilirler, ama bu özlemlerinin gerçekleşmesi mümkün değildir.” Schudson, “araştırma safhasına yönelik baskı”lardan, haber kaynaklarına erişimin “izne bağlı” olmasından başlayarak, hakaret, taciz, tehdit, saldırı, hapis ve “cinayete kadar uzanan” tehlikeleri anıyor. Hem ifade özgürlüğüne toptan karşı çıkan diktatörlerin hem de bağımsız medyaya saldıran otokratların sadece “standart profesyonel gazeteciliğin, herhangi bir etkisi olmayan, mümkün mertebe hastalıklı ve yaralı bir biçimine izin verdiklerini” belirtiyor. İşte, yine bizden bahsediyor!
Böyle bir ortamı değiştirmek için yürütülecek mücadelede hakikatin, yalansızlığın, çarpıtmasızlığın önemi büyük. Bunu yazarımız böyle söylemiyor, ben vurgulamak istiyorum.
Herkesin kendi bakış açısı var!?
Dönelim baştaki soruya: tarafsızlık mümkün mü? “Bilgeliğin temel göstergelerinden biri,” diyor Schudson, “hiç kimsenin, dünyayı gördüğü bir perspektiften, bir duruştan, bir konumdan yoksun olmadığını fark etmiş olmaktır. Gerçekliğe ‘nesnel’ veya tarafsız bir bakış açısı yoktur.” O halde ne olacak? Yarabbi, her şey yalan mıydı?!..
Şüphesiz değil. Her bakış açısı sınırlı mıdır, diye soruyor yazarımız ve, “Elbette öyledir,” cevabını veriyor. “Bu nedenle, kendiliğinden oluşmuş bakış açılarını eğitilmiş algılarla tamamlayacak ve hatta onların yerini alacak eğitim ve öğretim sistemleri vardır.” Tıpkı demokrasi ve özgür gazetecilik gibi, yüzde doksan yoksun olduğumuz doğru dürüst eğitim-öğretimden söz ediyor yani.
Bu hayat desteğinden yoksun oluşumuza rağmen gazetecilik yapmaya uğraşıyoruz? Ne yapmalıyız? Yazarımız, “Profesyonel olmak,” diye izah ediyor, “profesyonel yargıyı kişisel zevklerin ve eğilimlerin üzerine nasıl yerleştireceğinizi öğrenmektir.” Ardından, gazetecilik öğrencilerine öğretilen ilk şeyin “kendi varsayımlarına karşı haber yapmak” olduğunu anlatıyor. Bu, öğrencilere “sadece mevcut görüşlerini doğrulayacak kişilerin ve belgelerin peşinde koşma eğilimlerine nasıl karşı koyacaklarını öğretmek” demek.
Schudson’ın özellikle bu konuda söylediklerinin bendenizde hayranlık uyandırdığını belirtmek isterim. Ne idüğü belirsiz bir tarafsızlık-nesnellik mitosunu cilalamak yerine, herkesin öznel bakış açısının varolduğunu baştan varsayan çare arayışı çok daha samimi ve gerçekçi. Profesyonellerin “kendi değerlerini kenara koyma”larının elbette beklenemeyeceğini kabul etmek gerekiyor Schudson’a göre. “Peki,” diyor, “değerlerini geri planda tutmak için kararlı ve sonuç getiren çabalara girişirler mi? Evet, bunu sıkça yaparlar.” Schudson profesyonelliğe ve bu bakış açısının içerdiği (hakikate karşı) sorumluluk ve samimiyete inanıyor.
Üç yazılık bu diziyi yazarımızın şu sözleriyle bitirmek istiyorum: “Kendinin ötesine geçmeye, dışarı çıkmaya çalışmak diye bir şey var. Empati diye bir şey var. İnsana özgü merak diye bir şey var. Başka insanlara eşit şans tanımayı istemek gibi bir şey var.”
Özgürce habercilik, yayıncılık yapabileceğimiz, hapisteki arkadaşlarımız için üzülmek yerine gazetecilik kalitemizi tartışabileceğimiz günlere ulaşabilme dileğiyle…
—–
Kapak Görseli: Rudy and Peter Skitterians (Pixabay)