İdlib muammasında durum

Henüz kimse bir yerden çekilmedi. Çekiliriz-çekilmeyiz, silahları bırakırız-bırakmayız çekişmeleri sürüyor

ÜMİT KIVANÇ

04.10.2018

4 Ekim gecesi ikiyi çeyrek geçe, gördüğüm bir tweet yüzünden yerimden fırladım. Rusya’nın dışarıya yönelik, “serbest” görünüşlü yayın kuruluşu Sputnik’e göre, Rusya Devlet Başkanı Putin şöyle demişti: “Ankara yükümlülüklerini yerine getirerek gerilimi azaltma bölgesinden militanların ve ağır silahların çekilmesini sağladı.” Sözkonusu olan, Soçi Anlaşması ile kana boyanmaktan -şimdilik- kurtulan, fakat kaderine dair öngörülenler muamma olarak kalan İdlib’ti ve, bendeniz dahil, Suriye’deki gidişatı izlemeye çabalayan herkes, olabilecekleri kestirebilmek için günlerdir iğneyle kuyu kazıyordu. Mâlûm, 15 Ekim, anlaşmada öngörülen “hesap kesim” tarihi. Oysa bu mesaja bakılırsa, Ankara işi çözmüş, “militanlar ve ağır silahlar”, “gerilimi azaltma bölgesinden çekilmiş”ti. Bu nasıl olabilirdi?

 Olamazdı, olmamıştı da. Tweet’e tıklayıp ilgili Sputnik sayfasına gidildiğinde görülüyordu ki, böyle bir şey olmamış, Putin de öyle dememiş. Meğer haberin başlığı şuymuş: “Putin: Rusya Türkiye ile Suriye’deki durumun çözümü için dayanışma içinde çalışıyor”. Ve Putin meğer şöyle demiş: “Türk partnerlerimizle dayanışma içinde çalışıyoruz, kendilerinin de anlaşmaya büyük bir ciddiyetle yaklaştıklarını, yükümlülüklerin üzerlerine düşen kısmını yerine getirdiklerini, çeşitli radikal gruplarda yer alan militanların ve ağır silahların bu bölgeden çıkarılması konusunda katkıda bulunduklarını görüyoruz.”
İdlib meselesiyle uğraşan gazeteci ve araştırmacılardan hangisi o tweet’i gördüyse aynı şaşkınlığa düştüğünden eminim. Zira, bırakın külliyen “militanlar ve ağır silahlar”ın çekildiğinden sözedilmesini, çekildikleri yer “gerilimi azaltma bölgesi” olarak sunuluyordu ki, bu, bütün İdlib demekti!

Oysa… biliyorum, iyi niyetle izlemeye çalışan okurların bir kısmı da belirsizlikten, karışıklıktan bıktı, lâkin, Sputnik’in tweet’i meşhur bir fıkrayı andırıyordu. Moskova-Ankara Soçi Anlaşması’na göre, çekilecek olan, “militanlar” değil “ağır silahlar”; çekilecekleri yer “gerilimi azaltma bölgesi” değil, yeni oluşturulacak “silahsızlandırılmış bölge”; nihayet, 15-20 kilometre genişliğinde bir kuşak olarak tasarlanan bu bölgeye dair de müthiş belirsizlik var. Bundan başlayalım.
 
“Silahsızlandırılmış kuşak” nereden başlıyor?
 
Hâlihazırda oluşmuş bir sınır var. Kabaca “İdlib” diye adlandırdığımız, gerçekte İdlib vilayetiyle beraber Halep, Hama ve Lazkiye’den de parçalar içeren ve silahlı muhalif örgütlerin denetiminde bulunan bölge ile Suriye ordusu ve müttefiklerinin hakim olduğu topraklar arasında. “Silahtan arındırılmış kuşak” dendiğinde herkes düşündü ki, bu sınırın her iki yanına doğru, kimi yerde 7,5, kimi yerde 10 kilometre uzanacak bir kuşaktan, “şerit”ten/“bant”tan sözediliyor. (Buna göre hemen haritalar yapıldı; buradaki ilk harita da bu.)

Genel olarak Suriye İçsavaşı, özel olarak İdlib’le ilgili her şeyin karmakarışık ve anlaşılmaz hale gelmesi niyeyse ve her nasılsa âdetâ mukadder kılındığından, Eylül ayının son günlerinde bir iddia ortaya sürüldü. Buna göre, sözkonusu kuşak, her iki tarafından elindeki toprakların bir bölümünden oluşmayacak, doğrudan, silahlı örgütlerin elindeki bölgeden “kesilecekti”. Sunduğum ikinci harita da bu.

Bu haritaların karşılaştırılması, yakın gelecekteki hayatın silahlı muhalif örgütlerin beklediği kadar rahat ve konforlu geçmeyeceği şüphesiyle birlikte, Soçi Anlaşması’nda Moskova’yı -ve daha sonra Şam’ı- memnun eden ayrıntıların sandığımızdan fazla olabileceği ihtimalini yaratıyor.

Sonradan ortaya atılan iddiaya -dolayısıyla ikinci haritaya- inandırıcılık kazandıran güçlü bir sebep var: Eğer silahsızlandırılmış kuşak bu şekilde oluşturulursa, İdlib meselesindeki en önemli konu başlıklarından olan ve nasıl bir çözüme vardırılacağına dair hiçbirimizin hiçbir şey anlamadığı, Halep-Hama (-Şam) karayolu, artık pek çoğunuzun bildiği koduyla M-5, tamamen, bu güvenli kuşağın içinde kalacak! Güvenliği karada TSK tarafından sağlanacak, Rusya’nın da muhtemelen havadan denetleyeceği kuşak fiilen, Suriye ordusu adına emniyete alınmış olacak. İkinci önemli karayolu, Halep ile Lazkiye’yi bağlayan M-4 de aşağı yukarı yarı yarıya kuşağın içinde kalacak; dolayısıyla onun emniyeti meselesinde de adım atılmış olacak.

Eğer kuşak bu şekilde kurulacaksa, bunun bir başka sonucu, hem Heyet Tahrir el-Şam’ı ve anlaşmaya taş koyabilecek Huras el-Din ve başka radikalleri hem de bütün ötekileri, eskisinin yarısından küçük bir alana sıkıştırmak olur. Sıkışıklık şüphesiz, örgütler arası gerilimi artıracak, iç çatışmaları -muhtemelen “istenen”- boyutlara vardıracaktır.

Bu durumda yaşantıları muazzam zorlaşacak -zaten çok zor- siviller için nasıl çareler düşünüldüğüne dair ipucu yok. Galiba onlar bütün taraflarca zorunlu/katlanılabilir zayiat kaleminden sayılıyor.
 
Kim nereden çekildi?
 
Henüz kimse bir yerden çekilmedi. Çekiliriz-çekilmeyiz, silahları bırakırız-bırakmayız çekişmeleri sürüyor. Tavrı gelişmeyi en çok etkileyecek örgüt, Heyet Tahrir el-Şam, bu süreçte muhtemelen bir(kaç?) kere daha bölünecek, kopanların bir kısmı Ankara denetimindeki Ulusal Kurtuluş Cephesi bünyesindeki örgütlere katılacak, uzlaşmaz olanlar Huras el-Din’e gidecek. Uygurlar ve Orta Asyalılar Ankara tarafından bir şekilde bir süre ikna edilse dahi, Moskova’nın kesin olarak oraya bir yere gömmek istediği Kafkasya kökenliler muhtemelen savaşmak zorunda kalacak. (Ya da Türkiye’nin Uygurlarla birlikte onları da himayesine alması gibi, şu ana kadar olan bitenin yanına konduğunda bile absürd kaçacak tuhaf durumlar doğacak.) Sonuçta yine de kesinlikle uzlaşmaz konumda en az dört-beş bin savaşçı kalacak.

Heyet Tahrir el-Şam için mevzu ilk bakışta büyük ölçüde ideolojik ve ilkesel -çünkü Türkiye Cumhuriyeti laik devlet ve “mücahitler” onun buyruğu altına giremez!- görünüyorsa da, işin çok ciddî “duygusal” boyutu var. Bâb el-Heva sınır kapısı ve yollardaki kontrol noktalarından örgütün her ay elde ettiği gelir milyon dolarlar seviyesinde. Sivil halka yiyecek ve acil ihtiyaç maddeleri getiren yabancı yardım kuruluşlarının araçlarından bile “harç” alıyorlar. Buna karşılık Soçi çözümü, örgütün elinden nesi varsa almayı barındırıyor. Bütün gelir kapılarını, üstelik ideolojisi icabı otoritesini tanımaması gereken birilerinin buyruğunca terk ettikten sonra HTŞ artık asla eski etkinliğine kavuşamayacaktır.

Ankara’nın sözünü dinler kategorisindeki örgütlerden de bol bol çatlak ses çıkıyor. AFP’nin, sayısız gazete, site ve yayın organı tarafından kullanılan 30 Eylül tarihli [ https://www.afp.com/en/news/15/syria-rebels-deny-withdrawing-arms-north-under-deal-doc-19m31r3 ] haberine göre, Ulusal Kurtuluş Cephesi bünyesindeki Feylak el-Şam örgütünün sözcüsü, “Soçi anlaşmasına bağlıyız, ama silahlarımızın veya savaşçılarımızın yerlerinde herhangi bir değişiklik yok,” dedi. Yani henüz çekilmemişler. UKC’ye katılmayan, ama çantada keklik görülen “bağımsız” örgüt Ceyş el-İzze’nin lideri de doğrudan doğruya Soçi Anlaşması’nı topa tuttu: “Kurtarılmış bölgeleri kemiren ve Beşar Esad’ı kurtaran bu anlaşmayı reddediyoruz.”

Bunlar elbette, tıpkı HTŞ sözcülerinin zaman zaman yaptıkları aşırı “kararlı” açıklamalar gibi, Ankara ile pazarlık maksadıyla takınılan tutumlar olabilir. Ancak bütün bu örgütlerin tabanlarında, memnuniyetsizlik halinde kolayca disiplinden -ve raydan- çıkabilecek bolca unsur bulunuyor.

Anlaşmadan her söz edildiğinde, İdlib’te Putin ve Esad’ın tereddütsüz imha etmek için fırsat kolladığı birkaç bin savaşçı bulunduğunu ve yok edileceklerin de bunu pek iyi bildiğini hatırlamak gerek.

Aslında bütün sükûnet ve uzlaşma havasına rağmen, çatışma da, sürebileceği yerde sürüyor. Alesta bekleyen Suriye ordusu, Lazkiye kuzeyinde, Kürt Dağı ve Cisr el-Şuğur yakınında, “bize ateş açılıyor, karşılık veriyoruz” diyerek çatışmayı sürdürüyor. Yukarıda andığım tweet’inde “militanlar”ı ağır silahlarıyla birlikte savaş alanından uzaklara yollayan Sputnik de bunu, “Suriye ordusu Lazkiye’de militanları köşeye sıkıştırıyor” başlığıyla veriyor. Videolu haberde, Suriye ordusunun çatıştığı örgüt HTŞ değil “El-Nusra” olarak anılıyor.

Ve TSK, söylendiğine göre, 3 Eylül gecesi bu çatışma bölgesinin yakınına bir konvoy göndererek yeni mevzi oluşturmak için araştırma ve hazırlığa girişmiş. Belki de siz bunları okurken o mevzi kuruldu bile.
 
İlave sırlar
 
Yüzeydeki sükûnete rağmen süren yegâne çatışma bu değil. İdlib’i bir suikastlar diyarı haline getiren zincirleme cinayetler de devam ediyor. Cisr el-Şuğur’un kuzeybatısındaki kırsal alanda bir HTŞ komutanı vurulup öldürüldü, bunu Han Şeyhun’un hemen doğusundaki El-Temenna yakınında bir Kafkasyalı yerel birim komutanının öldürülmesi izledi. Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’nin (SOHR) bildirdiğine göre, bir Özbek komutanın eşiyle çocuğunun öldürüldüğü, onu çocuk, altısı kadın altmış beş sivilin bombalarla can verdiği Nisan ayından bu yana tabancayla tüfekle vurularak, suikastlarla, bombalı eylemler ile öldürülenlerin, kaçırılıp öldürüldükten sonra cesedi bir kenara atılanların toplam sayısı 338’e çıktı. HTŞ, Ceyş el-Şam, Ahrar, Ceyş el-İzze ve İdlib’te faaliyet gösteren başka örgütlerden, Suriye vatandaşı 235 savaşçı, Somalili, Özbekistanlı, Ürdünlü, Kafkasyalı, Körfez ülkelerinden gelme, Asyalı yabancı savaşçılardan 36’sı, suikasta uğradı.

Bu seri cinayetlerin arkasında tek bir seri katil yok. Kimi örgütler arasındaki hesaplaşmaların sonucu, kimi de çeşitli istihbarat servislerinin “çalışmalarının”. Özellikle HTŞ ilerigelenlerinin hedef alındığı bazılarıyla ilgili olarak Ankara da suçlandı.

İdlib muammasını derinleştirmek üzere ortaya çıkan -veya başını saklandığı yerden çıkaran- bir başka canavar daha var: DAİŞ. Temizlendikleri söylenen her yerde sonradan ortaya çıkabildikleri gibi, İdlib’te de “uyanan” hücreleriyle, binlerce savaşçısıyla, yerel birimleriyle her şeye hakim gözüken HTŞ’cileri hedef alıyorlar. Güneyde, kırsal bölgede hâlâ bulundukları çölde kuşatılan DAİŞ’çileri Suriye ordusunun İdlib’e taşıdığı da, dile getirilen bir iddia.
Şimdilik durum böyle. Ankara’nın İdlib’teki hedefinin ne olduğunu çok ciddî tartışmak gerektiğini -bu şartlarda bunu nasıl yapacağımızı bilmememe rağmen- hatırlatarak bitireyim.