II. Carlotta Valdès.

“Acımam yok. Geçmiş içimde. Bu olmayan ülke, bu gaste land, ancak zalimleri korur. Evim burası. Hoşgeldim. Bu cehennem benim.”

LEVENT YILMAZ

16.03.2022

* Sevgili Osman Çakmakçı’nın çıkardığı BuÇağ dergisinin ikinci sayısında yayınlandı bu parça. Aydos adlı yazılmakta olan kitabın ikinci bölümü bu. BuÇağ’ı alın, aldırın.

** Uzaylı Yazılar 20. Uzaylı Şiir 1.

——

Ben kimim ki? Öncelerden gelip içine giren hüzünlü bir nağme.

Tarih. Kimsenin tarihi. Bir kenara atılan birilerinin. Yok sayılan. 

Sen bir başkanın başkasıydın. Kast ettiğim bu değildi. 

Küçük şeyleri anlatmaktı niyetim, küçük insanları, kayığı küçük olanları, kıyıdan açılamayanları.

Ve benim, yükseklik korkum var. İlk kez, demirden bir kulenin merdivenlerinden inerken anlamıştım, sonra, sana, gözlerine, aklına bakınca. Öylesine yüksek, öylesine derin 

ki, içmeye eğildiğimde, yandı ellerim, bir pekbilent taşı

bir su düğünü çiçeği, sen, kainatta var olabilecek en güzel cin, en güzel zekâ.

Sokağa her çıktığında, sokak başlarını yoklayan, 

hakaretlere, tacizlere maruz kalan, 

yerlerde tekmelenen, evet, ben yaptım, evet ben, 

evi gecenin bir yarısı basılan,

kendini suçlamak, suçlamaktan utanmak, hafifletici neden aramak, bunlarla, bu pisliklerle uğraşmak, ben, hafifletici neden aramak, yok, her gün kendini suçlamak, her gün korkmak, her gün dayak yiyebileceğini, öldürülebileceğini düşünmek.

Mümkün mü bu? İnsan, bir çiğdem, bir çağla, bir buz gibi kuyu suyu, nasıl yapar bunu?

Aşıktım, der. Arpa, üzüm suyuna boğulmuştum, der. 

Para, değer, vermek. Vermiştim, der. Yapar. Yaptım. 

Neyimi kırdın ki? Kırsan ne olurdu? Gurur bir ince daldır elbette, bir defne dalı. Kimse geçmişte yaşamamalı. Ah, ama ne mümkün, ne mümkün unutmak!

Kimse, sıyrılamamalı. Böyle nasıl yaşanır? Gelecek düşünmeden? Nasıl? Şimdicilik derdi biri, Sabah Koşusu’nda galiba, ya da sonra, Tarihsellik Düzenleri’nde, aman, nerdeyse nerde, kim önce demiş kim sonra, bir yerlerde. Bilemeyeceğim elbette, bu ne. Düşünmeyeceğim bile.

Nasıl rahatlayacağım, pekiyi? Soğuk denize girerek? Soğuk sularla ovarak kendimi? Lesvos’a bakarak? Yarlardan kendimi atarak? 

Mağduriyeti bile mağdura bırakmadım. Gözü dönmüşün tekiyim. Tekiydim, artık neyim, kimim ki ben?

Tekgöz’üm, bir Tepegöz, bir Kyklop, Polyphemos’tu adım, çok konuşurum, konuşurdum, bayağı geveze bir budala. Babam oynak denizlerin tanrısıdır, ülkem yok o yüzden, adalarda yaşarım, bir zamanlar adamın ada olmadığını sanmıştım ama, haklısın, hiçbir şeye saygım yok. Yurtsuzum. Ekmek yiyenlerden değilim. Utanmak için, insan olmak lazım. Buğday başakları arasında yaşamak, sulamak, büyütmek, domates, salatalık yemek lazım. Erkek olmamak. Tek olmamak. Konuşmasını bilmek.

Alaycı değilim. Haklısın: “Yine kazandınız”. 

Bu ülke aslında benim için. Koyunlarımı, keçilerimi ve bana sığınanları yerim, başıma buyruk. Kimse: Maske. Beni adımla çağırdığında, herkes gelir ve kimse. Acımam yok. Geçmiş içimde. Bu olmayan ülke, bu gaste land, ancak zalimleri korur. Evim burası. Hoşgeldim. Bu cehennem benim. 

Tadı yok ama, çıkaracak.

Bir canavar, nasıl bir canavar olmayı bırakır?

802e diyor ki: Bu düzeni kurmak gerekli. Kanun koyucu en azından bunu yapmalı. Ayırmalı, şarkı söyleyenleri bile ayırmalı, şarkının sözlerini bile, kim hangi şarkıyı nasıl söyleyecek ayrılmalıdır bu: kanunun görevidir bu. Çünkü bu ayrım doğaldır. Çünkü asil olan bizimdir, benim, öyle diyor, dedi yüzyıllardır, asil ve yiğit ve görkemli olan benim payıma düşer. Düşük ve baş eğen ve biat edecek olan da sizsiniz, sen evet sen. Evet, yıllardır bu söylendi, çocuklar böyle yetişti, aktarıldı sözler zamanların bir feleğinden diğerine ve kanun oldu, o yüzden seni ve sevgini, gerekirse, öldürmeliyim. Öldürebilmeliyim.

Yeter artık, gel o zaman öldür beni!

Evet, seni de, sevgini de, sevdiğini de öldüreceğim; sevdiğin ne varsa.

Ama, belki de, oysa ki, yine de, kim bilir, bu doğru olmayabilir mi? Dostlar, duyun, belki’yi, yine de’yi!

Don Federigo: uomo dell’avvenire! 

Ve karşıdaki ada 28 Temmuz’da yıkılırken korkunç bir depremle, biz seyrettik, çöktü evler, dağlar, battı gemiler, biz çok güzel şaraplar içer ve kitaplar yazarken, ve sen korku içinde titrerken.

Bana yalvarmak için yazdın dün. Çok çaresizmişsin. Kapı çaldığında, bana benzer birini gördüğünde ağlıyormuşsun, aradığımda nefessiz, hareketsiz kalıyormuşsun, evet, gelip seni öldüreceğimi sanıyor, zarar vereceğimi zannediyormuşsun. Diken üstündeymişsin. Kabuslarındaki canavar benmişim. İyi değilmişsin, acı içindeymişsin. İnanırım bunları hakikaten yaşadığına, inanırım. İnsan nelere inanmadı ki. İyileş dünya güzeli. Bensiz iyileş. Ve ne olur artık kimse sevdiğini öldürmesin. Sevmediğini de öldürmesin. Ne bakışla ne hançerle ne de söz ve yazıyla. Cesur güya kılıç kullanırmış, kullanmasın! Verilen ne varsa, karşılıksız verilsin lütfen lütfen! Dönelim o çocukluğa.

Canavarım, herkes kadar, belki, ama daha çok hayvanım. Yalnız. Saldırıldığında saldıran, ya da acıktığında. Yoksa dururum öyle. İyinin ve kötünün ötesinde. Bir değerim yok. Birine neden korku verdiğimi bilemem. Ben daha çok korkarım çünkü dünyadan, içimdekinden, ve dışardakinden. 

Ve şimdi sırtındaki dövmenin anlamı oldun benim için, he’nin iki gözü iki çeşme, çığ, düştüm seninle, senden. Ağzımda bir hiçlik tadı.

Böyle dedim, ve sonra uzattım ellerimi görüntüye, ama hiçbir şey tutamadım, kaçtı bir duman gibi başka bir dünyaya.
 

Tepedeki imaj: Vertigo, Alfred Hitchcock, 1958.