İkiz düşünceli, polemikçi, örgütçü bir “bilimsel sosyalist”

Perinçek bugün kendini “bilimsel sosyalist” diye tanımlıyor. Yeni nesillerin hafızasında “Maoculuğundan” çok “Avrasyacılığı” ile yer edecek

SEZİN ÖNEY

22.06.2018

Doğu Perinçek, gerçekten de üzerine yazması belki de en zor Cumhurbaşkanı adayı. Bunun başlıca sebebi de, hakkında eski dava arkadaşları ve politik geçmişini paylaştıkları tarafından onun hakkında yazılmış ve söylenmiş o kadar çok şey var ki özel hayatından geçmişinin her türlü detayına kadar ayrıntıda boğulmadan net bir profili ortaya koymak gerçekten de zor.
 
Konuyu açarsak: 1970'lerin sol geleneğinden gelenler için Perinçek, ya çevresinde ya da karşısında oldukları başlıca siyasi aktörlerden. Ve sol gelenekten gelenler de, Türkiye'de her türlü alanda en çok yayın yapanlardan; hâl böyle olunca, Perinçek hakkında haddinden fazla sayılabilecek ölçüde kaynak var. Kendisinin de bir yayıncı ve yazar olması, Perinçek ve çevresinin ürettiği yazılı kaynakların da, muazzam kalabalık bir külliyat oluşturmasına neden oluyor.
 
Sadece Perinçek'in kendisinin imzasını taşıyan kitap sayısı 50 kadar; Bozkurt Türklerinden Osmanlı tarihine, eşcinsellikten sanat-parti ilişkisine, Deniz Gezmiş'ten Karen Fogg'a, Mao'dan Abdullah Öcalan'a birçok farklı konu ve kişi üzerine yazmış. Tüm bu kaynaklar arasında ayıklama ve bu kaynaklar üzerine tarama yapıp da, Perinçek'in izini sürmek başlı başına kendisi üzerine bir uzmanlık geliştirmek ve sırf bunun için müthiş zaman harcamak demek.
 
Ve tabii, bir de Perinçek'e dair “gri alanlar” çok yoğun: hem kendisi, siyasi hayatı ve yayıncılığı boyunca “gizli belgelere”, devlet içinde örgütlü etkiye meraklı oldu; hem de kendisine ve öncüsü olduğu hareketlere atfedilen böyle “gizemli” yönler var.
 
Perinçek söz konusu olunca neyin “mit” ve efsane, neyin gerçek olduğunu anlayabilmek gerçekten çok zor.
 
Peki, bu “derin külliyatta” ve hakkında yazılıp çizilenlerin deryasında kaybolup gitmeden, “Doğucu” veya “Doğu nefreti dolu” olmadan Doğu Perinçek'in profilini objektif biçimde nasıl çizebiliriz; onu nasıl tasvir edebiliriz?
 
 
İkiz ruhlu bir politik hayat
 
Perinçek'in hayat ve politika çizgisinde sürekli birbirine zıt ve birbiriyle çelişen yönler ve durumlar kendini gösteriveriyor. Bir yandan, ideolojik olarak devletçi ve sürekli devletle iç içe geçmeye çalışan bir siyasi çizgisi oldu Perinçek'in; öte yandan, Cumhurbaşkanı adayları arasında en çok hapis yatmış siyasetçi de o. Tam 15 yılı hapiste geçmiş; ki bunun üç ayı da, “Sansür Sürgün Kararnamesi” nedeniyle Diyarbakır Cezaevi'nde.
 
Perinçek'in ilk cezaevine girişi, 12 Mart Muhtırası sonrası oldu; 20 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Henüz 29 yaşındaydı; 1968-69 yılları, Perinçek için akademik ve siyasi olarak tam manasıyla “parlama” yılları olmuştu. 1971 Muhtırası ertesi tutuklandığında, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde doktorasını tamamlayalı ve “Türkiye'de Siyasi Partilerin İç Düzeni ve Yasaklanması Rejimi” başlıklı tezi kitap olarak basılalı ise üç sene.
 
Aynı dönemlerde, sosyalist öğrenci örgütü Fikir Kulüpleri Federasyonu Genel Başkanlığı görevini üstlenmiş ve 1968 Kasım'ında meşhur Aydınlık dergisini kurmuştu. 1969’da da illegal faaliyet gösteren Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi (TİİKP) örgütünü kurdu.
 
Tutuklanmasıyla, parlak bir gelecek, hapis darbesine uğramış gibi gözüküyordu ki; 1974 Affı ile tahliye edildi. O dönemlerde, Perinçek'e yönetilen suçlamalar arasında, “orduya sızmak” da vardı. Perinçek ile bağlantılı olduğu öne sürülen, “devrimci subayların” parçası olduğu “Kara Kuvvetleri Devrimci Subaylar Örgütü” ve “Şafak Subayları Grubu” davaları nedeniyle yargı karşısına çıktı. 
 
Bu davalar, çok sonraları da karşısına çıkacaktı. Perinçek, 2012'de Ergenekon Davası kapsamında yargılanırken ve gene tutukluyken, eski Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı Bülent Orakoğlu, kendisine yönelik 12 Mart döneminde, Perinçek ve grubunun TSK içine sızmaya çalıştığını ileri sürmüştü. Orakoğlu, “Perinçek’in ilişkileri, Genelkurmay istihbaratını birkaç kez kilitledi” iddiasında da bulunmuştu. Perinçek ise suçlamaları reddetti ve kendini şöyle savundu:
 
“Bu davada Doğu Perinçek ve 42 subay yargılanıyordu. Tek sivil bendim. Dava sonunda 42 subay hakkında hüküm verildi. Davada bir tek Perinçek’in beraatine karar verildi. Orakoğlu’nun iddia ettiği gibi TSK’nın içine sızmaya çalıştığım yönünde bir itirafım yoktur. Olsa beraat eder miydim? Ben 32 gün boyunca kontrgerillanın merkezinde itiraf etmem için işkence gördüm.”
 
12 Mart dönemi ile ilgili de, kendi kaleminden “ordunun orduya darbesi” tarifini yapıyordu.
 
“Çok önemlidir, 12 Mart, tıpkı 12 Eylül gibi, aynı zamanda orduya karşı darbedir: Ordunun orduya darbesi! 12 Mart’ta 1500 ve 12 Eylül’de 2000 kadar subay ve askerî öğrenci ordudan atılmıştır. Mersin’deki o genç subay, Vartolu işçilerle yaptığımız toplantıya gelip şunu sormuştu: '12 Mart ve 12 Eylül’de toplumun hangi kesimleri, Türk Ordusu kadar ağır darbe yedi?' Vartolu işçiler, “Olayın bu yönünü görememişiz” dediler. (…) Biz de mecbur olduğumuz gelecek devrimini şimdiden kutluyoruz. (…)'Ordunun orduya karşı darbesi’ başlığı, kuşkusuz okuyucunun garibine gitmiştir. Hayatın kendisinde 1 (bir) yoktur. Her bir, aslında iki’dir. Başka deyişle bir ikiye bölünür. Atomun da bölünmesinden sonra bu saptamaya, sanırız itiraz eden kalmamıştır. Matematikteki 1 de, hayattaki 1 gibi, aslında 2’dir. 1’in içinde 2 vardır: 1/2+1/2. 'Ordunun orduya darbesi' de, aslında ordunun orduya darbesi değildir; NATO’cu generallerin Mustafa Kemal'in ordusuna darbesidir.”
 
2012 tarihli bu yazısında Perinçek, ilginç ve ironik biçimde, “hayatın kendisinde 1 (bir) yoktur” diyerek kendi karakter özelliklerinden “ikizliği” ortaya koyuyordu. Yaşamı boyunca, fikirleri de hep “ikizlikler” gösterdi.
 
Örneğin, 1974'te Kıbrıs'a müdahaleye karşıyken, 2003'te “Rauf Denktaş ile Omuz Omuza Mitingleri”ne katılıyordu.
 
Bir dönem Perinçek ile hem siyasî hem de aile bağları bulunan (kızkardeşi Feyza Perinçek ile evli olan) Gün Zileli, Havariler adlı anı kitabında, Perinçek'in duruşunu şöyle anlatıyordu:
 
“İstediğimiz Ecevit tarafından birkaç gün sonra yerine getirildi. 1974 yılı Temmuz ayının o sıcak günlerinde Türk ordusu Kıbrıs’ın bir bölümünü işgale girişti. Aydınlık hareketinin neredeyse tamamı, başlangıçta solun diğer bütün kesimleri gibi işgali destekleyen bir tutum içindeydi. Ne var ki, Doğu Perinçek ve artık her yere birlikte gidip geldiği ve yakında evleneceği Şule Perinçek, aynı kanıda değillerdi. Bir akşam vakti onlara rastladım Kavaklıdere taraflarında. İşgale karşı olduklarını görünce önce şaşırdım. Özellikle Doğu çok öfkeliydi. Ecevit'in 'anti-faşizm' sahtekârlığına ateş püskürüyor, solun kuyrukçu tutumunu şiddetle eleştiriyordu. O âna kadar benim de o ‘kuyrukçu’lardan pek bir farkım yoktu doğrusu. Ne var ki, Doğu’nun eleştirileri o öyle yabana atılacak gibi değildi gerçekten. Nasıl olmuştu da böyle dalgaya kapılıvermiştik birdenbire. Halkın coşkusuna kendini fazla kaptırmanın da, demek böyle handikapları vardı.”
 
Zileli'nin ifadesine göre Aydınlıkçılar, Perinçek öncülüğünde “durum değerlendirmesi sonucunda işgale karşı çıkmayı ve 'İşgale Nihayet, Kıbrıs’a Hürriyet' sloganı altında bir mücadele vermeyi kararlaştırdı.”
 
Elbette, 1974'teki bu duruş ile, 2003'te “KKTC'yi desteklemenin bütün dünya devletlerinin barışı koruma mücadelesinin en önemli görevi olduğunu” ve “Denktaş'ı savunmanın bir vatan görevi olduğunu” söylediği çizgi arasında ciddi bir söylem farkı var gibi gözüküyor.
 
Keza, 1990'larda Kürt sorununa  yönelik “bağımsızlıkçı” bir tutum benimsedi ve PKK liderliği ile oldukça sıcak bir iletişim kurdu. Şimdilerde ise, bu düşüncelerle taban tabana zıt derecede “şahin” görüşleri var.
 
1987'de kurduğu ve genel yayın yönetmenliğini yaptığı 2000'e Doğru dergisi, Kürt sorunu konusunda, o güne değin en cesur haberleri yapan yayın organlarındandı. 1992 gibi bir tarihte yayınlanan, Hizbullah'ın Diyarbakır'da “Çevik Kuvvet” merkezinde eğitildiği gibi bir haberden bahsediyoruz örneğin. Ki bu haberin yayınlanmasından iki gün sonra, derginin Diyarbakır temsilcisi Halit Gürgen öldürülmüştü. Doğu Perinçek'in kendisi de, 2000'e Doğru'da şu şekildeki görüşlerini yayınlamaktaydı:
 
“Kürt milleti kaderini tayin hakkına kayıtsız şartsız sahiptir. Eğer isterlerse ayrı bir devlet kurabilir. Emekçilerin çıkarı, tam hak eşitliği ve özgürlük temelinde, gönül birliği gerçekleştirmektedir. Kürt illerinde referandum yapılmalıdır. Referandumda ayrılığı savunanlar da özgürce propaganda yapabilmelidir.”
 
Perinçek, sadece yazıları ve genel yayın yönetmenliği çizgisi ile Kürt sorununa yönelik cesur ve ezber bozan bir yaklaşımda bulunmuyordu. 1991'de, Lübnan'a Bekaa Vadisi'ne giderek PKK lideri Abdullah Öcalan ile de görüştü. Yıllar sonra, Kürt sorunu konusunda şahinleştiğinde, bu görüşme gündeme geldiğinde, Öcalan ile mülakat için görüştüğünü ve bunun da gazetecilik çerçevesinde olduğunu söyledi. Buna karşılık, Öcalan'a “gül verdiği” görüntülerdeki başka bir gazeteci olsaydı, hâli nice olurdu diye de düşünülebilir. Benzer şekilde, 2000'e Doğru'nun “Kürtlere Özerklik” kapağı için de 2016'da, “Biz onu o zaman özgürlük ortamı olsun diye dedik. Atatürk’ün özerklik programını yayınladık” diyecekti.
 
2018'e gelindiğinde ise, Kürt sorununa yönelik görüşleri açıkça “şiddet-silah” rotasına sapmıştı. 26 Mayıs 2018'de Cumhuriyet'ten Erdem Gül ve Ankara bürosu Haber Müdürü Ayşe Sayın'ın kendisiyle yaptığı mülakatta Perinçek,Kürt sorunu için "Silahla çözülür" diyordu. Doktora tezinin, “Türkiye'de Siyasi Partilerin İç Düzeni ve Yasaklanması Rejimi” olduğunu belirttiğimiz Perinçek şimdi, HDP'nin kapatılmasını da savunuyor.
 
Tüm bu fikirsel ve tutumsal değişiklikler, belki de Perinçek'in özünde olan “hayatın 1 (bir) olamayacağı” kişisel felsefesine dayanıyordu ve onunla ilgili aradan geçen yıllarda değişmeyen tek şey de, zıt kutuplar arasında gidip gelen bu kişisel felsefe idi.
 
Ve tabii, Perinçek'in hep polemiklerin odağında olması da…
 
 
Polemikçi ve örgütçü
 
Perinçek, hem polemikleri seviyor hem de polemik paratoneri gibi üzerine çekiyor. Hafızaları tazelersek, Aralık 1995'te yayınlanan 32. Gün programında, Mehmet Ali Birand'ın moderatörlüğünde Doğu Perinçek ve Ertuğrul Kürkçü'nün arasında parlayan polemik, Türkiye'de tartışma programları tarihinde aşılması zor bir “seviyeye” ulaşmıştı.
 
Perinçek'in bu polemikçi yönü, bir yandan kendine 1960'lardan bu yana sürekli kendisine “müritler” gibi bağlanan siyasi taraftarlar ve destekçiler kazandırıyor; bir yandan da, öncüsü olduğu siyasî hareketin sürekli kendi içinde bölünmesine ve yakınında yer alanların uzaklaşıp yerlerine yepyeni isimlerin gelmesine neden oluyor.
 
Siyasî hayatının en başından beri, böyle “bölücü” ve “kutuplaştırıcı” bir yönü de var. Mart 1968'de Fikir Kulüpleri Federasyonu Kurultayı'nda (FKF) Perinçek genel başkan seçilmişti dedik; bu dönemde, sol gruplar arasında “Sosyalist Devrim” mi, yoksa “Milli Demokratik Devrim” mi tartışmaları hararetle sürüyordu. Perinçek'in çizgisi, Milli Demokratik Devrim'den yanaydı. FKF, Perinçek'in başını çektiği merkez karar alıcılarının etkisiyle, Milli Demokratik Devrim çizgisinde ilerlemek için Devrimci Güçbirliği Platformu'na (DEV-GÜÇ) katıldı. 1965'te kurulan ve 1967'de Türkiye İşçi Partisi (TİP) ile ilişkisi pekişen FKF'nin DEV-GÜÇ'e katılması, TİP ile ilişkilerini gerilip, sonunda da kopmasına neden oldu. Perinçek'in kendisinin de, TİP'li öğrencilerin genel başkanlık adayı olduğunu ve seçildikten sonra Milli Demokratik Devrimciler tarafına geçtiğini de hatırlatalım.
 
Perinçek'in, Türkiye'nin sol tarihinde bu gibi “yön tayin” değişikliklere neden olmasının sebebi, sadece polemik ve tartışmalara yatkın yanı değildi elbette; aynı zamanda çok iyi örgütleyen bir yanı da var.
 
Bir dönem aynı siyasî çizgiyi paylaştığı Ragıp Duran, 6 Temmuz 2017 tarihli bir yazısında Perinçek'in ismini vermeden, kendisiyle ilgili şöyle yazmıştı:
 
“Kuşkusuz birtakım meziyetleri var: Çok iyi örgütçü olduğu söylenir, örgütlediği insanların yüzde 95’i bir süre sonra kendisini terk eder. Vakti zamanında onunla çalışmış bir meslektaş, ‘’Örgütçüdür de, grupçuk örgütlemesi konusunda uzmandır’’ görüşünde.”
 
“Örgütçü” yön veya örgütleme yeteneği, siyasette liderliğe soyunan herkeste bulunması gereken bir özellik; ancak Perinçek'te bu özellik bambaşka “belirleyici” özellik kazanmışa ve Perinçek de, yaşamı boyunca her şeyden önce sürekli “örgütlenmiş ve örgütlemişe” benziyor.
 
Cengiz Çandar'dan Şahin Alpay'a, Halil Berktay'dan Oral Çalışlar'a, Perinçek ile bir dönem aynı siyasî harekette yer alanlar, örgütçülük ötesinde yoğun bir örgütsel denetimden de bahsediyorlar. Bu denetim, Gün Zileli'nin Yarılma adlı kitabındaki anlatımına göre, kız kardeşi Feyza'nın da hayatına maloluyormuş. Zileli şöyle yazmış: 

"1976'nın başında Doğu Perinçek'in kızkardeşi olan eşim Feyza hamile kaldı. Parti'nin 'çocuk yapma yasağı'na o güne kadar sadakatle uyduğumuz halde; M.K. Çamkıran'ın ve Doğu Perinçek'in bu yasağı delmelerinden cesaret alarak oldukça gevşek davranmaya başlamıştık. Ama aynı zamanda endişe içindeydik. Ya parti çocuğun doğumuna izin vermezse? Haftalık raporumda, Doğu'ya, 'Mozambikli'nin (Feyza'nın kod adı) 'kazaen hamile kaldığını' bildirdim. 'Keşke olmasaydı ama ne yapalım, olmuş bir kere, hayırlı olsun' türünden bir yanıt bekliyordum. Ertesi hafta gelen cevapta, 'iyi bir kürtajcıya' gitmemiz isteniyordu. Gelen cevapla ikimiz de yıkılmıştık. Ama parti disiplinine ve Doğu'nun çelişkili tutumuna karşı duracak bir kişiliğimiz yoktu. Bu emre köle gibi itaat ettik.”
 
Eski sol çevrelerde, Perinçek'e yönelik olarak dile getirilen böyle çok küskün ve kızgın anı, hattâ “ihbarcılık” suçlamaları var. Ama Perinçek'in yarattığı tartışmalar ötesinde her daim çevresinde, yeni kişilerle örülen ve örgütlenen insan ağları olduğu da kesin.
 
 
Aydınlık'ın sürekli yeniden doğuşu
 
Perinçek'in Türkiye siyaseti tarihindeki müstesna yeri gerçekten de, hiç yılmadan sürekli örgütlenmesi ve örgütlemesinden kaynaklı; içinde olduğu hareketler ve partiler ötesinde, yayıncılığında da bu “örgütçülüğün” büyük izi var.
 
Zaman içinde tamamen Perinçek ile özdeşleşir hâle gelen Aydınlık’ın hikâyesi de bu örgütçülüğü yansıtıyor. 1920'lerdeki kısa tarihinden sonra, 1968'de Doğu Perinçek ve Vahap Erdoğdu gibi bambaşka bir nesil tarafından yayınlanmaya başlanan Aydınlık, o zamanlar aylık dergi formatındaydı. Türkiye İşçi Partisi kökenli muhaliflerin yayın organı olan Aydınlık, “Milli Demokratik Devrim” tezinin de ideolojisini kuramsallaştırma rolünü üstleniyordu. Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı'nın yazar kadrosunda olduğu Aydınlık içinde de çok geçmeden fikir ayrılıkları yaşanmaya başlandı. 1970'e gelindiğinde dergi, Aydınlık Sosyalist Dergi ve Perinçek'in öncülüğünde Proleter Devrimci Aydınlık olarak ikiye bölündü.
 
Proteler Devrimci Aydınlık, haftalık dergi hâline de gelerek hız da arttırdı, kuramsallıktan çok günceli daha sıkı takip eder hâle geldi. 12 Mart Muhtırası, her iki Aydınlık'ın da sonu oldu. Ancak, Perinçek'in Aydınlık'ı, haftalık dergi olarak Kasım 1974'te yayın hayatına geri döndü. Sıkıyönetim tarafından kapatılması gibi badireleri format değiştirerek atlatan dergi, sonunda 1978'de günlük gazeteye dönüştü. Başyazarlığını Perinçek'in yürüttüğü gazetede, Rıfat Ilgaz, Cemal Süreya'nın da yazıları yayınlanıyordu.
 
1980 darbesi, hem Perinçek için hem de Aydınlık için gerçekten de ağır darbeler aldıkları dönüm noktasıydı: Perinçek tutuklandı ve sekiz yıl hapse mahkum edildi. 1985'te tahliye oldu. 1991'e kadar siyasi yasağı sürdü.
 
Aydınlık'ın kendisiyse, 1993'e kadar yayın hayatından uzak kaldı. Geri dönüşü ise, günlük gazete formatında oldu. Genel yayın yönetmeni Ferit İlsever, başyazarı ise Aziz Nesin'di. Köşe yazarları arasında da, elbette Doğu Perinçek vardı, onun yanı sıra birçok farklı isim de… Cezmi Ersöz, Metin Altıok, Korkut Boratav, Fethi Naci, Hilmi Yavuz, Baskın Oran, Feroz Ahmad, Fikret Otyam gibi…
 
1994'te, Aydınlık yeniden biçim değiştirdi; haftalık dergiye dönüştü; 2011'de de yeniden günlük gazete olarak yayınlanmaya başlandı ve bugüne kadar da geldi.
 
Tüm bu değişim ve dönüşümler ötesinde, Aydınlık giderek polemikler yaratan bir yayın hâline de dönüştü. Örneğin, Aydınlık'ın 28 Şubat 1997 dönemindeki yayın çizgisi, bugüne kadar süren bir tartışma konusu.
 
Şu bir gerçek ki, Perinçek'in kendisi siyasî çizgisinin en başından beri, gri ve girift alanlarda olmaya meraklı oldu; devlet içinden, bürokrasinin her kanadından orduya, istihbarata uzanan ilişkiler kurmaya politik mücadelesi için önem verdi.
 
Yayıncılığında da, 2000'e Doğru ve Aydınlık'ın kimi dönemlerindeki cesur gazetecilik örnekleri olduğu kadar ve hattâ daha da fazla, gizli dosyalar, istihbarat yöntemleriyle elde edilmiş bilgilerin yayınlanması da ağırlıklı yer tuttu.
 
Bu tarz “istihbaratvari gazetecilik” örneklerinden biri de, 2002'de o dönemin Avrupa Birliği Komisyonu Ankara temsilcisi Karen Fogg'un e-postalarının sızdırılıp yayınlanması idi. Fogg'un Türkiye siyaseti ile kişisel yorumları ve bu konuda, aralarında gazetecilerin de bulunduğu çeşitli taraflarla e-posta üzerinden temasları, ayrıca Perinçek tarafından Karen Fogg'un E-Postalları adıyla kitaplaştırıldı da…
 
“Türkiye'nin alacakaranlık kuşağı” olarak adlandırabileceğimiz bu gri, puslu alanları özellikle seçip ve benimseyip, bu alanlarda siyasetçi ve yayıncı olarak var olmayı seçmek, aynı alanda egemenliğini ilan etmek isteyen grupların birbiriyle çatışmalarının tam da odağında yer almak demekti.
 
Gri ve puslu alana ve ötesine egemen olup, girift “istihbaratvari” yöntemlere  ve devlet içinde kadrolaşmaya meraklı zıt bir kutup olan Fethullah Gülen Cemaati de, Ergenekon Davası döneminde Perinçek'in tutuklanmasına ön ayak olmuşa benziyor.
 
Perinçek, Ergenekon soruşturması çerçevesinde 21 Mart 2008'de, sabaha karşı evine yapılan baskınla gözaltına alındı. Aynı operasyonda gözaltına alınanlar arasında Cumhuriyet gazetesi imtiyaz sahibi ve başyazarı İlhan Selçuk da vardı; İstanbul Üniversitesi eski rektörü Kemal Alemdaroğlu ve Ulusal Kanal Genel Yayın Yönetmeni Ferit İlsever, Aydınlık Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Serhan Bollu da.
 
Perinçek için 12 Mart ve 12 Eylül'den bile ağır olan dönem bu olmuşa benziyor; 2008'de tutuklandıktan sonra 2013'te 117 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Ve altı yıl hapis yattı. 6 Mart 2014'te Özel Yetkili Mahkemeler, TBMM kararı ile kaldırılınca, yaklaşık bir hafta içinde tahliye edildi.
 
Tüm bu Ergenekon Davası sürecinde yaşadıkları ertesinde, 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi'ni gerçekleşmeden önce yaşanan “hareketliliğin” bilgisini alarak iktidarla paylaştığı iddialarında bulunması, Türkiye'de siyasî dengelerin ne kadar hızlı değişebildiğinin de göstergeleri idi. 15 Temmuz sonrası Perinçek, “iktidar ortaklarından” biri olarak gösterilmeye bile başlandı.
 
 
Avrasyacılık ve Perinçek milliyetçiliği
 
Perinçek bugün kendisini, “bilimsel sosyalist” olarak tanımlıyor. Yeni nesillerin hafızasında da, “Maoculuğundan” çok “Avrasyacılığı” ile yer edeceğe benzer. Rusya'da gerçekten var olan ve Vladimir Putin döneminin temel taşlarından biri olan Avrasyacılığın Türkiye temsilcisi gerçekten de Perinçek mi tartışılır. Diğer bir deyişle, Rusya'da bir ağırlığı olmayan “Avrasyacı ideolog” olarak tanınan Aleksandr Dugin'in Perinçek ve Vatan Partisi ile bağlantılarının adeta magazinel biçimde medyaya yansıması ötesinde, Türkiye'de Avrasyacılık ideoloji olarak nedir; Perinçek'in bu ideolojideki rolü nedir? Bunlar  apayrı tartışma konuları olabilir gerçekten de; ama bu profil çalışması açısından dikkat çekici kısım, Perinçek'in “gizemli” ve “eli kolu her yerde” imajının, Avrasyacılık konusunun da odağına oturtması.
 
Medyanın ilgisinin her dönem üzerinde olması biraz da, Perinçek'in kendisinin de, hep tartışma yaratacak adımları bodoslama atıvermesinden kaynaklanıyor. Örneğin, 2000'lerin ortasında başlattığı ve İsviçre üzerinden Avrupa'nın da gündemi hâline gelen “Ermeni Soykırımı inkârı” olayını ele alalım. Malûm Perinçek, 2005'te İsviçre'de, “Ermenilere, 1915'te soykırım yapılmadığını iddia eden bir konuşması” nedeniyle gözaltına alınmış ve kendisine 90 gün hapis ile 17 bin İsviçre Frangı kadar para cezası verilmişti. Bu vaka sonradan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin önüne giden “Perinçek-İsviçre Davası”na dönüşecekti. Bu dava, 2015'te Perinçek lehine sonuçlandı.
 
Davada Ermenistan'ın avukatlığını yapan Amal Clooney ve Geoffrey Robertson, davada karar Perinçek lehine çıksa da asıl kazananın kendileri olduğunu iddia ettiler. George Clooney ile evlendikten sonra dünya medyasının vitrininde çok daha fazla yer alan insan hakları avukatı Amal Clooney, Perinçek'e yönelik olarak; “O çok istediği kahramanlık mevkiine oturmaması gereken bir provokatördür. Mahkemenin, kendisinin talep ettiği 120 bin euro tazminatı reddettiğini ve kişisel adlî harcamaları da dahil ona hiçbir ödenek aktarmadığını belirtiriz” demişti.
 
Perinçek hakkında daha söylenecek, yazılabilecek çok şey var;  Perinçek'in “enigmatik” ve belki de, olduğundan “daha derin ve etkin” imajı,  kendisinin de oluşmasına katkıda bulunduğu, gerçekten de enteresan bir fenomen.
 
Asıl “Avrasya” durumu ise Perinçek'in ailesinde: kızı Kiraz, Çince ve Çin üzerine uzmanlaşan biri, oğlu Mehmet de, Rusça ve Rusya.
 
Perinçek'in bir de küçük oğlu var; Sadık Can Perinçek, o da annesi 46, babası 53 yaşındayken doğmuş. Bir de, Sırma Ersanlı ile önceki evliliğinden olan büyük kızı Zeynep, o gözlerden daha uzak.
 
Doğu Perinçek’le beraberlikleri siyaset içinde başlayan ve hep siyasetle devam eden Şule Perinçek, 2008'de Selin Ongun'a, beraberliklerini, “Örgüt evliliği miydi sizinki” sorusu üzerine şöyle anlatmış:

“Tam tersi. Hâlâ çoluk çocuğun dalga geçeceği kadar düşkünüz birbirimize. Doğu benim ilk sevgilim. Ona saz çalarken âşık oldum. O konuda çok yetenekli değil, ama büyük bir aşkla sazı çalması bende ilk kıpırdanmalara neden oldu.”
 
Bu vesile ile de, Selahattin Demirtaş dışında, bir saz çalan Cumhurbaşkanı adayımız olduğunu da öğrenmiş oluyoruz; Perinçek ile ilgili sürprizler bitmiyor zaten. İronik olan, bir saz çalan adayın partisinin, diğeri tarafından kapatılmak istenmesi belki de.
 
Ergenekon Davası esnasında Kuzey Kore yönetiminden kendisine resmî destek mesajı yayınlandığı gibi gerçeklerden, Milli İstihbarat Teşkilatı ile bağlantılı olduğu iddialarına ve tabii, sol gelenekten gelenler arasında bitip tükenmeyen Perinçek tartışmalarına girmeden, Doğu Perinçek için belki de söylenebilecek en doğru şey, en “nev-i şahsına münhasır” Cumhurbaşkanlığı adayı olduğu.