İlâhî tesadüflerden faydalanabilsek

Üfleyenin kimliği değişse de fark etmiyor, esen hep aynı yalan rüzgârı.

ÜMİT KIVANÇ

02.06.2016

 

Başbakanlıktan sorumlu vazifeli Binali Yıldırım’ın Ermeni soykırımı için “sıradan bir olaydı” demesiyle, Zirve Katliamı’nın son tutuklu sanığının da doğal ortamına salınması aynı güne denk geldi. 

Yüz binlerce insanın plan-program yapılıp katledilmesi ve sürülmesinin sıradanlaştırılması, kendi başına da her türlü “flaş”lığı, “son dakika”lığı hak ederdi şüphesiz. Ama kötülüğü sıradanlaştırmayı becermiş toplumuz. Bakarsınız, arada kaynar giderdi de.

Aynı şekilde, üç insanı uzun işkencelerle, gırtlaklarını keserek katleden adamların cezalandırılmayıp ödüllendirilmesi de, sıradan kötülüğün sıradanlığı kültürümüzde ufak bir pürüz olsun yaratmaksızın, cızırtı, parazit, en ufak ses çıkarmaksızın geçip sıradanlık sıralarında yerini alıverirdi.

Bunlar geçiştirdiğimiz olaylardır. Sıkıya gelirsek inkâr ettiklerimizden. İkisinin ortak yönü, bizim ruhumuzun derinliklerine dokunur. Oranın bir tat bir kokusudur.

Sıradanlığın, asla sindiremeyeceği şeyleri de midesine doldurup yine de renk vermemesini, hep sıradan kalmasını isteriz biz. Dışına çıktıkça kendimizi huzursuz hissettiğimiz bir sığınak, sıradanlık. 

Özellikle kötülüğün sıradanlığı.

Böyle denk gelişler, hayatımızda geçici sarsıntılar, lüzumsuz heyecanlar yaratır. Bu bir yana, manalı tesadüflerin yarattıkları bir başka şey, yaşadıklarımıza ilâhî bir üst aklın yön verdiği şüphesidir. Bize başka türlü anlatamadığını böyle anlatmak ister sanki. Çünkü bu tesadüfler tesadüftürler, ama fazla tesadüftürler. Öyle denk gelirler, yanyana öyle dururlar ki, sanat eserlerine özgü, deştikçe kendini belli eden, büyüsünün tesiri artan âhenkler, tatmin hissi veren bütünlükler yaratırlar. Bu eserin asılı olduğu salona giren çıkanların yüzlerinde aydınlanmışlık ifadesi görürsünüz. Eserin taklitleri üretilip işportaya düşse sokak satıcıları bunları “haydi hanımlar beyler, anlamayan da anlasın!” diye pazarlar. 

Sırf başbakanlık makamındaki zatın kulağı duymaksızın ağzından çıkan laf ile “Ergenekon yoktur, devlet suç işlemedi” dizisinin yeni bölümü yanyana gelse de yeterdi. Lâkin iş bununla kalmadı. 19 yaşındaki Ali İsmail’in polis (devlet) ve “devletini” savunan esnaf elbirliğiyle öldüresiye dövüldüğü, yaygın yerli ve millî değerlerimiz sözlüğünün başköşesini işgal eden bildik kavramla, linç edildiği meşum gecenin kötü kokulu karanlığı da çöktü. Kütahyalı yerli-millî ahali üç Kürt inşaat işçisine böyle kötü kokulu bir gecede benzer bir millî işlem uygulamak için çırpınmış, heyhat, maksada ulaşamamışken.

Kovboylar, mafyalar, linç kalabalıkları

Lincin millî kültürümüzün önemli parçası olduğu artık tartışma götürecek şey değil. Birileri tek tabanca yalnız kovboy kültürü geliştirmiş, çünkü öyle yaşamış. Başka birileri omertası bilmemnesiyle sıkı disiplin gerektiren mafyalar oluşturmuşlar, buna göre çete kültürleri geliştirmişler. Biz de hasımdan kalabalık ve güçlü olmayı kollayıp uygun zamanda saldırmayı öğrenmişiz. Hep mi böyleydi, yoksa hasım sayıca kıyaslanmayacak kadar az veya o sırada kendini savunamaz durumda, bir sebeple zayıf, hele gariban olduğunda o şeyin şahlanışı, zamanla mı bu süfli kimliğe büründü? Şahlanan şey bir millî ruh mudur yoksa düpedüz hastalığın azması, anlık kriz, ajitasyon, anksiyete falan mıdır sözkonusu olan? Tıp bilgim burada sınıra dayandığından, daha fazla cehalete düşmeden keseyim.

Ermeni soykırımı -ki siz bu yazıyı okurken muhtemelen Almanya parlamentosu tarafından da, Almanya’nın bu işteki sorumluluğuyla birlikte tanınmış olacak- sadece yüz binlerce insanın ölümüne, koca bir halkın binlerce yıllık toprağından, yerinden yurdundan olmasına yolaçmadı. Bütün bir halkı etkileri hâlâ giderilemeyen bir travma içinde yaşamaya mahkûm etti. Bu muazzam sarsıntının Ermenilere neler ettiğini hayal etmek, bundan sözetmek, duygusal bakımdan çok zor. Ama birkaç dakika soğukkanlı kalabilirseniz, soykırımın manevî, toplumsal, kültürel sonuçlarını tasavvur ve tarif etmeniz kolaydır.

Daha zoru şu sorunun cevabını bulmak: Peki soykırım faillere hiç mi bir şey yapmadı? Onları sadece hak etmedikleri mülklere mi kavuşturdu? Nüfusun hatırını sayılır yüzdesini oluşturacak, dince, dilce farklı bir toplumla ülkeyi paylaşacak olmanın “yükünden”, tahammül için enerji harcamaktan mı kurtardı? Hasta etmedi mi? Kompleksli etmedi mi? İnkârla, şirretlikle baş etmeye kalkışsa da, ancak bir yolunu bulup zulmü sürdürerek kenara itebildiği suçluluk duygusuyla, iç gerilimiyle yaşamaya mahkûm etmedi mi? Birbirine karşı da hoyratlığa sürüklemedi mi? En ufak hatasını kabul ederse gerisinin hesabının da sorulacağını vehmeden, bu yüzden asla hiçbir kabahatini kabul etmeyen, özür nedir, telafi nedir bilmeyen, kaba, gergin paranoyaklar haline getirmedi mi insanları?

Kurdukları devletin dahi temel saikleri birtakım soğukkanlı siyasî-stratejik değerlendirmeler değil nefret ve korku gibi hastalıklı duygular olmadı mı? Zorla, haksızlıkla ele geçirildiğini bildikleri yapılara, sokaklara, meydanlara bu yüzden her an ellerinden alınacakmış gibi, başkasına aitmiş gibi, bu yüzden değersizmiş gibi davranmadı mı ahali? 

Bu kadarı yeter. Daha derine dalmayalım. Hatırlatmak istediğim, soykırıma sahne olmuş topraklarda yaşandığı bilgisini böylesine ihmal etmenin tahminlerimizin çok çok çok ötesinde yaygın, boyutlu, vahim sonuçları olduğu. Tedaviye muhtaç olduğumuzu unutuyoruz. İşimize geliyor, unutuyoruz, bunun için özel çaba harcıyoruz unutuyoruz; ve fakat bir türlü unutamıyoruz.

Ortaklık…

Kürt meselesine hendek kazılmış mahalledeki herkesi öldürerek, ibretlik bodrum katliamları tertipleyerek, şehirleri topa tutarak, binaları, semtleri ortadan kaldırarak, Kürtleri sürüp dağıtıp oralara başka birilerini yerleştirerek “çözüm” getirmeye cüret edebilmenin ve bunu göze alabilmenin gerisinde, suça batmadan iş göremeyen devletin toplumun çoğunluğuyla tâ o zamandan kalma suç ve kader ortaklığına güvenişi var.

Tam burası işte, şu soruyu sormanın yeri:

Malatya’da üç insanın, görünüşe bakılırsa fanatik dindarlıktan gözü dönmüş gençlerce, korkunç işkencelerle öldürülmesi, Türkiye’de kendine muhalefet payesini layık gören kimseler tarafından neden anca bu kadar duyuldu, görüldü, anca bu kadar önemsenebildi? Başlıca ayrım, çatışma mevzuu ve korunacak mevzi laiklik olarak tanımlanırken, iktidar, emperyalistlerin güdümündeki irticacılar olarak damgalanırken, tam da din istismarına başından eğilimli, böyle bir cinayet nedeniyle üzerine gelinse kendini savunmada zorlanacağı varsayılan bir iktidarken, acaba neden Malatya Katliamı nedeniyle yer yerinden oynamadı? İrticacılıksa irticacılık, gırtlak kesmeyse gırtlak kesme -mâlûm “kör testere” motifi onyıllar boyunca hayatımıza Vurun Kahpeye’deki hoca gibi eşlik etmedi mi?-, aranacak her şey vardı bu katliamda? Neden ortalık ayağa kalkmadı?

Trabzon’daki Santa Maria Kilisesi’nin rahibi Andrea Santoro 5 Şubat 2006’da öldürülmüş, kimse ses çıkarmamıştı. Bu sırada ordu “misyonerlik faaliyetleri”ni adım adım izliyor, Millî Güvenlik Kurulu, herhalde son elli yılda elli kişi Müslümanlıktan Hıristiyanlığa geçmiş midir bilinmez bir ülkede bu misyonerler işini aslî tehditlerden biri diye tanımlıyordu. Üstelik “Hıristiyan misyoner” kimliğiyle memlekette bulunan herkes devamlı saldırılara uğrar, ayrıca zaten her dakika polis ve jandarmaca izlenir gözlenirken. İtalyan rahip Santoro’nun da telefonu dinleniyordu nitekim. Santoro cinayeti doğru dürüst soruşturulmadı bile.

Fakat 2007’nin 19 Ocak’ında Hrant Dink, herhalde Cumhuriyet tarihinin en geniş katılımlı yarı-resmî devlet organizasyonuyla katledildiğinde protestolar cinayet akşamından başlayıp günlerce sürdü, Hrant’ın cenazesi görüp göreceğimiz en muazzam vicdanî haykırışlardan biri olarak tarihe geçti. Öncelikli olarak, beklenmedikliğiyle tarihe geçti. Beklenmedikti, çünkü beklenemezdi. Beklenmezdi. Bir Ermeni öldürülmüştü.

Yani uyanmamız için bir mecburiyet doğmuştu. Hak yemeyeyim, bazılarımız uyandı. Daha fazlamızın uyanabileceği hissedildiğinden olsa gerek, derhal katil bayrak önüne konup mâlûm video ve fotoğraf çekildi, dağıtıldı, hepimize bu defaki polisiyenin yazarı, yapımcısı, yayıncısı, hangi rafta yeralacağı, kimler tarafından hangi sıklıkta okunacağı tebliğ edildi.

Üfleyen değişse de rüzgâr aynı

İşin devlet tarafına, bugün “aa, yokmuş!” denen Ergenekon ve benzer yapılara bağlı rezilliklere de, bu işleri kurcalamayarak meğerse bugünlere yatırım yapan İslâmcı iktidar partisinin rezilliklerine de girmeyeceğim. Şu anda konum bunlar değil. Zaten ben de dahil birçok insan bunları kimbilir kaç defa yazdık çizdik. 

Sorduğum, iktidarın canhıraş muhaliflerinin, katliam kurbanları Tilman Ekkehart Geske, Necati Aydın ve Uğur Yüksel’den niçin en ufak ilgiyi esirgedikleri. Malatya Zirve Yayınevi’nde üç insanın uzun uzun işkenceler edilerek, boğazları kesilerek öldürülmesi, üstelik katillerin yakalanması, askerin polisin de bir şekilde işin içinde olduğunun anlaşılması neden Türkiye Cumhuriyeti’nin AKP iktidarına uzak duran kesimlerinin ilgisini çekmemiştir? Yoksa tam da şu son söylediğim şey yüzünden mi?

İsteyen, laikliğin bekçisi Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, uzaktan yakından böyle bir tehlike olmamasına rağmen neden “misyoner faaliyetleri” ile uğraştığını da sorabilir. Ve mazallah, Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren neden Meclis’te hiç gayrimüslim “millet”vekili bulunmadığını sormaya varabilir. Bulunacak cevapların hepsi bizi “Türkiye’nin ruhu”na yaklaştıracaktır: Bugün Kürtleri katletme “asgarî müştereğinde” kurulmuş koalisyon daha köklü ve geniş bir tabana dayanıyor. “Muhalefet” sıraları hep kısmen devlete aitti, şimdi de öyle.

Belki de bu yüzden, üfleyenin kimliği değişse de fark etmiyor, esen hep aynı yalan rüzgârı. Birarada kime ne yapılacağı belliyken kimin sözü geçecek kapışmasını asıl mücadele diye yutturdular bize bunca zaman. Zulmedilenlerin tarafına geçip bakınca her şey nasıl berrak gözüküyor halbuki.