“İpsiz Recep’in torunlarıyız bir anlamda”
Sivil ve resmî ırkçılığın cezasız bırakılması ve sırtının sıvazlanması ile Türkiye toplumuna karşı suç işlendiğini söylüyorum.”
25.02.2022
Sosyal medyada bir ölüm haberi okudum: Seçkin Kır, 1958 doğumlu, Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi kurucu üyesi, Halkların Demokratik Partisi Parti Meclisi üyesi. HDP’nin Karadeniz örgütlenmesinde yoğun emeği var.
Ölüm haberi ve başsağlığı dilekleri ile birlikte Kır’ın, Karadeniz şehirlerinde mevsimlik tarım işçilerine yönelik ırkçı saldırıların nedenlerine dair şu cümlesi de görünür oldu: “İpsiz Recep ve Topal Osman zihniyeti günümüzde de devam ediyor.” (2020, Yeni Yaşam gazetesi)
Cümlenin devamı özetle şöyle idi:
“Bölge ağırlıklı olarak Ortodoks Rumlardan, Ortodoks ve Katolik Ermenilerden oluşurken, Osmanlı’nın son zamanları ile birlikte bu nüfus bir kırıma uğratıldı. Cumhuriyet ile birlikte bu kırım daha da yoğunlaştırıldı ve bu halklar tamamen imha edildi. Buralara göç ile birlikte yeni yerleşim alanları açıldı. Kendisine Türk diyen yerli nüfus boşaltılan yerlere yerleştirildi, gayrimüslümlerin mülklerine el konuldu. (… ) Rum ve Ermeni nüfusun yok edilmesi bu yeni, ayrıcalıklı ve varlığını devlete borçlu tabakanın tekçi, homojen ve kültürel bakımdan fakir oluşu nedeniyle, kendi kimlik kodlarının dışındakilere karşı düşmanlığı da ortaya çıkardı. Müesses nizam her daim Karadeniz’i bu özellikleri ile her türlü propaganda ile yaşatmaya çalışıyor. Bu nizam Rumları ve Ermenileri, İpsiz Recep ve Topal Osman gibi cezaevinden devşirdikleri suçlulardan oluşturulan çeteler ile yok etti. Aynı zihniyet günümüzde de devam ediyor. Hrant Dink’i katledenler, Trabzon da rahip Santaro’yu öldürenler de bu zihniyetin sürdürücüleridir.”
Burada biraz duracağım. Trabzon / Sürmene yaylalarına kısa bir ziyaret yapacağım. Oradan 1938 Erzincan’ına ve 1960’ların sonlarında Bartın’a uğrayacağım.
1983 yazında, üniversite öğrencilik yılları ev arkadaşım A.’nın Sürmene-Petekli köyünde (eski adı Magavla) aile evine misafir oldum. Bir zamanlar aileler, evlatlarının okul arkadaşlarını kendi evlatları yerine koyarlardı. Bu güzel huy hâlâ devam ediyor olabilir.
O ziyaret günlerinde A., köyde Dersim Kırımına asker olarak katılmış birinin henüz vefat ettiğini söyledi. Bir tanıklığı kaçırdım anlamına geliyordu söyedikleri. Fakat vefat eden kişi, muhtemelen sağlığında, çevresine, yakınlarına, birilerine askerlik günlerine dair bir şeyler anlatmış olmalıydı. Suskun biri olsa bile, suskunluğu da bir şey söylüyor olabilirdi. Söze dökülmeleri çok zor olan şeyler… Her iki durumda da çevresine Dersim’e dair bir şeyler taşımış, bir iz bırakmış oluyordu. Geride kalanlar, zamanla o izleri unutacaklardır. Unutmaları doğal. Betondan mamul bir inkâr geleneği ile yaşıyoruz.
Dersim Kırımı sonrası sürgünler başladığında, Erzincan dağ köylerinden sürülen aileler, kağnıya yüklenmiş üç beş eşya ve birkaç baş koyun ile Erzincan ovasına inerken ova köylerinin içinden geçmişler. Bazı haneler avlu kapılarını açıp, sokaktan kendi avlularının içine doğru tuz serpmişler. Hayvanlar tuza giderler. Avluya giren 3-5 koyunun arkasından avlu kapılarını kapamışlar. Koyun çalmayı akıl edemeyen bazıları da sürgün edilen insanlara hakaret etmiş, kötü davranmış. Köyün bazı sakinleri yapılanlara karşı çıkmış, “yapmayın, yazıktır, günahtır” demiş.
Bir haksızlığı görmüş, gücü ancak “yapmayın, yazıktır, günahtır” cümlesine yetmiş, elinden fazlası gelmemiş ve muhtemelen o yetersizlik, çaresizlik hissi ömür boyu onunla gelmiştir diye düşünüyorum. Zamanla unutmuş da olabilir. Fakat yine de insanın içinde bir iz kalır mı acaba? Ve fail, beni ezerken, ezilişime tanık olanı fakat elinden bir şey gelmeyeni de ezer mi? Onu çaresizliğe, acz’e iterek, ruhen ezer mi?
1960’ların sonlarında, Bartın ve çevresi, Batı Karadeniz’in demokrat gençleri, orman köylülerinin, bölge mafyatik/güç ilişkileri ile gasp edilen haklarını savunmak, kooperatifleşmelerini sağlamak için eylem yaparken babaları onlara şöyle diyordu: “Tuz gibi dağıtırlar sizi.”
Baba kuşağının dilindeki bu cümle, devletin sicil cümlesidir. Babayı, oğlunun gördüğü zulüme tanık eder. Baba çaresizlikten gerçekçi olur. Pasifizm üreten bir gerçekçilik: “Tuz gibi dağıtırlar sizi.”
Sürmene, Erzincan ve Bartın örneklerinde, devletin doğrudan hedefi olmayan ancak devlet şiddetine tanık olan ve vicdanı olup biteni kabul etmeyen bir sessizlikten söz etmeye çalıştım. O tanıklık esnasında tanığın da ruhen ezildiğini söylemeye çalışıyorum. Türkiye toplumunun ruhen ezik olduğunu söylüyorum. Sivil ve resmî ırkçılığın, cezasız bırakılması ve sırtının sıvazlanması ile Türkiye toplumuna karşı suç işlendiğini söylüyorum.
Şimdi İpsiz Recep ile Topal Osman’a dair bir şeyler söyleyen birini dinleyelim. “Nedir, mesele nedir?” sorusuna belki bir cevap, bir ip ucu buluruz.
“İpsiz Recep’in torunlarıyız bir anlamda.”
Funda Tosun, Zaman gazetesinde bir haber/söyleşi görüyor (Eylül 2013)
Haberde, Mikdat Remzi Sancak adlı bir “Eski İstanbul kabadayısının” geçmiş maceraları anlatılıp, bugün ne kadar dinî bütün bir hayat yaşadığına dikkat çekiliyordu. Tosun’un kaleminden devam edelim:
“Haberin kenarına iliştirilmiş küçük bir kutuda ise Sancak’ın 6-7 Eylül katliamı sırasında yaptıkları sıkıştırılmıştı. Gazetenin özel bir önem atfetmediği bu bilgi, bizim için fevkalâde değerliydi, çünkü belki de ilk kez, 6-7 Eylül 1955 gecesi İstanbul sokaklarında yağma ve şiddet eylemlerine katılan bir kişi, yaptığı talanı açıksözlülükle anlatıyordu. (…) Hemen aynı gün, Sancak’tan telefonla randevu istedik ve birkaç saat sonra da kapısını çaldık. 6-7 Eylül’ü ve daha fazlasını anlattı.
Sohbetimiz sırasında öğrendik ki, Mikdat Sancak’ın dedesi, Ermeni kıyımında ciddi rol oynayan çeteci İpsiz Recep’in en has adamlarındanmış. Karadeniz’in iki yakası arasında kaçakçılık yapan resmî tarihin kahramanlarından İpsiz Recep, 17 Ermeni’yi komitacı oldukları gerekçesiyle öldürdükten sonra, hapis yatmaktan kurtulmak için Millî Mücadele saflarına katılmıştı. Bilimum suça bulaşmış elemanlar gibi ona da cezasına münasip bir rütbe verildi. 100 yıl üstündekiler subay, 15 yıl üstündekiler çavuş, beş yıl üstündekiler ise er olarak Teşkilat-ı Mahsusa’ya alınırken, İpsiz Recep başarılarından dolayı yüzbaşı olarak onurlandırıldı.
İşte bu İpsiz’in en has adamlarından birisi olan Hacıdedeoğlu Seyit, 70’lerin meşhur kabadayısı, 6-7 Eylül’de sokaktaki yağmaların katılımcısı Mikdat Sancak’ın dedesi. Milliyetçi bir ‘kabadayı’nın hikâyesinin, Türkiye’nin karanlık tarihiyle olan bağı için ‘tesadüf’ denilebilir mi sizce?
Geçtiğimiz yıl umreye, bu yıl da hacca giden ve imanlı bir Müslüman olduğunu her fırsatta dile getiren Sancak, “Trabzon Sürmeneliyiz. Yedi göbekten Türk’üz. Ben biraz Rumca bilirim ama Laz değiliz. Kanımız, soyumuz belli. Sancak ailesi olarak sadece İstanbul’da 500 aile var. Yani bizim sülaleyi toplasan bir ilçe olur. Mütareke yıllarında haber gönderdi Atatürk. Ne kadar adam çıkartabilirsiniz dedi. İş fena tabii. Topal Osman ‘beş bin tüfekliyle emrindeyim’ dedi. Başkası ‘üç bin adam getirim’ dedi. İpsiz Recep’e sordu, ‘kaç kişi’ dedi. O dedi ki, ‘ben işimi bilirim, bir tüfeğim bir ben yeterim. Sonra benim dedem de katıldı Recep’in ekibine. En has adamı oldu. Biz böyle bir köklü aileyiz işte. İpsiz Recep’in torunlarıyız bir anlamda.
(…) Ben o sıralar İstanbul’da yeni sayılırım. Denizciydim. Mal taşırdım. Haydarpaşa Garı’ndan Eminönü haline. Tesadüfen, o gün memleketten gelen bir arkadaşla Tophane’de muhallebi yiyorduk. Baktık insanlar koşuyor. Ortalık karıştı. Duyduk ki Atatürk’ün evine bomba atmışlar. Millet galeyana geldi tabii. Dükkânların camlarını kırıp içerde ne var ne yok alıyorlardı. Polisler de vardı ‘kırın, saldırın!’ diye bağırıyorlardı. Biz de katıldık, napalım? (…) Bir ara baktım bir kuyumcu dükkânına saldırıyorlar. Ben de karıştım aralarına, vitrinde ne var ne yoksa doldurdum koynuma. Küpe, müpe, altın…” (Funda Tosun, Agos, Eylül 2013)
Kapatıyorum:
“Irkçılığın inkârı politikası o kadar içselleştirilmiş, yaygınlaştırılmış ve kültürün derinlerine yerleştirilmiştir ki 'ırkçı değilim ama' retoriği ile başlayan ve arkasından onlarca ırkçı argümanın sıralandığı bir konuşmayı her yerde ve neredeyse herkesten duyabilirsiniz.” (İstanbul 2018, Uluslararası Ayrımcılık Konferansı Programı Bildirileri Kitabı önsözü’nden)