“İşkence… Mahkum edelim. Lanetleyelim. Ve asla unutmayalım”
Bir ülkede işkence varsa sorumlusu ve suçlusu sadece işkenceciler değil, göz yuman, duymazdan gelen ve “oh olsun!” diye düşünen herkestir…
22.09.2023
İşkencenin sistematik olması sadece devletin bir politika olarak benimsemesi ve işkencecileri himaye etmesiyle ilgili değil. Çünkü bu süreç bir silsile halinde cereyan ediyor.
İşkenceli sorgudan sonra “prosedür gereği” mahkeme önüne çıkmadan Adli Tıp kurumuna götürülüyor veya adı “Hükümet Tabibi” olan bir hekimin karşısına çıkarılıyorsunuz. Ve gösterildiğiniz doktorlar gördüğünüz işkenceyi kayda geçirmiyor… Savcının önüne çıkarılıyorsunuz, savcı “işkence gördüm” ifadenizi dikkate almıyor… Mahkemeye çıkıyorsunuz, yargıç sizi duymuyor…
Yargılandığınız süreçte işkence gördüğünüzü kanıtlamak için elinizden, dilinizden geleni yapıyorsunuz ve bu nafile bir çaba olmanın ötesine gitmiyor… Medya ise, zaten, istisnalar hariç, oldum olası “devlet ne derse o” pozisyonunu terk etmiyor ve medya aracılığıyla sesinizi duyurmanız, deveye hendek atlatmaktan daha müşkül bir iş… Sonuçta bu süreçte herkes işkencecilerle suç ortağı oluyor ve bunda bir beis de görmüyor…
Ne anlatmaya çalıştığımı daha iyi ifade edebilmek için, okurun sabrını zorlamak pahasına bazı tanıklıklarımdan kısaca da olsa söz etmek isterim.
İlk defa işkence gördüğümde lise öğrencisiydim, 1978’de. 15 yaşımı bitirmemiştim henüz. İstanbul Yıldız Teknik Üniversitesi’nde işlenen bir cinayeti protesto etmek için İstanbul’daki bütün lise ve üniversitelerde düzenlenen boykota katıldığım için gözaltına alındım. Çağlayan Lisesi öğrencisiydim (bugün yerinde büyük Adliye binası var). İstanbul 2. Şube’de (Sirkeci’deki ünlü Sansaryan Han) ve 1. Şube’de (Gayrettepe’deki Siyasi Şube) işkence gördüm: Kaba dayak, falaka, elektrik…
Ne savcılık ne beni tutuklayıp cezaevine yollayan mahkeme dikkate aldı işkence gördüğümü… “Adli tabip” karşısına çıkarıldığımı hatırlamıyorum bile. Muhtemelen beni göstermeden “bir şeyi yok” tutanağı aldı işkenceci polisler ve tutuklanıp hapse yollandım…
1980 yılında (darbe öncesi) cezaevinden çıktıktan bir yıl sonra tekrar gözaltına alındım. “Siyasi şube” olarak da adlandırılan 1. Şube’de ilkinden daha ağır işkenceler gördüm. Kaba dayak, çırılçıplak soyma, tazyikli su, elektrik, falaka… Savcı karşısına çıkarıldığımda ilginç bir şey oldu. Malum, sıkıyönetim dönemi. Yüzbaşı rütbesindeki askeri savcıya (Adı Sait idi, soyadını hatırlamıyorum maalesef ve dava dosyasının tamamı da elimde değil) emniyette işkence gördüğümü söyledim. “Ne yaptılar? Göreyim” dedi. Topallayarak yürüyebiliyordum zaten. Ayakkabılarımı çıkarıp biri şişmiş, diğeri patlamış kan ve irin içindeki ayak tabanlarımı gösterdim, “falakadan” diyerek.
Parmaklarımın çevresindeki bedenime verilen elektrik yüzünden oluşmuş yara izlerini gösterdim, bu kabuk bağlamış halka şeklindeki yaraların cinsel organımın çevresinde de olduğunu söyledim. Cinsel organıma bakmadı. Ve ifademe bunları olduğu gibi yazdı! Sonradan o savcının görev yeri değiştirildi ve ne oldu, bilmiyorum. Dilerim sağ ve afiyettedir. Selam olsun. Yine de tutuklanıp 7.5 yıl yatacağım bir hapislik sürecine yollandım tabii…
12 Eylül cezaevlerinde mahpuslara işkence çoğu zaman doktor gözetiminde yapılıyordu. Hapislik sürecim boyunca Metris’te bunu bizzat yaşadım, özellikle 1981-84 yılları arasında. İşkenceci asker ve subaylar işkencenin şiddetine ve süresine karar vermek için mesleği sözüm ona doktor olan kişilere danışıyordu…
Yargılandığım 12 Eylül sıkıyönetim mahkemesinde de tutanaklara geçen “ilginç” bir olay oldu (Demeyin Anama, İçerideyim kitabımda daha detaylı anlattım). Bir eylemin tanığı olarak mahkemeye getirilen yaşlıca bir bekçi, duruşma yargıcı ve savcının tüm aksi yönlendirmelerine rağmen emniyette yapılan yüzleştirmedeki ifadesini reddetti ve “Bana gösterilen kişiler kan revan içindeydi, işkence görmüşlerdi. Polisler bana da baskı yaptı ve bana ait olmayan bir tutanak imzalattı, kabul etmiyorum” dedi.
Bunu söyleyen, işkence gördüğümüze tanıklık eden devletin bir güvenlik görevlisi idi, sene 1983 idi ve ülke cuntanın en azgın zamanlarını yaşıyordu… (Ona da selam olsun, dilerim sağ ve afiyettedir.) Bu ifadeyi avukatlarımızla birlikte adeta zorla tutanaklara geçirdik ama yargılamanın seyrini değiştirmek açısından mahkeme tarafından dikkate bile alınmadı…
1988 yılında Ankara’da gözaltına alındım; işkenceleriyle namlı DAL’da sosyalist bir gazeteci olarak işkence gördüm ve sorgunun ardından karşısına çıkarıldığım Ankara DGM savcısı Nuh Mete Yüksel’e işkence gördüğümü söylediğimde bana cevabı, “Örgüt propagandası yapma” oldu…
1993 yılında Van’da gözaltına alındım; ağır ve vahşiyane işkenceler gördüm. İşkenceli sorgunun son günlerinde bana işkence yapılan sorgu odasında “adli tabip” olduğunu söyleyen birinin karşısına çıkarıldım. Arkamda işkenceci polisler duruyordu. Perişan haldeydim ve kollarım tutmuyordu. İşkence gördüğümü söylediğimde karşımda duran “doktor”, sesi titreyerek “Ben bir şey yapamam” dedi. Oysa işi, sağlık durumumu kayda geçirmekti…
1994 yılında Diyarbakır 2 Nolu DGM salonunda hapishane şartları nedeniyle açlık grevindeyken savunma yaptım. Bitap haldeydim. Mahkeme heyeti duruşmaya birkaç dakika ara verdikten sonra kararını açıkladı ve bana bütün takdir yetkilerini aleyhimde kullanarak haksız ve “fahiş” bir ceza verdi. Kalan nefesimle “Cezalar bizi yıldıramaz” dediğim anda duruşma yargıcı Mehmet Orhan Karadeniz bana tehditkar şekilde parmak sallayarak “Biz de yılmayacağız! Memleketi böldürmeyeceğiz!” sloganları attı ve mahkeme heyeti huzurunda askerler tarafından bayıltana kadar dövüldüm…
Ve daha neler neler…
Belki ağırımıza gidecektir ama bir ülkede işkence varsa bunun sorumlusu ve suçlusu sadece işkenceciler değil, dolaylı ve doğrudan işkence suçuna ortaklık eden, göz yuman, görmezden duymazdan gelen ve hatta “oh olsun!” diye düşünen herkestir…
Bu suçun sorumluluğundan arınmak zorundayız. Yoksa tabii ki yaşamaya devam ederiz ama birbirimizin gözlerinin içine bakamadan ve hasta, sakatlanmış bir toplum olmanın utancıyla…
***
Bir romana “önsöz” yazmak, biliyorum, pek alışıldık bir şey değil. Zaten sanırım bu romanın konusu da “alışıldık” bir konu değil. Bu önsözü kaleme almamın nedeni, okura böyle bir konuda neden roman yazmış olduğumu doğrudan izah etmeye ihtiyaç duymamdır…
İşkence nedir, biliyorum. Çünkü, biraz değindim, ağır işkenceler görmüş biriyim. Binlerce insan gibi. Mahpusluk süreçlerimi anlatan kitaplarımda (Demeyin anama, içerideyim ve 90’larda mahpus olmak) kısmen anlattım. “Bana şunu yaptılar, bunu yaptılar” açıklığında teferruatlı olarak hâlâ bile anlatamadığım, anlatamayacağım bir şey işkence. Biraz da bu nedenle edebiyatın diline başvurmayı tercih ettim.
Yaşadığım işkenceli sorgu seanslarında, belki tuhaf bir şeydir ama, işkencecilerin ruh hallerini merak ederdim. “Bunları nasıl yapabiliyorlar?” diye düşünürdüm; nasıl bu kadar insanlıktan çıkabiliyorlar, nasıl insan içine çıkabiliyorlar, nasıl bir ev, aile hayatları var, hiç kahveye gitmezler mi, “normal” insan ilişkilerine girmezler mi… Nasıl…
Bu romanı kaleme almamın esin kaynağı bu sorulardır.
İşkenceyi anlatan başka romanlar kuşkusuz vardır ama sanırım işkenceyi işkencecilerin gözünden anlatmayı deneyen ilk romandır bu. Ne kadar başarılı olduğuna ise tabii ki okur karar verecek.
Bu romanın bir diğer “kişisel” esin kaynağı, kendi açımdan bir “yüzleşme” vesilesi olmasıdır. En zoru da bu oldu. Bazı bölümleri ağlayarak, ellerim titreyerek yazdım. Bazı bölümlere, cümlelere dönüp tekrar bakamadım…
Romanda anlatılan hikâye ve hikâyenin kahramanları tamamen kurgu. Ancak anlatılan işkence yöntemleri, gerçek. Eksiği var ama fazlası yok. Binlerce insanın maruz kaldığı, yaşadığı bir vahşilik…
1988’de Uruguay’da düzenlenen “Tıp Ahlakı ve İşkence Karşısında Hekimler” başlıklı seminerde Dr. Pablo Carlevaro şöyle demişti: “Dehşet gerilerde kalmalıdır ama mahkum edilmeli, lanetlenmeli ve asla unutulmamalıdır.”
NOT: Bu yazım, İşkenceci-Burada Allah Yok! başlıklı yeni yayınlanan romanım için kaleme aldığım önsözden kısa bir kesit.
—–
Kapak Görseli: Marcin Czerniawski (Pixabay)