İşkence sahnesinde “demokrat” bir polis
Emniyet Müdür Yardımcılığı ve Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı yapan Karatay, polisin demokratikleşmesi üzerine doktora tezi hazırlamış
25.06.2019
Mahsus mahalin işkence tezgâhları ne zaman yok oldu ki? Halis muhlis “yerli ve millî” tarihimizin kapkara lekeleri olarak kazındılar belleğimize. Sansaryan Han’ın zindanlarından Diyarbakır Cezaevi’ne, Ziverbey Köşkü’nden JİTEM hücrelerine hazin anıtların isimleriyle anılıyor bunlardan bazıları. Yerli vahşetin, milli kıyıcılığın, evrensel insanlık suçlarına dönüştüğü, acılarla yüklü hafıza mekânlarımız var bizim. Ankara’da, Halfeti’de işkenceyi yeniden keşfetmiyoruz. Gökçer Tahincioğlu’nun aktardığı Ankara’da iki işkence merkezi kurulduğuna dair iddia bile 12 Eylül döneminin o tüyleri ürperten soğuk ve duygusuz tabiriyle Derinlemesine Araştırma Laboratuarı (DAL) adı verilen işkencehâneyi hatırlatmıyor mu?
Önce gözaltına alınan onlarca Dışişleri Bakanlığı memuruna yönelik ciddi işkence iddiaları, ardından da Halfeti’de çıkan görüntüler işkenceyi yeniden gündemimize soktu. Ayten Öztürk’ün hikâyesi de bunun münferit bir vaka olmadığına dair ciddi bir işaret. Şayet gözaltına alınan ya da tutuklanan şahıslara yönelik darpları, tacizleri, tehditleri veya çıplak aramaları rutin olarak görmeyip işkenceden sayma cüretini gösterebilirsek, polis şiddetinin her yurttaşın yaşam ve beden bütünlüğü hakkını tehdit ettiği bir noktadayız.
Bu tablo karşısında belki ilk refleks işkencelerin artışını 15 Temmuz ve OHÂL dönemine bağlamak. Oysa daha öncesine dayanıyor. Mesela 14 Temmuz 2016’da Eren Keskin’in İHD Şanlıurfa şubesinde “90’lı yıllarda bile duymadığı yöntemlerle işkence yapıldığına” dair yaptığı bir basın açıklamasıyla karşılaşıyoruz. Birleşmiş Milletler İşkenceye Karşı Komite’nin 2016’nın Mayıs ayında sokağa çıkma yasakları dönemine ilişkin hazırladığı sonuç raporunda işkence işlendiğine dair çok sayıda güvenilir bulguya değindiğini hatırlamakta fayda var (BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği de bu dönemde yaşanan ihlallere dair 2017’nin Şubat ayında bundan daha geniş bir rapor yayımladı).
İlginçtir, polis teşkilâtının “yerli ve millî” edebiyatından nasibini alması da yine bu döneme denk düşüyor. 2016’nın Nisan ayında kamuoyuna “yeniden yapılanma” vaadiyle birlikte müjdeleniyor. Söz konusu polis olunca bu söylem doğrusu kulağa biraz tuhaf gelmiyor da değil. 15 yıldır iktidarda olan bir hükümetin, bir zamanlar kahraman destan yazmasıyla övündüğü polisinin “dış güçler tarafından yönetildiğini” öne sürmesi ilk bakışta bir gaflet diye yorumlanabilir. Ama aslında öyle değil. Bu, toplu tasfiyelere basit bir göndermeden de öte, bir meydan okuma. Öze, fabrika ayarlarına geri dönüşün ilânı.
“Sıfır tolerans”tan üç maymuna
Bu açıklamayla beraber çöpe atılan “İşkenceye sıfır tolerans”, AB müktesebatına uyum başlığı altında geliştirilen söylemlerden biriydi. Bilhassa bu süreçte Polis Akademisi mezunlarının Avrupa ve ABD’de yüksek lisans ve doktora yapmaları teşvik edildi. 2013’te dönemin İçişleri Bakanı Muammer Güler’in bir soru önergesine cevaben yaptığı açıklamaya göre 2002-2013 yılları arasında 253 emniyet teşkilatı mensubu sadece ABD’de 37 farklı üniversitede master ve doktora eğitimi aldı.
Bununla ilgili yapılabilecek farklı okumaları bir kenara bırakırsak, amaçların başında emniyet mensuplarının AB müktesebatına riayet edebilmelerini sağlayacak daha çağdaş bir bakış açısı edinmeleri geliyordu. ABD’de doktora yapan öğrencilerden biri de OHÂL’in ilânından kısa bir süre sonra Emniyet’in en kilit görevlerden birine getirilen Akın Karatay. Doktora tezi ise bugün polis şiddetinin neden yeniden had safhaya ulaştığına dair kayda değer ipuçları sunuyor. University of Southern Mississippi’de 2009 yılında sunduğu tezde emniyet mensuplarının polis teşkilâtının demokratikleşmesine dair yürütülen reformlara yönelik tutumlarını inceliyor. 384 ankete dayanan saptamaları, bu reformların teşkilât bünyesinde neden içselleştirilemeyeceğini de bize anlatıyor aslında. Teze internet üzerinden erişmek mümkün.
2014 ile 2016 arasında, IŞİD’in Kobanê’yi kuşatmasına karşı protestoların yapıldığı 6-7 Ekim olaylarıyla Silvan, Sur gibi ilçelerdeki sokağa çıkma yasaklarını da kapsayan bir dönemde Diyarbakır’da Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü'nden sorumlu Emniyet Müdür Yardımcısı olarak görev yapan bir yetkilinin tezinden söz ediyoruz. Aynı Karatay 15 Temmuz’un ardından Ekim 2016’da ise Emniyet İstihbarat Daire Başkanı olarak atanıyor, yani tüm polis teşkilâtının adeta kara kutusu olan birimin başındaki kişi hâline geliyor. Bir başka deyişle işkence ve diğer insanlığa karşı suçlar, tezinde bizzat polisin nasıl demokratikleşebileceğini tartışan bir emniyet yetkilisinin gözetimi altında daha da vahim bir seyir alıyor. Karatay, geçtiğimiz Mayıs ayından beri de Teftiş Kurulu’nda görevini sürdürüyor, yani bugün bile basına yansıyan işkence vakalarını soruşturma yetkisine sahip.
“Hükümet doğrudan etkili”
Peki, Karatay tezinde nelere dikkat çekiyor? Öncelikle “demokratikleşmeyi” son derece akademik bir çerçevede ele alarak üç sacayağından oluşan bir bütün olarak tanımladığını belirtelim: hesap verilebilirlik, hukuk devleti ve insan hakları. Demokratik polislik kavramının da bir kültürel, zihni dönüşüm gerektirdiğini defalarca irdeliyor. Hazırladığı ankette ise deneklerin “kesinlikle katılıyorum” ile “kesinlikle katılmıyorum” arasında beş farklı şekilde cevaplayabildikleri 56 soruya yer veriyor (geri kalan sorular anketi cevaplayanların yaş, kıdem gibi profilleri ile ilgili). Bu sorulardan ikisi ise işkenceyle doğrudan bağlantılı: “İşkenceyi önlemeye yönelik politika prensipte faydalı ama uygulamada etkisiz” (Soru 44) ve “İşkenceyi önlemeye yönelik katı bir politika nedeniyle çok fazla suçlu (şüpheli) kolaylıkla ceza almaktan kurtulabiliyor” (soru 45).
Anketi cevaplayan emniyet mensuplarının büyük çoğunluğu (yüzde 57) demokratik polislik uygulamalarına “kesinlikle katılırken,” yüzde 41,1 ise “katıldıklarını” ifade etmiş ve sadece 1,3’ü nötr bir tutum sergilemiş. Ancak Karatay tezinde şu saptamada bulunuyor: “Her ne kadar anketi cevaplayanların çoğunluğu demokratik polisliği destekliyor olsa da aralarından ciddi bir kısmı kanunların agresif şekilde yerine getirilmesini öngören ve reformlara karşı sinik bir tutum içeren beyanlardan yana cevaplar da verdi.” Karatay’a göre reformların içselleştirilememesinin başlıca sebebi, geçiş döneminde hak-odaklı bir yaklaşımın polisin görevini sekteye uğratacağına dair bakış açısının henüz kaybolmamış olması.
Yine de bu küçük saptama, reformların genel olarak tepeden inme olarak yapıldığına dair diğer tesbitleriyle birleşince büyük bir uyarıya dönüşüveriyor. Öncelikle söz konusu demokratik polisliğin AB müktesebatı çerçevesinde ivme kazandığının altını çiziyor Karatay. Ardından da şunu ekliyor: “Anketi cevaplayanların tutumlarından ve yorumlarından hareketle, hükümetin demokratik gelişim sağlayan reformlara bağlılığının ve polisteki dönüşüme, yasal reformlara, politika değişikliğine, toplum-odaklı polislik projelerine ve birim seviyesinde liderliğe verdiği desteğin, Türkiye’de demokratik polisliğin gelişimine doğrudan bir etkisi olduğu anlaşılıyor. Kaynak tarama kısmında belirtildiği üzere, Türkiye devleti geçmiş yıllarda merkezî, cebre başvuran ve kısıtlayıcı bir otoriteydi ve bu durum Türkiye’de demokrasinin gelişmesini yavaşlatıyordu. Bunun sonucunda polis, rejime yönelik tehditleri önlemek, kamu düzeni ve kamu güvenliği adına toplumu kontrol etmek ve terör ve suçla etkili bir şekilde mücadele edebilmek için zor kullanıyordu.”
Bu argümanın tersinin de geçerli olduğunu varsaydığımız zaman, bugünkü işkenceyi bir devlet ve hükümet politikası olarak okumak mümkün. Karatay tezinde siyasî ortamın eğişebileceğine yönelik de yine bir uyarıda bulunmayı ihmal etmemiş. “Bu tabloya rağmen anketi cevaplayanların reformlara ilişkin olumlu algıları değişebilir,” diye yazıyor. “Zira reformlar uzun vadede etkili olmayabilir veya birim yöneticileri, siyasi iklimde değişiklikler ya da teşkilâtlanma öncelikleri gibi başka faktörlerin devreye girmesi sonucu göz ardı edilebilir. Reformların standart hale gelmesi ve açık bir şekilde anlaşılması önem taşımaktadır.”
“Tepeden inme reform yeterli değil”
Sayfalarca Türkiye’de polisin tepeden inme reformlarla değil, ancak tabandan yukarı doğru bir kültürel dönüşümle demokratikleşebileceğini anlatan bir emniyet mensubunun güya o geride bırakılmaya çalışılan geleneksel yöntemleri yeniden harlayanlardan biri olması acımasız bir ironi. Emniyet teşkilâtının insan hakları ve hukuk devletine daha bağlı, daha hesap verilebilir olmasını sağlamak için yatırım yaptığı üst düzey yetkililerden birinin sorumluluğu altında amaçlananın tam tersi bir tablo oluştu. Bugünle geçmiş arasındaki farklardan biri belki de işkenceye ve diğer kötü muamelelere yeşil ışık yakan yöneticiler arasında pek çok bile bile lades diyen kişiler olması. Bir kültürü değiştirmeleri için eğitilen ancak daha sonra tam da o kültürün taşıyıcıları ve uygulayıcıları olmaları istenen bir kuşak bu. Ve burada söz konusu olan bir devlet politikası, hatta belki de kişisel çıkarlar uğruna yapılan ve bedelleri çok ağır olacak bilinçli tercihler.
Bu noktada da hesap verilebilirlik devreye giriyor. Karatay’ın tezinde ifade ettiği üzere "Polis kuvvetinin meşruiyeti, güvenliği sağlanan toplum tarafından hesap verilebilir olmasına bağlıdır." Elbette üst düzey bir emniyet yetkilisinin tezinden yola çıkan bir eleştiride cezasızlığa değinmek, mevzuatında “kamu görevlisini hedef göstermek” gibi bir suç tanımı bulunan bir ülkede tehlikeli sularda yüzmekten farksız. Savcıların bu maddeden soruşturma başlatmak konusunda, işkence iddialarını araştırmaktan daha hevesli oldukları da kuşkusuz. Bunu dile getirirken bile otosansürün nimetlerine sığınmak, Türkiye’de neden cezasızlığın asla bertaraf edilemediğini de gösteriyor: Kamu görevlilerin cezaî sorumluluğunun neden gerekli olduğunu değil tartışmaya açmak, gündeme getirmek bile riskliyken Türkiye’de bir gün herhangi bir olay hakkında hakikat komisyonu oluşturulması hayalperestlikten öteye geçmiyor. Yargıçların faşist cunta yetkililerini gözlerini kırpmadan yargıladığı Arjantin’in aynı zamanda araştırmacı gazeteciliğin öncülerinden Rodolfo Walsh’ın da yurdu olması tesadüf olmasa gerek.
Bugün hükümette ve emniyette Türkiye’de insanlığa karşı suçların yeniden sistematik hale geldiğini idrak edip gözlerini yuman ve susan çok sayıda tanıklar. Bu vahşetin insan hakları ve hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmadığını özümsemeleri için eğitim görmüş ve bunun önleminin de hesap verilebilirlikten geçtiğinin farkında olan onlarca sorumlu…. Geçmişten bugüne kalan bürokrat tanıklıkları, kolluk kuvvetleri bünyesindeki uygulamaları aydınlatan çok fazla anlatı yok. Belki bu tez gelecekte bir hatırata dönüşür, kim bilir? Teorinin devlet şiddeti gerçeği ile sınandığında neden temenniden öteye geçmediğini şu son yıllarda yaşadıklarımızın ışığında açıklayan bir günce çıkar ortaya böylece, Ruhi Su’nun türküsündeki mahsus mahalin ürpertisinin hissedilmeyeceği günler için.