İyilik üretmeliyiz, ama neden üretemeyiz

Bu satırların bir kötümserlik manifestosu yerine geçmemesi için hemen şu hayatî önkoşulu belirtmeliyim: Eğer her şey aynı kalırsa…

ÜMİT KIVANÇ

16.01.2019

Medyascope’un “Femfikir” programında dört kadın, programın evsahibi Işın Eliçin, sosyolog Nazlı Ökten, avukat-yazar Hürrem Sönmez, senarist-yazar Zehra Çelenk, “Palu Ailesi vakası”nı konuştular. Programı izlemenizi şiddetle tavsiye ederim.

Biz de burada biraz konuşalım. Ama Palu Ailesi’ni değil. Programda bu ailenin gündelik yaşamında biraraya getirmeyi başardığı suç koleksiyonundan hareketle gerekli alanlara giriliyor, sözkonusu ailede cisimleşen facia zincirinin acayip-tekil hadiselerden meydana gelmeyişi, olması gerektiği üzre, konu azıcık geri çekilip toplumsal çerçevede ele alındığında bahedilmesi gerekenler, hukukî ve ahlâkî boşluklar, başlıbaşına facia niteliğindeki toplumsal alışkanlıklarımız ele alınıyor.

Biz bunlar ve bu felaket yumağını yaratan aile hakkında konuşmayacağız. Bu programda pek hayırlı bir şekilde sözü vardırdıkları yere dair birkaç şey söylemeye çalışacağım. Sözün vardırıldığı yer iyilik bahsi. Ne yazık ki, bundan bahsederken derin kaygılar duymamız için her türlü sebep var.

Programın başında sosyolog Nazlı Ökten, “Her toplum kötülük üretir,” dedi. “Kötülük üretmeyen bir toplum tanımlamak cennet tanımlamak gibi bir şey; dünya dışı bir şey.” Ancak, kötülük bazen bazı toplumlarda “öyle bir fışkırır ki”, diye devam etti, “Neredeyse o toplumun irininin aktığını düşünürsünüz. Yaraya bakar gibi, yarı tiksinerek, yarı üzülerek, yarı korkarak, yarı dehşete kapılarak bakarsınız.”

Programın sonunda Ökten kötülük meselesini tekrar konu etti ve yakınma yerine buna karşı girişimde bulunmayı önerdi: “Buradan çıkmanın yolu”, ona göre, “başka insanları şeytan ya da kötü ya da iğrenç” görmekten geçmiyor; “mesele” şu: “Biz, kendimizi iyi diye adlandırmakla övünen her kimsek, onların biraraya gelip bir iyilik üretebilmesi. Kötülük ürüyor zaten. Biz iyilik üretebilecek miyiz, mesele burada. Yani bu akan kanı toplayabilecek miyiz, birbirimizin yaralarını sarabilecek miyiz?”

“Yoksa,” diye devam etti Ökten, “herkes kötü ve ben evime sığınayım… Zaten atomize olup evimizde oturacağız ve televizyondan bu korkunç olayları seyredip ‘iyi ki ben iyi durumdayım’ ya da ‘aman bu da bana yeter’ diyeceğiz.” Sonunda bir daha vurguladı: “Ama ortak bir iyilik üretebilecek miyiz, bence mesele burada.”

Bu yaklaşımı şahane bulduğumu hemen baştan belirteyim. Ve yarattığım ışıltıyı ellerimle karartayım.

Sözkonusu programda söyledikleri pek çok sözün altını çizmek istediğim tartışmacılar ve özel olarak aktardığım sözlerin sahibi Nazlı Hanım’dan özür dileyerek, “ortak iyilik üretebilecek miyiz?” sorusuna nâçizâne cevabımı veriyorum: üretemeyeceğiz.

Bunu izleyecek satırların bir kötümserlik manifestosu yerine geçmemesi için hemen şu hayatî önkoşula bağlı olarak konuştuğumu belirtmeliyim: Eğer her şey aynı kalırsa. Değişemezsek iyilik üretemeyiz.

Neden iyilik üretemeyiz? Biz, “kendini iyi diye adlandırmakla övünenler”..? Cevap çok yönden, bol çeşitle geliyor. Ve hepsi pek basit.

Öncelikle şu: üretemeyiz, çünkü iyilik üretmek istemiyoruz.

Biz birilerinin kötülüğünü istiyoruz. İstediğimiz yalnız budur. Başkalarının, kızdıklarımızın, kendimize düşman gördüklerimizin, bir şekilde hınç almak istediklerimizin, kendilerini bizimle eşit saydıkları için varoluşumuzu tehdit ettiklerini düşündüklerimizin, doğru ve haklı şeyler söyleyebilecek, bizim üzerine basarak yükseldiğimiz saplantıların saplantıdan, kendimize uydurduğumuz tarihlerin palavradan, “duruş”ların bildiğimiz durmak’tan, öyle durarak birşeyleri değiştirebileceğimiz fikrinin vehimden ibaret olduğunu gösterme tehlikesi arz edenlerin, hak iddia ettiğimiz alandaki otoritemizi zayıflatma, iktidarımızı sarsma, tekelimizi kırma ihtimali bulunanların, veya sadece, eski Fenerbahçe başkanı Ali Şen’in, tam da şampiyonluk ertesinde Oğuz ile Aykut’u kovarken söylediği gibi, “kafası bize uymayan”ların ve kısaca, bizim üst, kendilerinin ast olduğunu kabul etmeyenlerin mahvolmasını değil ama kahrolmasını istiyoruz. Mahvolurlarsa onları acılar içinde kahrolurken seyredemeyiz; bu yüzden mahvolmasınlar. Şundan ötürü de mahvolmasınlar ki, biz düşmansız yaşayamayız. Kimliğimizi, kişiliğimizi, dünyadaki işlevimizi düşmanlarımız, yakın zamanda düşman haline gelecek hasımlarımız veya yakın zamanda hasım haline gelecek rakiplerimiz tanımlar. Bu yüzden, hayata anlam katabilmemizin tek yolu, düşman bellediğimizi kahrolurken görmektir. Bunsuz yaşayamayız. Hayatımız boş mu geçsin? Tek tatmin aracımız bu; bizden esirgenmesin.

Biz, kendini iyi diye adlandırmakla övünenler, iyilik üretemeyiz, çünkü, ikinci sebep, biz aslında pek de iyi değiliz.

İyiliğimiz seçilmiştir, bizim gibi olanlaradır. Bizim kızdığımıza kızanın, bizim sevmediğimizi sevmeyenin, bizim küfrettiğimize küfredenin, coşkun linç kalabalıklarında sesimize ses, kılıcımıza güç katanın dostuyuz. Yarın öbür gün yamuk yaparsa o da iyiliğimizin kapsama alanı dışına çıkıverir. Yamuk nedir? Bizim gibi olmaktan uzaklaşması. Zira bunu kaçınılmaz olarak daha büyük bir suç izleyecektir: Hem bizim gibi olmaktan uzaklaşması hem de bizimle aynı haklara sahip olduğunu iddia etmesi. Halbuki bizim gibi olmayan bizimle aynı haklara sahip olamaz. Hayat ilkemiz budur bizim.

Biz, kendini iyi diye adlandırmakla övünenler, kimleriz? Onca zulüm ve hakaretle milyonlarca insanın hayatı altüst edilir, onuru çiğnenirken “duyar kasmayın” diyenler var mıdır aramızda? Mülteciler için “o kadar seviyorsan al evinde besle!” mesajları atan büyükşehir insanları var mıdır? Ya da boşverin, her şey siyaset değil. Hayatı boyunca herhangi bir yayaya yol vermeyi aklından-gönlünden geçirmemiş sürücüler var mıdır? Çöpten eşya toplayan Türkçesi kıt delikanlıya devâsâ arabasını çekerek kan ter içinde yokuş yukarı tırmanırken rastgeldiğinde, hepimizin paltolarına atkılarına sarınmış hızla geçtiği sokağa birazdan düşecek işçiyi incecik kazağıyla inşaatın tepesinde gördüğünde bari en azından şöyle ufaktan mahcubiyet duymayanlar var mıdır?

Kendine iyi diyenler arasında, bırakın topluca iyilik üretmeyi, topluluğa hürmeten yüksek şahsiyetinden minnacık kırpılmasına razı olan, topluca herhangi bir şey yapmaya niyetli, eğilimli, kabiliyetli kişiler çok mudur?

Daha çetrefil sorular izlemeli bunları: Bugün kendine iyi diyenin dünü belirleyici mi? Çünkü bize göre dün kötü bir şey yapmış kimse hayatının sonuna kadar iyilik yapamaz, iyi olamaz. Bir kişi bugünkü ihtiyaçlarımız açısından kötüyse, geçmişte de kötüydü, bilmediğimiz bir zamandan beri kötüdür veya bizim yanlışlığını başından bildiğimiz şu kötü işi yaptığı anda kötü olmuştur. Bizim ona ihtiyacımız olması dışında herhangi bir sebeple düzelemez.

Esasında iyilik-kötülük yapmak diye de bir şey yok, bize göre. İyiler ve kötüler var. Vücudunda en az kırk trilyon, beyninde doksan-yüz milyar hücre bulunan ve manevî mekanizması bunların trilyonlarca kombinasyonuyla çalışan insan bireyi hiç değişmez; hep iyi veya hep kötü. Bireyler aynı anda iyi ve kötü işler yapamazlar. Yeşilçam filmiyle hakiki hayatımızın farkı, sonunda iyinin kazanmayışı. Bunda da keramet var. Biz, iyiler, saf iyiler, hep iyiler, hiç kazanmayız. Çünkü kazanırsak bizi iyilik mecburiyetinden kurtaran mağdurluk ve kuşatılmışlık konumunu kaybederiz. O konum ki, eylem oradan, orada durmak, oradan bakmak, oradan seslenmek diye tarif edilir. Seslenilenin kimin tarafından duyulacağı, duyulup duyulmayacağı meselesi “duruş” denkleminden dışarı atılmıştır. Eylem ile değişme-değiştirmenin ilişkisi, iyinin bazen kötü, kötünün bazen iyi işler yapabileceği ve kafa karıştırabileceği gerekçesiyle iptal edilmiştir. Fakat bunlar da ayrı meseleler. Görüyorsunuz, ne çok engel var iyiliğin önünde!..

Sözkonusu programa ve orada dinleme şansı bulduğumuz sosyolog öğretim üyesine teşekkür borçluyuz. Çünkü hem mevcut durumda kötülüğün kazanmasının neden kaçınılmaz olduğunu anlamamıza elverecek hem de çıkış yolu gösteren bir yaklaşım önerdi. Birlikte iyilik üretebilmek için önkoşul, herhalde, önce halimizi tasvir -ya da itiraf- etmek ve değişim mecburiyetine işaret etmek, diye düşündüm, nâçizâne.