Fotoğraf: Tuncay via Flickr.

İyimser, kötümser, mutlu, mutsuz ama her daim umutlu

İnsanız neticede. İyi günümüz de var, kötü günümüz de. Her şey insana mahsus. Hayatta kendinizi iyi ve mutlu hissettiğiniz zamanlarınız çok olsun ve illa da geleceğe dair umutlarınız…

CAFER SOLGUN

12.07.2024

Önceki yazımda memleketin hal ve gidişatını kısaca özetleyen ve “Elde var, mutsuzluk” diyen yazıma okur ve arkadaşlarımdan değişik tepkiler aldım. “Hepimiz mutsuzuz” diyenler bir yana, asıl “Biz seni böyle bilmezdik, ne bu mutsuzluk, umutsuzluk, karamsarlık? Yakışıyor mu sana yani?” mealindeki tepkiler üzerine hayli düşündüm…

Mutluluk, bir duygu ve ruh hali. “Mutlak” veya “sürekli” bir mutluluk durumu yok. Öylesi bir mutluluk durumu, insanlar için “özlemi” duyulan olsa da, asla gerçekleşmesi mümkün olmayan bir şey. Yaşadığınız dünya berbat halde iken sizin kesintisiz ve süreğen bir mutluluk içinde olmanız mümkün olabilir mi? Sanmıyorum. Dünya hali bir şekilde sizi de etkiler çünkü.

Ama elbette ki kendinizi iyi hissettiğiniz, mutlu hissettiğiniz anlar, dönemler, zamanlar vardır: İyi bir iş bulmuşsunuzdur, uzun bir ayrılığın ardından sevdiklerinize kavuşmuşsunuzdur, hapisten tek parça halinde çıkmışsınızdır, çocuğunuz iyi bir liseyi veya üniversiteyi kazanmıştır ya da üniversiteyi dereceyle bitirip kafasına koyduğu işi bulmuştur, vs. Tabii ki kendinizi iyi ve mutlu hissedersiniz.

Ne var ki bu iyilik ve mutluluk halinin “sürekli” olması mümkün ve olanaklı değil. Neticede hep galebe çalan “hayat” oluyor ve olacaktır kaçınılmaz biçimde. Hayat dediğimiz de, neresinden bakılsa, sorunlar yumağı. İster istemez ve bir şekilde parçası oluyorsunuz. Kendinizi iyi ve mutlu hissettiğiniz anlardan ibaret değil hiçbir hayat… 

Buna karşılık tabii ki mutsuzluk da bir ruh hali. Kişisel yaşamınızda işleriniz rast gitmez, aile hayatınızda sorunlar vardır, işsizsinizdir, vs. Memleketin halinden ve gidişatından yana dertlisinizdir, misal hissiyatınız “Geldik gidiyoruz ve çocuklarımıza hala Kürt sorunu gibi sorunlar miras bırakıyoruz” şeklindedir veya Aleviliğiniz ya da egemen devlet aklının “makbul” saymadığı diğer özellikleriniz sorundur… Yine de kendini iyi hissetmek çabanız vardır elbet ama sizi mutsuz eden sorunlar da hep yanı başınızdadır; hayat işte…

Sanırım “sorun” olan, bu negatif ruh halinin kalıcı ve süreğen olmasıyla ortaya çıkıyor. Bu durumda psikolojinin kavramlarıyla ele alınması gereken bir “vaka” haline gelmiş oluyorsunuz; farkında olsanız da olmasanız da…

Bazı insanların adeta ruhları, kalpleri kararmıştır. Her şey ya kötüdür ya da daha da kötü olacaktır. Biraz dertlenmeye gör, mesela hayat pahalılığından filan dem vur, “Bu daha ne ki?” diye başlar söze ve bütün yaşam enerjinizi söndürür… 

(Askerlik anılarımı anlattığım yazılarımı hatırlayan var mıdır? Orada bahsettiğim biri vardı; “Biz öldürecekler” diye kaygı, endişe ve bunalımlı bir ruh haliyle ıstırap çekerek bitirdi sayılı gün askerliğini. Bu psikolojisi nedeniyle kalpten gitmesinden korkmuştum doğrusu…) 

Karamsarlıktan bahsetmişken, sayıları her geçen gün azalsa da iyimserliği adeta yaşam felsefesi haline getirmiş insanlarımız da var. Kanımca bu da çok “normal” değil. Bir tür gerçeklerden uzak durmaya, kendini, zihnini yormamaya, yıpratmamaya yönelik bir savunma mekanizması gibime geliyor. 

Karamsar, kötümser olanın aksine, özellikle memleket meseleleriyle ilgili, deyim yerindeyse dünya başımıza yıkılsa, “Çok da abartmayalım” havasında oluyorlar. Kast ettiğim, “Reis’e güven gerisini merak etme sen” kişilikleri değil. O tür kişilikleri “müritçe bağlanmak” kapsamı içerisinde değerlendirmek daha doğru olur; iyimser olmakla karıştırmamak lazım.

Bana da yazı hayatım boyunca birçok kez görüş, değerlendirme veya öngörülerim nedeniyle “çok iyimsersin, çok safsın” diyen olmuştur (uzun zamandır diyen yok ve bu iyi bir şey mi, kötü bir şey mi emin değilim). Fakat çok sevdiğim, değer verdiğim bir arkadaşım var ki, onun özellikle memleket meseleleriyle ilgili iyimserliği yanında benimkinin lafı bile edilmez…

AKP’li filan da değil, baştan söyleyeyim. Buna kanaat getirdim; huyu, suyu, yapısı öyle. Mesela kendisine maksat sohbet olsun kabilinden hayat pahalılığı, enflasyon, fahiş fiyatlar diyecek oluyorsun, “Bütün dünyada öyle” diyor. “Açılımları sokağa terk ettiler, barış umutlarımızı boşa çıkardılar” diyorsun, “Siz yeterince destek vermediniz, ne yapsınlar” diyor. Suriye ve mülteciler politikasını eleştirecek oluyorsun, “Ne yani, kapına gelmiş, sana sığınan insanları kabul etmese miydi” diyor. En son Kayseri’de (sonra da Konya’da, Kilis’te, Antep ve Antalya’da) mültecilere karşı ırkçı sürek avı için, “marjinal kesimler bunlar, abartmamak lazım” demişti. IŞİD diyorsun, cemaatler, tarikatlar diyorsun, yandaşlığı yegane ölçü haline getirdiler bütün iş alanlarında diyorsun… Her birine gayet aksi cevaplar buluyor… 

Bir defasında çileden çıktım. Yanımdaki arkadaşlar da hayret etti. Ayasofya müze olarak kalsaydı muhabbeti yaparken, “Ne güzel işte daha işlevli hale geldi” dedi. Ali Erbaş’ın açılışta minbere elinde kılıçla çıkmasını ve “Kılıç hakkı” kavramının çağdışılığını anlatmaya çalıştım. “Nereden çıkarıyorsun yok öyle bir şey” dedi. Neyse ki internet diye bir şey var ceplerimizde. Çıkarıp özellikle muhalif değil de AA mahreçli haberleri gösterdim, “Kılıç hakkı” neymiş ne değilmiş. Bu sefer de “Nereden biliyorsun? Erbaş o niyetle kılıçla çıkmamıştır belki” dedi. Dedi, evet… 

Laf aramızda, aslına bakarsanız ara sıra bu kafadan bana da lazım diye düşünmüyor değilim; ama olmuyor işte…

*** 

Belki de ben biraz değiştim. Eski “iyimser” hallerimden eser kalmadı demeyeyim de, gerçekçi olmak duyarlılığıyla hareket ettikçe, “Mutsuzum, mutsuzsun, mutsuzlar” tadında yazılar çıkmaya başladı zihnimden ve kalemimden. Bunun üzerinde durmak lazım biraz…

İzmir dolaylarında biri Çerkes (Çorumlu), biri Arap (Siirtli), diğeri de Dersimli (bendeniz) sohbetinde masaya yatıracağız bu hususu; bakalım ne çıkacak…

İnsanız neticede. İyi günümüz de var, kötü günümüz de. Her şey insana mahsus. Hayatta kendinizi iyi ve mutlu hissettiğiniz zamanlarınız çok olsun ve illa da geleceğe dair umutlarınız…