Jül Vern Seyahat Acentesi: Colette’in Mısır günleri (son bölüm)

Dönüş yolunda, “Buradakilerin çoğu Hidiv’in hesapsız savurganlığından nasipleniyor” dedi Colette, “Hidiv rüzgâra işiyor. Burası patlar yakında.”  Ve ekledi, “O halde… burada olmazsa nerede?” “İzmir/Smyrna” dedi generalin torunu, “oraya bakmaya değer.”

İLHAMİ ALGÖR

14.09.2024

Süveyş kanalı ile Mısır, bir leğen dolusu pekmez idi ve dünyanın bütün sineklerini çekmişti.

Colette ve general torunu Desaix, Kahireye gittiler. Kahire de İskenderiye gibi her çeşit Avrupalının yoğun olduğu bir şehirdi. Colette’in İskenderiye de yaşadığı fizik çevre, yapay bir Avrupa kesiti idi. Mısır halkının bakışlarından yalıtılmış, Avrupai mimari, bahçe sokak çevre düzenlemesi ile türetilmiş mekanlardı. Hidiv İsmail, bir bütün olarak Mısır’ı, Afrikadan koparıp Avrupaya yapıştırmak isterdi ama şimdilik gücü bu kadarına yetiyordu.  Fakat Kahire şehir dokusu, yüzyıllar içinde hayattan süzülmüş, renkleri, sesleri, kokularıyla kendine has bir doku idi. 

Akşamları Kahire elit’i ile vakit geçirdiler. Colette gündüzleri Bay Desaix ve bir rehber ile birlikte çarşıları gezdi. Neticede Marsilya sokaklarında büyümüş bir çocuktu. Sokakların ve çarşıların kendine göre nabzı olan ayrı bir iklim olduğuna inanırdı. 

Çarşı, esnafların mallarının ortasında bağdaş kurup oturdukları, gelip geçenleri seyrettikleri ve sessizce sigara içtikleri, raflarla dolu açık dolaplara benzeyen küçük ahşap dükkan cephelerinin sıralandığı bir yol idi. Ara sıra birileri yolu suluyordu. 

Kalabalık yarı Avrupalı, yarı Doğulu, yaya, at sırtında ve arabalarda bir gürültünün içinde akıp gidiyordu. Şalvarlı ve örgülü ceketli Suriyeli tercümanlar; yırtık pırtık mavi gömlekli ve keçe takkeli çıplak ayaklı fellah’lar; sert beyaz tunikler giyen Yunanlılar; koyu renk dokumadan başlıklarıyla İraniler; krem beyazı, kahverengi şeritleri olan giysiler içinde esmer Bedeviler. Palmiye yapraklı şapkalar ve külot pantolonlar giymiş, uzun bacaklarını eşeklerin üzerinden sarkıtmış İngilizler; sadece gözleri açıkta bırakan siyah peçeler ve lacivert ve siyah çizgili pamuktan uzun entariler giymiş yoksul sınıftan yerli kadınlar; keçeleşmiş saçları başörtülerinin altından akan, yamalı bohçalı dervişler; inanılmaz derecede ince, eğri bacaklı, mavi-siyah Habeşliler; uzun siyah elbiseleri ve yüksek kare şapkalarıyla Ermeni rahipler; beyazlar içinde görkemli Cezayirli Araplar; şıngırdayan kılıçları ve altın işlemeli ceketleriyle atlı askerler; tüccarlar, dilenciler, işçiler, işçiler, işçiler… Her çeşit kıyafette ve açıktan koyuya, en koyu bronzdan en mavi siyaha kadar her ten renginde işçiler.

Colette, çevreyi geniş açılı görebilen bir köşe buldu ve bir dükkanın tentesi altına oturdu. Dükkan sahibi, Colette’e cilalı bir nezâket ile hürmet etti. Bunu Colette’in eşlikçisi Bay Desaix’in erkekliğini ikincil kılmadan yaptı. Akdenizin bütün eski çarşılarının iş bilir esnafının erken yaşta edindiği bir yetenek idi bu. Hürmetlerinin karşılığında bir alışveriş imkanı doğabileceğine dair tecrübeleri vardı. Nezâketlerinin cilası buradan geliyordu. Hikâye onlar için bildikti ve bu nedenle kendilerine güvenliydiler. Ayrıca Avrupalılara ve Avrupalı kadınlara alışkın idiler. 

Colette’in İskenderiye’de hızla edinilmiş, birkaç kelimelik Arapçası vardı. Teşekkür etti. Avrupalı bir kadından Arapça kelimeler duymak esnafın gururunu okşadı. 

Colette’in bakış yönünde, gösterişli bir kılıç taşıyan bir hizmetkârın yularını çektiği büyük gri bir eşeğin üzerinde Mısırlı bir kadın belirdi. Gül rengi ipek bir elbise ve beyaz bir peçe, siyah ipek bir dış giysi giyiyor; pelerin, başlık ve peçe bir arada, rüzgarla birlikte bir balon gibi şişiyordu. Menekşe rengi kadife terliklerinin içindeki çıplak ayakları üzengilerdeydi. Kocaman altın bileziklerle dolu dolgun kolunu sergiliyordu ve kara gözleri, yüzünün görünürlüğünden hoşnut bakıyordu.

Ardından kahkahalar atan İngiliz kadınlarla dolu açık bir barouche (fayton) geçti; bir İngiliz faytonunda bir İngiliz seyis tarafından sürülen, Avrupa giysileri ve Osmanlı (Türk) fesi içindeki Mısırlı bir beyefendi geçti. Faytonun önünde, elinde değneği, çıplak bacakları, başında Yunan takkesi, altın işlemeli yeleği ve dalgalanan beyaz tuniğiyle yerli bir sai, bir uşak koşuyordu. Kahire’de mevki sahibi hiç kimse arabanın önünde bir Sai koşmadan araba kullanmazdı. Sai’lerin güçlü, hafif ve güzel, öldüğü söylenir. Hız onları genç iken öldürür. 

Colette paranın burada da gizli veya açık, geçer akçe olduğunu düşündü. Colette’e göre para ve seks söz konusu olunca insanlar birbirleri ile benzeşiyor, adeta aynılaşıyorlardı. 

Bir başka gün Piramitleri görmeye gittiler. Otel kapısından arabayla bir buçuk saat yol aldıktan sonra Piramitlere yaklaştılar. Biraz uzaktan bakıp, biraz çevrede oyalandılar. Colette “yeter bu kadar,” dedi, “gördük dönelim.”

Dönüş yolunda, “Buradakilerin çoğu Hidiv’in hesapsız savurganlığından nasipleniyor” dedi Colette, “Hidiv rüzgâra işiyor. Burası patlar yakında.”  Ve ekledi, “O halde… burada olmazsa nerede?” “İzmir/Smyrna” dedi generalin torunu, “oraya bakmaya değer.” “Bağlantımız var mı?”diye sordu Colette. “Var” dedi generalin torunu. “O halde gidelim” dedi Colette.

İzmir, o yıllarda çok hızlı gelişiyordu. Liman sularının derinliği ağır tonajlı gemilere uygundu. Limandan, Londra, Liverpool, Malta, Tunus, Cebelitarık, Marsilya, Messina, Korfu, Trieste, Atina, İstanbul, İskenderiye, Selanik, Midilli, Sakız, Rodos, Tenedos/Bozcaada ve Dardanel/Çanakkale’ye gemi seferleri mevcuttu.  Limanı, iç bölgeler bağlayan demir yolu hattı, malların sevkini hızlandırmış kârlılığı artırmıştı. Şehrin nüfusu, yeni göçmenler, mevsimlik işçiler akını ile ikiye katlanmış, İstanbul’dan sonra İzmir ikinci en kalabalık  Osmanlı şehri olmuştu. 

İzmir, bankalar posta hizmetleri, sigorta şirketleri, aracı kurumlar, toptan eşya depoları, manifaturacılar, oteller, tüccar kulüpleri, tiyatrolar, kafeler, matbaalar ve benzeri asri kurumlar ile donanmıştı. Şehirdeki Avrupa, Rum ve Levanten kulüplerinde okuma, bilardo, balo salonları vardı.  İlk ve sonbaharda at yarışları, karnaval sezonunda maskeli balolar düzenleniyordu. Genişletilen ve onarılan kiliseler, camiler, sinagoglar, okullar, hastaneler ve benzeri cemaat kurumları, yükselen yeni zengin sınıfın nişaneleriydiler. Osmanlı devlet bürokrasisi de genişliyor, yeni hükümet binaları ve körfeze nazır bir askeri kışla inşaa ediliyordu. 

Böyle bir İzmir, batılılardaki doğuya dair yerleşik anlayışa pek uymuyordu. Selvi ağaçlarının arasına serpiştirilmiş kubbeleri ve minareleri, dar dolambaçlı sokakları, kalabalık çarşısı, çarşıyı dolduran değişik çehreler ve giyim kuşam çeşitliliği ile bir yandan Doğuyu çağrıştırıyordu. Ama buna rağmen Hristiyan Avrupa’dan sert, kesin bir kültürel farklılık göstermiyordu. Şehrin Hristiyan ve Avrupalı yerleşimcileri büyük ve etkili topluluklara sahiptiler. Dükkanları, Fransa ve İngiltere’deki lüks ve konfor ile doluydu. Ticaret Kulübü binasına Avrupa gazeteleri temin ediliyordu.  Dönemin seyahat yazarlarına göre İzmir doğunun batısı, “Doğu’nun Paris’i” idi. Şehrin bir adı daha vardı veya olmak üzereydi: “Gavur İzmir.”

Zamanda tozuyan karakter bir not ile yine belirdi:  İzmir-Aydın demiryolu hattı, deve taşımacılığının nasırına basar. Bakınız, Büyük Deveci İsyanı. “

“Bakarız,” dedim. 

**

Haftaya : Nellie Bly, Süveyş Kanalını geçiyor