Kabuller: Hakikat bükme araçları
“Mağduriyet anlatısı”, benim dilimde hakikat büken kabuller çeşidinden. Bir çeşit gözbağı.
14.04.2022
Ayvalık Barbaros Caddesi, aşağı yukarı iki kilometrelik bir sokaktır. 19. yüzyıl sonlarına ait, at arabaları, eşekler, katırlara göre düzenlenmiş bir ulaşım / taşıma gündeliğinin sokağıdır. Vaktiyle cadde imiş. Ki o zaman adı Barbaros değildi.
Barbaros Caddesi’nde, Perşembe günleri pazar kurulur. Sokak / cadde, tezgahlar, brandalar, brandaları geren ipler ile kaplanır.
Nisan’ın ilk Perşembesi, yine pazar kuruldu. İnsanlar tezgahlar arasından aktılar. Akşamüstü oldu, pazarcılar toplanıp gittiler. Sokak / caddede kimse kalmadı. Kediler bile çekildi ortalıktan. Rüzgar, pazarcılardan kalan naylon torbalar ile oynadı.
Ben ve kafe / mekan sahibi genç adam H., Barbaros Caddesi’nde, mekanın önünde oturuyorduk. H., bana bir çay ikram etti ve bir şey sordu. Ramazan sonrası bayram günlerinin kalabalığı için hazırlanıyordu. Kafe duvarına bir cümle yazacaktı, “iyimser, umut veren bir cümle” arıyordu.
“Popüler dergilerin instagram / twitter adreslerine bak,” dedim, “ölü şairlerden alınma cümleler bulabilirsin belki.” Baktı biraz, sonuç alamadı. “Ye, iç, sev bea” yazalım dedim. Anlaştık.
Sohbet döndü dolaştı mübadele ile gönderilen Rumlar / Yunanlar konusuna geldi. Kaçınılmaz olarak geldi. Oturduğumuz sokak, evler onlarındı. İkimizin de zihninde Ayvali / Kidonya başlığı altında, geçen yüzyıldan şimdiye uzanan birtakım anlatılar, okumalar, duygular, düşünceler vardı. İkimiz de Ayvalık dediğimizde, sadece anakara’yı ve yarımadayı değil, Ege Denizi’ni, adaları, özellikle Midilli adasını içeren bir haritayı zihnimizde taşıyorduk. Onun zihnindeki harita benimkinden detaylı idi. Ben konuyu biraz kurcalamış, okumuş biriyim. O ise Selanik + Midilli göçmeni bir ailenin torunu.
H., “Zenaat erbabı, işbilir insanlardı. Gönderilmeseler Ayvalık için daha iyi olurdu” diyordu. Kayıp’a vurgu yapıyordu. Bu vurguyu Ermeni tehciri / büyük felaketi’ne dair düşüncelerde de gördüm. Doğruluk payı var, katılıyorum. Fakat doğruluk payı olan bu düşünüşü nasıl kullandığımızı açmaya çalışacağım. Çünkü bazı kabullerin, iyi niyetlerine rağmen göz bağı olabileceğini düşünüyorum.
“Zenaat erbabı ve işbilir insanlar gönderilmeseler daha iyi olurdu” düşünüşünde, bu tanıma uymayanlar gönderilebilir / gözden çıkarılabilir gizli anlamı var. Ayrıca mübadele, dediği gibi uygulansa idi acaba o zenaat erbabı ve işbilir insanlar, “siz kalın, diğerleri gitsin” dünyasında kendi rızaları ile kalmak isterler miydi?
Öte yandan düşünüşün bir ucu dinamik. Olup biteni geçmişe hapsetmiyor. Bugün ile bağını kurabiliyor. Sorgulamaya, değerlendirmeye fırsat tanıyor. Fakat orada kalıyor. Sürgünleri, tehcirleri, felaketleri mümkün kılan tarihsel / toplumsal mutabakata odaklanamıyor.
Türk ve Müslüman olmayanların mal, mülk ve işleri, son derece dünyevi, elle tutulabilir, Dolara çevrilebilir bir değer. Bu değerin “onların” değil, “bizimkilerin” elinde olması gerekir. “Milli ve yerli” kılınması gerekir. “Biz” mutabakatı, bu düşünüşü kendine hak görür. Bunun için kanun da çıkartılır, okul müfredatlarına uygun içerikler de konulur, gayr-ı nizami harp dairesine vazife de verilir. Daire vazifeyi uygular, vatandaşlık hukuku’nu parçalar. Bu bir toplum için, geçmişinde yediği hurmalar nedeniyle seviye kaybetmiş bir toplum için bir kere daha seviye kaybıdır bence.
H.’yi eleştirmiyorum. “Mutabakat”ın derin işleyişini açıklayan, aşikar kılan veriler, popüler mecralarda olamıyorlar. Dükkan çeviren birinin derin okumaya vakti kalmıyor. Vakitten ziyade kafasını veremiyor. Mesela H.’nin dükkan elektrik faturaları, dükkan kirasına yakın seviyede gelmeye başlamış.
***
H.’nin mübadeleye dair düşüncelerini, sohbeti aktarırken zihnimin arkasında Zülfü Livaneli’nin Veda filmine dair, Pınar Yıldız’ın yorumları var (*). Şunları yazıyor Yıldız:
“Veda filmi hem Türklüğün, hem de filmde adı koyulmasa da Ermenilerin kaybına neden olanın, dolayısıyla ‘suçlu’ olanın kim olduğuna doğrudan işaret eder. Çanakkale Savaşı’na dair kurmaca görüntüler üzerine kaydedilen anlatıda, geçmişin suçlarının kaynağı olarak ‘dışarısı’ tarif edilir: Evladım şimdi senin bunları anlaman zor, ama biz Çanakkale Harbi’nde Türk’ü, Rum’u, Kürd’ü, Ermeni’si, Yahudi’si ve Arab’ıyla tek millettik, ülkeyi işgal eden yabancılarla çarpıştık, daha sonra ne yazık ki büyük devletler bizi yıkmak için birbirimize düşürdü, kardeşi kardeşe öldürttüler.”
Alıntıyı uzatacağım için özür dilerim fakat sözü sahibine bırakmak istiyorum:
“Türkiye’nin güncel siyasal-toplumsal tartışmalarına (Ermeni Soykırımı ve Kürt Sorunu) ve Kemalizm’e yönelik eleştirilere doğrudan yanıt içeren bu anlatı, kendini masum ve mağdur olarak kurmanın ötekinin travmasıyla kurulan ilişkiyi de nasıl belirlediğini açık ediyor. Eric Santer’e göre geçmişin suçları ve adaletsizlikleri karşısında geliştirilen savunma mekanizmalarından biri, geçmişe dönük kolektif inkâr, diğeri ise kendini kurbanla tanımlama, başka bir ifade ile mağduriyet anlatısıdır.”
“Mağduriyet anlatısı”, benim dilimde hakikat büken kabuller çeşidinden. Bir çeşit gözbağı. Daha yumuşak görünümlü kabuller de var: “Bayramlarda paskalya çöreği yapar ikram ederlerdi, biz de onlara…” türü nostaljik anma / hatırlama biçimleri mesela. Bu gibi tavırları gezegen ölçeğinde örnekleyebildiğimizi varsayalım bir an: “Dünya yalan, yanlış hikâyeler ile dönmeye devam ediyor” diyebilir miyim?
***
Ayvalık geçen yüzyılın ve bu yüzyılın bütün muhacir, mübadil ve göçerlerini, göçmek zorunda kalanlarını barındırıyor. Girit, Yunanistan, Balkan muhacirlerini, mübadillerini mesela. Bu yüzyıl göçmenleri olarak da büyükşehir kaçkınlarını, pandemi kaçkınlarını, gayr-ı menkul spekülatörlerini, Mardin ve Diyarbakırlıları, “Doğulu”ları. (“Doğulu” tanımı Ayvalık’ta kullanımda.)
Mardinli bir tanıdığım, E., Mardin-Dargeçit’e bağlı, Dicle nehri kıyısında bir köyden. 1993’te korucu olmayı reddedip Ayvalık’a gelmiş. Taze evli br çift olarak gelmişler. Çocuklar burada doğmuş büyümüş. Evi, Mardinlilerin çoğunlukta olduğu bir yan / kenar mahallede, iki katlı bir ev. Üst katta E.’nin köylüsü O. yaşıyor. Evi birlikte yapmışlar. O., Mardin’de yaşarken korucu imiş. Koruculuk, babadan miras kalmış.
E. ve O., aynı köyde doğmuş büyümüş, biri korucu ve MHP’li, diğeri korucu olmayı reddetmiş ve HDP’li, temel tercihleri zıt iki insan olarak altlı üstlü birarada yaşıyorlar.
Bu iki zıddın biraradalığında, koruculuğa azmettiren, silahlanmayı dayatan yapı / kurumlardan uzak olmanın payı var mıdır acaba?
Selam sevgi ile
—–
(*) Pınar Yıldız, Kayıp Hafızanın İzinde, Sinemada Geçmişle Yüzleşme Yas ve İnkâr, Metis Yayn.