Kaderini dokumak

Claudel’in kadınları diz çöktükleri yerden yükselir, savrulacak gibi göründükleri noktada gururla dikilirler.

KARİN KARAKAŞLI

30.03.2022

Hayatın kurgu gücü sinema, tiyatro ve edebiyat sanatını zora sokacak bir güce sahip. Sanata meydan okuyan bu kudreti ise yaşanan gerçeğin hayal edilenin sınırlarını aşan bir absürtlüğe sahip olmasından kaynaklanıyor. Yazılsa, filme çekilse ya da sahnelense “Amma da abartmışlar. Olur mu hiç böyle şey” diye küçümsenecek nice “tesadüf”, kader adı altında hikmetinden sual olunmaz evrensel bir senaryonun parçası oluveriyor ne de olsa. 

Zaten hafızaya kaydettiğimiz şeyler de çoğunlukla bu inanılmazlığı, bu sarsıcılığıyla iz bırakan anlar. Ya da John Green’in ifadesiyle söyleyecek olursak, “Ne yaşandığını hatırlamazsın. Hatırladığın şey yaşanmış olur.” Dolayısıyla aslında anı, bir anlamda hatırlamaya ya da unutmaya karar verdiklerimizle, bunlar için ördüğümüz çerçeve anlatılar. Yaşananı hayatımızın farklı evrelerinde tamamen değişik bir kurgu içerisinde hatırlamayı ya da her şeyiyle unutmayı tercih edebiliriz. Bu tercih kimi zaman bilinçli bir karar bazen de içgüdüsel bir kendini koruma refleksidir. 

Coğrafyanın kader oluşundan, içine doğulan şartların belirleyiciliğine kadar kaderin ana hattını belirleyen siyasal, toplumsal, sınıfsal pek çok unsur var. Çocukken neyi yapıp yapamayacağına dair koşullamalar gün gelir kaderin olur. Dolayısıyla bu noktada sorulacak ilginç pek çok soru var: Hafızan kaderini belirleyen şey mi oluyor, neyi hatırladığın ya da unuttuğun üzerinden mi yarınını çiziyorsun? Yoksa seni özgürleştiren, kaderini eline almak için güçlendiren bir şey mi hafıza? Kaderin yapısına daha yakından bakarak başlayalım yolculuğumuza.

 

Ağlar ve desenler

Antik Yunan’dan çağdaş popüler kültüre “kaderin ağlarını örmesi” teması zamana direnen bir geçerliliğe sahip. Çoğu zaman kehanetlerle bildirilen kaçınılmaz kader, sadece ölümlü insanların değil, tanrıların dahi karşı koyamadığı bir güç. Nitekim Olimpos tanrılarının ataları sayılacak ve koca mitoloji evreninin kurucusu Kronos ve Uranos dahi tanrı olmalarına rağmen kehanetlere karşı gelemeyerek kaderleri gereği kendi evlatları tarafından öldürüldü. Zeus’un babasını tahtan etmesi ve kardeşlerini kurtarmasıyla da Antik Yunan mitolojisi tam anlamıyla başladı.

Antik Yunan’da irili ufaklı her karar için kâhinlere danışılırdı. Delphi’de Apollon tarafından kurulan Apollonia Kader Tapınağı bu işlere tahsis edilmişti. Kaderin ağlarını örmesine gerçek anlamda denk gelense kaderin Üç Tanrıçası Moiralardı.  İsimleri Homeros’un Odysseus ve İlyada destanlarında geçen ve şair Heseidos’un Zeus ve Themis’in kızları olarak ayrıntısıyla anlattığı Kader Tanrıçası üç kız kardeşin isimleri Clotho, Laekhesis ve Atropos’tu. İnsan ömrünün ipliğini Clotho eğirirken, Lakhesis bu ömrün yani dokunan ipliğin uzunluğunu belirlerdi. Atropos ise bu ipliği zamanı gelince kesip atar, ömrü ölümle sonlandırırdı. Dokundukça uzayan, sonrasında da kesilen bu hayat ipliğine bağlı dengede Laekhesis, geçmişte yapılan hareketlerin gelecekteki nedenleri belirleyişini, Clotho ise doğuma karar vererek, insanın şu an yaşadığı dünyada yaptıklarını temsil ederdi. 

 

Yansımalarda bunalan bir kadın

Kader ağlarını örerken, bizzat dokuduklarıyla direnen iki farklı kadına ve onların hikâyesine gitti aklım sonra. Bunlardan ilki Homeros'un Odysseia destanında Odysseus'un eşi olarak geçen Penelope. Troya Savaşı’na giden Odysseus'un yokluğunda İthake sarayına yerleşen ve krallığın servetine konmak isteyen talipler Penelope’nin aralarından birini eş olarak seçmesini beklemekteydi. Çaresiz kalan Penelope, taliplerine dokuduğu bezi bitirmesi için beklemelerini ve ancak bu dokuma bittikten sonra evleneceğini söylerdi. Tam üç yıl boyunca da gün boyu dokuduğu bezi her gece sökerek onları oyaladı. Sırrı açığa çıkınca Odysseus'un yayıyla ok atmayı becerebilenle evleneceğini ilan ederken herkesi bir yarışmada karşı karşıya getirdi ve tam o sırada dönen Odysseus’un da kurduğu başka bir oyunla çift birbirine ve eski mutluluklarına kavuştu. 

Dokumalar arasında kaderini arayan bir diğer kadınsa İngiliz mitolojisinin en ünlü efsanesi Camelot Kralı Arthur’un gölgede kalmış Shalott Leydisi Elainedir. Farklı yorumları olsa da Alfred Tennyson’un bu efsaneye dayanarak yazdığı Lady of Shalott başlıklı lirik şiir pek çok sanat eserine ilham kaynağı olmuş asıl kaynaktır. 

Efsaneye göre Leydi Elaine, Camelot’a doğru akan nehrin ortasındaki Shalott adasında yer alan dört kuleli bir şatoda yaşamaktaydı. Ancak üzerinde taşıdığı lanet yüzünden dışarı çıkamıyor, hatta camdan bile bakamıyordu. Dış dünyayla tek bağlantısı pencereden aynasına yansıyan görüntülerdi. Elaine o aynada gördüklerini halılara dokuyordu. Bir gün dışardan kulağına bir şarkı çalınınca aynasına baktı ve atının üstünde keyifle şarkı söyleyen yakışıklı şövalye Lancelot’a ilk bakışta âşık oldu. Ancak heyecanla pencereden dışarı bakmaya kalkınca, ayna bir anda parçalandı. Lanetin işlemeye başladığını anlasa da şövalyeye yetişmek için bir umut kuleden fırlayarak nehirde duran kayığa atladı. Ancak nehirde bir süre yol aldıktan sonra lanet devreye girdi ve kayık Camelot’a yaklaştığında çevredekiler içinde ölü bir kadın gördüler. Kayığa bakmaya gelenlerin arasında Lancelot da vardı. Kendisi için orada olduğunu ve uğruna öldüğünü bilmediği Elaine’e bakan şövalye ‘Ne kadar güzel bir kız’ diye düşündü, ama her şey için çok geçti. Lancelot yoluna devam etti.

 

Kaderini yontan bir başka kadın

Kaderle hesaplaşması hiç bitmeyen ve hayatı çağdaş bir hikâye kahramanına aitmiş gibi tınlayan Camille Claudel, nihayetinde o kaderi heykel olarak yontan kişi oldu. 1864’te Kuzey Fransa’da dünyaya gelen Camille, çocukluğundan itibaren çamurla, toprakla, taşlarla uğraşmayı seviyordu. O dönem sanat okullarına kadınlar kabul edilmediği için 1883’te Rodin’in atölyesinde ders almaya başladı. Camille, Rodin’le tanıştığında 19, Rodin ise 43 yaşındaydı. Rodin bu genç kadının yeteneğinden etkilendi. İkili tutkulu bir aşk yaşarken Camille, sevgilisinin pek çok eserine el verdi. Gel gelelim Rodin zaten uzun yıllardır Rose Beuret ile birlikteydi. Tam bu sırada Rodin’den hamile kalan Camille geçirdiği bir kazada bebeğini kaybetti ve öteden beri heykelleri, aşkını, seçtiği hayatı yargılayan annesi, Camille’i reddetti. İşte ve aşkta kendisini sürekli hırpalayan Rodin’den ayrılan Camille birbirinden önemli eserler üretti. Ancak Rodin’in dünyanın gözünde gölgesinden kurtulamayıp, bağımsız bir sanatçı olarak hak ettiği takdiri bulamayınca giderek ruh sağlığı bozuldu. Bir gece çizim, heykel ve eskizlerini yaktı. 1913’te ruh hastalıkları hastanesine kapatıldı ve 1920’de doktorunun ailesine yazdığı mektupta onu eve kabul edebileceklerini, heykel yapmaya başlaması gerektiğini bildirmesine rağmen, annesi mektuba cevap vermedi. Kardeşi Paul Claudel de diplomatlık kariyeri uğruna bir anlamda bu insanlık dışı cürme suç ortaklığı etti. Ve Camille, hayatının son 30 yılını tek başına bir akıl hastanesinde geçirerek hayata gözlerini yumdu. 

Düşünün, sizin dışınızda koca dünya akla ziyan bir savaşta cayır cayır yanıyor. Ve siz sadece kendi hayatınızda ve yakın çevrenizde değil sanki yeryüzünde ve zamanın ta kendisinde  de unutulmuş olarak bir akıl hastanesinde nefes alıp vermeye devam ediyorsunuz. Hayattan anladığınız şeyi yapmak, yontmak, ellerinizle yaratmak size yasaklanmış. Anlam elinizden alınmış. Kaderin ağlarının ortasında öylece kıpırtısız duruyorsunuz.

Ama belki de zaten her şeyi söylemiştiniz. İnsanlığın duymak ve anlamak için zamana ihtiyacı vardı belli ki. Hazır olduklarında Camille Claudel’in Clotho eserine bakmaları yeterliydi. Alçıdan yapılan heykel 1893’te Paris Salonu’nda sergilenirken 1897’de sipariş üzerine yapılan mermer versiyonuysa kayboldu. Heykelin eskizleri bugün D’Orsay Müzesi’nde sergileniyor. Aslı ise ilahi bir şaka gibi Rodin Müzesi’nde. 

Atropos’a ve temsil ettiği ölüme ithafen çirkin ve yaşlı kadın temsili sergileyen bazı sanat eserleri dışında Moiralar genel olarak genç ve zarif kadınlar olarak, insanlığın doğumundan ölümüne hayat yolunu kuran birer tanrıça edasıyla resmedildi. Camille Claudel’in heykelindeyse hayatın başlangıcından sorumlu olan Clotho’yu iskeleti görülen, etleri pörsümüş yaşlı bir kadın şeklinde karşımızda buluruz. Heykelin büyük kısmını Clotho’nun adeta bir doku oluşturan ve bir anlamda iplik, sicim çağrışımları yapan, hatta dal ve ağaç köküne dahi benzeyen saçları oluşturur. Clotho’nun kalın saçları yumak halinde birbirine karışmıştır. Gel gelelim bütün zayıf görünüşüne karşın Clotho vakar içerisinde durmaktadır. 

Ömrünü, kaderini çizme, hür iradesiyle yaşama ve sanatını üretme mücadelesine adamak durumunda kalan Claudel’in eserlerinde kader teması her seferinde kendini hissettirir. Claudel’in kadınları diz çöktükleri yerden yükselir, savrulacak gibi göründükleri noktada gururla dikilirler. Acıyı kudrete devşiren bir yanları vardır. Zamana ve kadere direnirler.

En olmaz şartlarda kaderinin dokumasını eline alan ama hayatın içerisinden su gibi akmaktan da asla korkmayan bütün bu kadınlar için kader direnerek teslim oldukları, teslim olarak direndikleri uzun ince bir yoldu. Sonuna kadar gitmekten çekinmediler ve nihayetinde insanlığa hatırlanmaya ve ilham almaya değer hikâyeler bahşettiler. Hayat, hafıza ve hikâye hiç bu kadar birbirini tamamlamamıştı. Kader, örülen desenden razı oldu. 


Tepedeki imaj: Clotho'dan bir kesit.