Kasap çırağı bir katilden barışın mimarına

Kuzey İrlanda’nın ‘’barışı’’ başarmasına ‘’Nasıl ve Neden’’ sorularıyla bakmaya devam ediyoruz…

SEZİN ÖNEY

28.03.2017

  
Kuzey İrlanda’da, 1950’de, dışlanmışlığın, yoksunluğun kenti Derry’de, bu hâllerin daha da yoğun yaşandığı bir mahalle olan Bogside’ın çocuklarından Martin McGuinness’in hikâyesini anlatmaya devam… Daha 18 yaşında IRA’nın keskin nişancısı, 20’li yaşlarında üst düzey komutanı ve 30’larında da, tüm şiddet eylemlerinin sorumlusu olan bu adam, nasıl olup da 40’larından itibaren bir barış güvercinine dönüştü?
Barış güvercinlerini, “terörist” diye damgalayan; eline hiç silah almamış, sivil ve barış yanlısı insanları karalayan bir anlayışın hȃkim olduğu Türkiye’nin, Kuzey İrlanda örneğine bakarak en fazla öğrenebileceği belki de bu dönüşümün neden ve nasıl gerçekleşebildiğini anlamak.
Kuzey İrlanda ve tabii İngiltere, nasıl olup da, radikalliğe kaymış bir gençten, adım adım, dünyaca ünlü bir barış sembolü çıkarabildi? Biz, “iyi” ve şiddeti zaten reddeden insanlarımızı çok kolay harcıyoruz; oysa, mesele, en radikalleri bile insan hayatına değer veren konuma getirebilmekte.
Tüm barış süreçlerini incelediğinizde, hep şu sözlere denk geliyorsunuz: öldürmek, yaşatmaktan daha kolay… Savaşmak da barışmaktan.
Belki de mesele bu. “Rahatını bozmak” istemeyenler var; neticede, uzakta veya yakında birileri ölüyor. Ateş nasılsa, siyaseten “barış” kararı alacak ve bunun için kendi rahatını riske atacakların üzerine, yakınına düşmüyor.

Britanya İşçi Partisi’nin önde gelen isimlerinden, Tony Blair hükümeti döneminde “Kuzey İrlanda konusunda Baş Müzakereci” olan Jonathan Powell’ın, McGuinness’in ölümü ertesi yazdığı şu satırlar, militandan siyasetçiliğe dönüşen bu sembolik ismin, çok boyutlu mirasını çok da güzel anlatıyor:
“Martin McGuinness ile ilk kez Ekim 1997’de, Stormont’da Castle Building’de, Tony Blair ile beraber tanıştım. Görüşmeyi, bir kamu binasının, küçük, penceresiz bir odasında ayarlamıştık, zira TV kameralarının görüntü almasını engellemek istiyorduk. Daha önce, Kuzey İrlanda Bakanımız Mo Mowlam ile olan bir görüşmeleri, zaten kameralara takılmıştı. Bu görüşme, bir Britanya başbakanı ile Cumhuriyetçi liderler arasında, son 75 yıldır gerçekleşmiş ilk görüşme olacaktı. Alastair Campbell [Blair’in İletişim ve Strateji Direkötrü] ve ben, bir teröristin elini sıkmak istemedik – bu tavrımdan şimdi pişmanlık duyuyorum – ancak, Tony Blair, çok daha mantıklı bir tavırla, her insanın elini sıkacağı gibi onunkini de sıktı.

Bu görüşmeyi izleyen dokuz yılda, Gerry Adams ve McGuinness ile Belfast, Dublin ve diğerlerdeki güvenli evlerde buluşmak için, İrlanda Denizi’ni düzenli bir şekilde aştım ve McGuinness’i sevmeye başladım. Onun bir IRA lideri olduğunu ve verdiği kararlar nedeniyle masum insanların öldüğünü hiç aklımdan çıkarmadım. Fakat, onun barışı gerçekleştirmeye yönelik kararlılığını ve insanî yanını gördüm. Martin McGuinness, ne zaman Britanya hükümeti ile barış konuşulsa, oradaydı. 1972’de, hükümet tarafından [Dışişleri Bakanı] Willie Whiteclay ile buluşmak için Cheyne Walk’a uçurulan IRA heyetinin bir parçasıydı; 1991’de, savaşa son vermek için IRA ve Başbakan John Major arasında kurulan gizli kanalın öteki ucunda gene o vardı; ve 1995’te John Major ile ve daha sonra da, 1997’den sonra Tony Blair ile görüşen Sinn Féin Baş Müzakarecisi gene o idi. Kuzey İrlanda’ya barış getirebilmek için kilit bir rol oynadı, hayatını bu rolü oynarken riske attı. Ve o müzakerelerde hep sıcak ve dost canlısı idi. Duygularını hiç gizlemedi ve birden Cumhuriyetçi teoloji hakkında uzun bir tirada girişebilirdi. Ancak, eşinizin doğumgünü veya ölmekte olan anneniz ilgili de soru sorabilirdi.”
Powell’ın, McGuinness ile ikinci görüşmesi, Derry’de, gizli saklı bir güvenli evde olmuş; bu görüşmede, üç saat boyunca, IRA’nın nasıl ve ne şartlarla silahsızlanabileceğini konuşmuşlar. Hiçbir uzlaşmaya varamamışlar; ancak, Powell’ın ifadesiyle, “O gün anladım ki eğer barışa ulaşabileceksek, düşmanlarınızla konuşmanız ve güven inşa etmeniz lazım”. 
 
Kayıp yıllar, kayıp hayatlar
 
20’li yaşlarının başındaki Gerry Adams ve Martin McGuinness, Londra’ya barış görüşmeleri için ilk kez gittiklerinde, 1972’de, ateşkes sağlanabilseydi…

Eğer, IRA’nın o dönemki liderleri barış sürecini yokuşa sürmeseydi…

O kadar çok eğer var ki…

Sonuçta herkes kaybetti!

1972’de, kendi gibi başında kavak yelleri olan bir başka militan Gerry Adams ile birlikte İngiliz hükümeti ile ilk temasını yaptıktan ve bizzat ve dolaylı olarak birçok insanın canının alınmasına neden olduktan sonra, McGuinness, 1987’de İngiliz SAS Komandoları tarafından öldürülen IRA’nın en seçkin birliği East Tyrone Tugayı’nın sekiz üyesinin cenazesine giderken, yanındaki kendisi gibi üst düzey IRA komutanına şunları diyordu:
“Hiç bu olan biten üzerine düşünüyor musun? Ne anlamı var? Bu öldürdüğümüz adam da, evine gidiyor; süt götürüyor, çocuğunu okula götürüyor. Değer mi; hiç düşünüyor musun?”

Bu ânı yıllar sonra, kamuoyuna nakleden diğer üst düzey IRA’li, o zamanlar, McGuinness’in “örgüte sadakatini” sınadığını düşünmüş. Ancak yıllar sonra, McGuinness, Hayırlı Cuma Barış Anlaşması sürecinde “müzakereci” kimliğine iyiden iyiye büründüğünde, IRA’nın bu en üst isminin, o gün kendisine, gerçekten “açıldığını” fark etmiş.

Dediğim gibi; bahsettiğim anı, Kuzey İrlanda’nın barış süreci, 1998’deki “Hayırlı Cuma Anlaşması”na giden yol açılmadan önce…

Yani, yüzlerce insanın öldürüldüğü bir süreç yaşandıktan sonra. “Ümit veren” IRA Komutanı McGuinness, 20’li yaşlarından 37 yaşına giden dönemi, yeteneklerini ve zekâsını, insanları yaşatmak değil öldürmek için kullandıktan sonra.

McGuinness’in, IRA’dan çok siyasi parti Sinn Féin’de (Biz Kendimiz) aktif olmaya başlaması, şiddeti de giderek daha fazla reddebilmesini sağladı. Sinn Féin, 1905’ten beri var olan bir parti; bugünkü hâline ise, 1970’lerde dönüştü. Gerry Adams’ın 1983’te, Britanya parlamentosu Westminster’a Belfast’tan milletvekili seçilmesi, parti için bir dönüm noktası oldu. Gerçi Sinn Féin, 2002’ye kadar, Westminster’da kazandığı milletvekillerini değerlendirmeyip, Londra’daki Meclis’i boykot etti ama, gene de, Adams gibi bir militanın da “radikalliğinin nötralize olmasında” bu “boş bırakılan sandalye” önemli rol oynadı.

Karşılıklı inatlar, boykotlar, şiddet…

Kim “kazandı” peki?

İngiltere mi?

Kraliçe Elizabeth’in de kuzeni olan asker Lord Mountbatten’ın, eşi Barones Mountbatten ve daha 14 yaşındaki ikiz torunlarının 1979’da bombalı saldırı sonucu öldürülmesi ve gene aynı gün 17 İngiliz askerinin öldürülmesi olayları, ülke için büyük bir travma olmuştu.

McGuinness’in kendisi, 1974’te IRA’dan ayrıldığını ima eden ifadeler kullanmıştı. Ancak, “yanar döner” bu ifadelerin gerçeği yansıtmadığını biliyoruz. Tersine, Lord Mountbatten ve diğerlerini öldüren emri, o dönemde IRA’nın “genelkurmay başkanı” düzeyine gelmiş olan McGuinness’in verdiğini net olarak söyleyebiliriz.

Bu olaydan tam 33 yıl sonra, McGuinness ve Kraliçe Elizabeth, Belfast’ta bir sergi açılışında el sıkıştı. İlk bakışta, artık 62 yaşına gelmiş “emekli militanın” bembeyaz saçları ile, Kraliçe’nin pamuk beyazı halleri, çok sıradan ve “bürokratik” gözüküyordu.

Ama o el sıkışma, bir koca “kan davası defterinin” kapanması demek idi. Kraliyet ailesinin gözbebeği, Hindistan sömürgesini idare eden Mountbatten ailesinin ölümünün sineye çekilmesi yani.

McGuinness için ise, IRA kökenlerine “ihanet”, yok etmek için “ölme ve öldürme” emri verdiği “düşman” ile çok net biçimde el sıkışmak anlamına geliyordu. Çok da büyük tepki aldı McGuinness.

Sadece o gün değil; çok daha öncesinde…

IRA’in militanlarınca, “davayı satmak” ile itham edildi…

Cumhuriyetçi Katolik kesimler tarafından yöneltilen, “düşmanla işbirliği yaptığı” suçlamasıyla yüzyüze geldi.

IRA’in kendi içindeki haksız ve adaletsizlikler yüzünden, kendi aile bireyleri dahil, örgütün hatalarıyla yüzleşememesi ile ilgili de çok eleştirildi.
Çocukluğundan beri hayranı olan yeğeni Mairia Cahill, IRA’in içinde kendi yaşadığı tecavüz vakasını dile getirdiğinde susan amcasını, ölümü ertesinde yazdığı bir yazıyla hiç de hoş anmadı örneğin.

Cahill bu yazısında, gazeteciler Kathryn Johnson ve Liam Clarke’ın From Guns to Government (Silahlardan Hükümete) kitabını, IRA’in “kendi içindeki kadınlara şiddetine” de kanıt gösterdi. Bu kitap, “karşı taraftan”, yani “düşman saflarında” erkeklerle beraber olan Kuzey İrlandalı kadınların başına gelen şiddet olaylarını konu alıyordu.
 
“Düşmanlar”, ya en iyi dost olursa? 
 
Yazının başında, Britanya İşçi Partisi’nden Powell’in McGuinness ile tanıştığı dönemden bahsettik. Powell’ın, barış görüşmelerinin “bitip gittiği” kanaatine vardığı döneme dönelim bir de.

2007’de, artık “Cumhuriyetçiler” ve “Birlikçiler” aynı hükümette yer alırken; yani silahlar değil politika konuşurken, Powell “tarafların bittiği” yolunda bir telefon almış. Powell, bu mesajla, asıl kendisinin “bittiğini”; zira, Kuzey İrlanda’nın barış sürecinin tarih olduğunu düşündüğünü ifade ediyor…
Meğerse, “Protestanlar” ve “Katolikler”, “Cumhuriyetçiler” ve “Birlikçiler”, o sabahın gecesi, günün ilk ışıklarına kadar, “İrlanda folk danslarıyla hükümetçe dans etmişler.’’ Tarafların “bitmesi” de, bu gecenin yorgunluğunu yansıtıyormuş!!

McGuinness’in, Kuzey İrlanda’nın barış süreci sonrası en iyi kişisel ve siyasi dostlarından biri, Protestan Kuzey İrlandalı, “Birlikçi”, IRA’e göre “işbirlikçi” Ian Paisley oldu. Bu kişisel ilişkiyi, Türkiye parametrelerinde tahayyül etmek mümkün değil.

Veya gerçekten de mümkün değil mi? Türkiye Büyük Millet Meclisi kulislerinde ve ötesinde “siyaset ortak paydasının” aynı ortama soktuğu zıt kutuplar arasında birçok diyalog “gözlerden uzak” paylaşılmıyor mu?

Siyaset yoluyla, arka planda şiddet olmadığı sürece her türlü diyalog mümkün.

Ya, 15 yaşında kasap çırağı olmakla örgüt üyeliği dışında tercihi kalmayan McGuinness’e siyaset yolunu daha, 20’lerinin başında, 1960’larda açacak ortam olsaydı?

Ya McGuinness gibi, “mahalle çocuklarını”, silah yerine siyasete yöneltecek yöntemler olamaz mıydı?

Travmalar bir kez yaşandı mı, arada köprülerin kurulması hep zor oluyor.

McGuinness’in ölümü ertesi, yakınlarını kaybedenler, arkasından öyle ağır şeyler dile getirdiler, öyle sert yazılar yazdılar ki!
Öte yandan…

“Barikatlardaki” dostluktan “Barış Masası” kuruculuğuna giden ikili dayanışmanın son tanığı Gerry Adams, mezarı başında, McGuinness’in “terörist değil, özgürlük savaşçısı” olduğunu söyledi.

Adams’ın bu sözleri sarf ettiği cenaze kalabalığı içinde, “Protestan düşman kutup”, Demokratik Birlikçi Parti’nin lideri Arlene Foster da vardı.

Bir katil ve aynı zamanda barış mimarı; ardından, yok ettiği hayatlar için mi ağlayacağız? Barış ısrarı ile, yaşanmasına vesile olduğu hayatlara mı sevineceğiz?

Önce bir çocuktan katil yarattı Kuzey İrlanda ortamı ve İngiltere politikası; sonra da, o katilin de çabasıyla, “yetişkin” bir barış…

Neden 1972’de değil? Neden, “Hayırlı Cuma Anlaşması”na kadar, 1998’e kadar zaman geçti?

Neden o aralıkta 3500 kadar insan öldü?

İngiltere ve Kuzey İrlanda’da gene “barış” mutlaka olacaktı ama o “aralıkta” yaşamını yitirenler, yitirmemiş olacaktı.

Orada ve burada kahredeci gerçek bu… Savaşın sonu her zaman barış oluyor da; olan, o zamana kadar kaybedilen canlara oluyor.