Kayıp Bürosu

Hayatta nerede durduğumuzu bilmekten daha kıymetli bir iş yok. Kolay değil ama hayatını ölmeden kaybetmemene vesile oluyor.

KARİN KARAKAŞLI

05.07.2023

İnsanlar beni düzenli bulur. Öyleyimdir de. Arka planını soracak olursanız içimin karmaşasından demem gerekir. Zihnim ve kalbim dağıldığında, elimden gelen tek şey ortalığı toplamak. Orada şöyle bir yanılsama devreye giriyor: Sanki ortalık derli toplu olunca, parçalarım da bir nebze olsun yerini bulacak. İşe de yarıyor. Özellikle de hayattaki en büyük kalabalığı kâğıt, defter, not olan bir insan için kenar köşede unutulmuş eski hazinelere rastlamak gibisi yok. Kendini bulmuş gibi oluyorsun yeniden.
 
Çünkü burası en çok da sana seni kaybettiren bir yer. Eskiden beri kayıp bürolarına meylim bundan belki. Neleri kaybederiz en çok, dalgınlığımıza neler kurban gider?.. Şapkalar, atkılar, eldivenler ve şemsiyeler ilk akla gelenler. Ama insan elbet çanta, poşet, cüzdan ve cep telefonu da unutur. Aklı başka bir yere ışınlanır bir anlığına ve elindeki, cebindeki şeyi düşürür ya da bırakır. Sonrası malûm, bürokrasinin bitmeyen çarklarında debeleniş.
 
Bazen zıvanadan çıkma anlamında kendini kaybedersin. Tahammül edegeldiğin bir şeyde buraya kadar dedirtirler. Buraya kadar demek, çoktan bir sınır aştınız demekle eşdeğerdir. Kendini kaybettiğinde bazen özünü bulursun o yüzden.
 
Zorla kaybetmek
İnsan unutkanlık ötesi sebeplerle de kayıpla sınanır. Canını sıkan, bir dönem üzüldüğün dalgınlık bedeli değildir bu kayıplar. Her biri yokluğuyla var olduğu zamandan öte iz bırakır. İnsan doğduğu şehri, ülkesini, türlü baskılarla dilini, dinini kaybedebilir. Ölüm zaten başlı başına bir sınav. Sevdiklerini kaybettikçe kendini dünya üzerinde sil baştan konumlaman gerekir.
 
Peki ya bu sevdiğinin bir mezarı dahi yoksa?.. Ölü mü diri mi olduğunu resmî olarak hiç bilememişsen, ona doğru dürüst veda dahi edememişsen?.. İşte orası, zorla kaybetmek denen ömürlük cehennem. Hafıza Merkezi ve Bianet arşivleri zorla kaybetme denen ve duyduğun anda kanını donduran kavramı; tarihinde darbeler, etnik çatışmalar ve iç savaşlar olan devletlerin muhalif grupları bastırma ve sindirme amacıyla uyguladığı şiddet yöntemlerinden biri olarak tanımlıyor. 1970-80’li yıllarda Latin Amerika’da, Brezilya, Uruguay, Şili, Peru, Guatemala ve Arjantin gibi ülkelerde kendilerini siyasi özne olarak ortaya koyan işçiler, köylüler, öğrenciler, sendikacılar gibi farklı kesimlerden muhaliflere karşı dayatılan bu insanlık suçu, Türkiye’de de özellikle 12 Eylül darbesi ve sıkıyönetim rejimi dönemiyle olağanüstü hâl rejiminin yürürlükte olduğu 90'lı yıllarda yoğun olarak işlendi. Cezasızlık da süreci perçinledi.
 
Kayıplarının bir parça kemiğini, varsa mezarını arayan, dinmeyen bir acıyla akıbetini soran Cumartesi Anneleri/İnsanları tam 953 haftadır bıkmadan usanmadan adalet talep ediyor. Bunu yaparken de özellikle son dönemde bizzat kendileri en büyük hukuksuzluklardan biriyle karşı karşıya.
 
Yıllardır kayıpların devlet arşivlerinde kayıtlı akıbetlerinin açıklanması, faillerin yargılanması, Türk Ceza Kanunu'nda zorla kaybetme suçunun insanlığa karşı suç kapsamında zaman aşımına uğramayacak şekilde düzenlenmesi ve Türkiye'nin Birleşmiş Milletler Gözaltında Kayıplar Sözleşmesi'ni imzalaması talebiyle meydanları dolduran Cumartesi Anneleri/İnsanları, Anayasa Mahkemesi’nin Galatasaray’daki oturma eylemlerinin yasaklanmasıyla ilgili verdiği “ihlal” kararına karşın haftalardır ters kelepçeyle gözaltına alınıyor, darp ediliyor.
 
Oysa 5 Şubat 2011’de dönemin Başbakanı Erdoğan, Dolmabahçe'deki ofisinde Cumartesi Anneleri'ni kabul etmiş, bu konuyu çözeceğine dair Berfo Ana başta olmak üzere diğer Annelere söz vermişti. Hey gidi günler hey… TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu bünyesinde alt komisyon kurulmuş, rapor hazırlanmıştı. 2014’te yeniden açılan dava dosyası 2020'de Yargıtay’ın kararıyla zamanaşımından kapatılmıştı.
 
Aklın, hakkın, adaletin, vicdanın yolu bir: Zamanın aşındırdığı adalet olmamalı. Örgütlü kötülük cezasız kalmamalı. Anayasa Mahkemesi’nin ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) ifade özgürlüğü ile toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkına ilişkin içtihatlarını esas alınarak yapılan bu hak mücadelesi, bu kadar keyfi kararlarla yok sayılmamalı. Ama bir kez hukuk zemini yerle bir edilmişse, bütün haksızlıklar peşi sıra gelebiliyor. En temel haklar içinse kocaman bir mücadele ihtiyacı doğuyor hayatın ortasına. O nedenle zaten adı çabalı hayat ya.
 
Gözün gör dediği
Aynı dönemde Tatvan Belediye Başkanı Mehmet Emin Geylani'nin korumaları tarafından ölümcül bir şekilde darp edilen gazeteci Sinan Aygül, “İyi ki kamera görüntüleri var, eğer olmasaydı derdimi mümkün değil anlatamazdım. Görüntüler olmasa hakaret etti, bize saldırdı diyeceklerdi ve belki de o söylenenler dikkate alınacaktı’’ diyordu. Nitekim aynı korumalar iki yıl önce bir vatandaşa saldırdıklarında verdikleri ifadede, “Şahıslar cumhurbaşkanına hakaret etti, biz de bundan dolayı kavga ettik” demişler. Önce açığa alınan korumalar daha sonra “silahla kasten yaralama” suçundan tutuklanmıştı. Sinan Aygül saldırıyı azmettirdiği iddiasıyla Belediye Başkanı Mehmet Emin Geylani’den de şikayetçi oldu. Gerisi nasip kısmet buralarda.
 
Ve yine aynı günlerde Urfa'da 12 yaşındaki Abdülbaki Dakak, Menzil Tarikatı’nın Semerkand Vakfı’na ait gittiği yatılı bir medresenin yanındaki ahırda asılı halde bulundu. Şüpheli ölümüne intihar dendi. Aile de ‘kader’ diyerek şikayetçi olmadı. Tarikat konuya ilişkin birçok habere erişim engeli kararı aldırırken, BirGün'den İsmail Arı, 21 Aralık 2018’de Menzil Cemaati’nin çiftliğinde 2 ve 3 yaşındaki iki çocuğun yem karma makinesine kapılarak yaşamını yitirdiği olayın üzerinin de kapatıldığını ortaya çıkardı. Cemaatin çiftlikte kaçak olarak çalıştırdığı Suriyeli bir ailenin iki küçük çocuğu traktöre bağlı yem karma makinesine kapılarak ölmüştü. Konya Ağır Ceza Mahkemesi’nde açılan davada üç kişiye “Taksirle iki kişinin ölümüne neden olma” suçundan verilen para cezası 20 ile 24 taksitlere bölündü. Yargılama sürecinde ifadelerine Menzil’in Konya sorumlularından olduğu belirtilen, Semerkand Vakfı’nın Konya Şubesi’nin de müdürü olan ve iki çocuğun yaşamını yitirdiği facia nedeniyle yargılanan Bekir Başpınar, “Bu konuyla ilgili bir şey kalmadı. Dava açıldı, ödemelerimizi yaptık, olay kapatıldı. Süreç bitti, bu konuyla ilgili bilgi vermiyoruz” dedi. Böyle böyle kaybediyoruz zaten bir sürü insanî hasleti.
 
Ya da Rabindranath Tagore’un ifadesiyle “Hakikatin bir fatih edasıyla gelmesinin biricik sebebi, bizim onu misafir olarak kabul etme vasfını yitirmiş olmamız.” Hakikat, kendisinden köşe bucak kaçanın tepesine mecburen kaya gibi iner. Çünkü er geç uyanman gerekir yalanlardan. Çünkü kaybettiklerin hakkını ister.
 
Tam da o noktada kendine dış koşullardan bağımsız bir sığınak bulman gerekir. Ortalık yangın yeri olduğunda sana esası hatırlatacak ve hep korunaklı kalacak bir merkez üssü. Ruhunun konduğu bir saklı orman. Tam da David Wagoner’in “Kayıp” şiirinde anlattığı gibi:
 
Kıpırdamadan dur. Önündeki ağaçlar ve yanındaki çalılık
Kayıp değil. Her neredeysen oranın adı Burası
Ve ona güçlü bir yabancı gibi davranmalısın,
Onu tanımak ve kendini tanıtmak için izin almalısın.
Orman nefes alıyor. Dinle. Cevap veriyor sana.
Çevrendeki bu yeri senin için yaptım.
Burayı terk edersen, yeniden dönebilirsin, sadece Burası de yeter.
Kuzgun için hiçbir ağaç diğerinin eşi değil.
Çalışkuşu için hiçbir dal diğerinin eşi değil.
Eğer bir ağacının ya da çalının yaptığı etkilemiyorsa seni,
Kesinlikle kaybolmuşsun demektir. Kıpırdamadan dur. Orman bilir
Nerede olduğunu. İzin vermelisin bulmasına seni.
 
Hayatta nerede durduğumuzu bilmekten daha kıymetli bir iş yok çoğu zaman. Çünkü o duruş zaten yaşamaktan ne anladığını, nelere öncelik verdiğini, neleri vazgeçilmezin saydığını gösteriyor. En temel insan haklarını savunmak, bütünün bir parçası olduğunu unutmamak hayatı kolaylaştırmıyor elbet ama işte hayatını ölmeden kaybetmemene vesile oluyor. Ve anlamı hep yeni baştan bulmana. Bir insanda, bir karşılaşmada, cesaret edilmemiş yepyeni bir uğraşta, bambaşka bir coğrafyada. Selam olsun tekmil olasılıklara.
 
—–
Kapak Görseli: Mary Bettini Blank (Pixabay)