“Kaza Değil Cinayet”: Duvara karşı hak arayanların mücadelesi

Yönetmen Fatih Pınar ve 1 Umut Derneği’nden Eylem Can’la iş cinayetlerini ekrana taşıyan “Kaza Değil Cinayet” belgeselini konuştuk

ÖZGÜN ÖZÇER

23.11.2019

Hava buz gibi soğuk, etrafımızda yakınlarının fotoğraflarını ellerinde tutan küçük bir grup. Galatasaray Meydanı’nda toplanmamız yasaklandığı için İstiklal Caddesi’ne paralel dar bir sokakta bir aradayız. Fatih Pınar’ın çekip yönettiği Kaza Değil Cinayet en temel hak, yaşam hakkı için verilen on yılı aşkın bir mücadelenin tam kalbinde başlıyor. Çocuklarını, eşlerini, kardeşlerini şirketlerin ihmalkârlığı, hoyratlığı, tamahkârlığı nedeniyle kaybeden ve 1 Umut Derneği bünyesinde kendilerini sorumluların hesap vermesine adayan ailelerin arasına katılıveriyoruz. Belgeselin kapsadığı 9 aylık bir süre boyunca biz de onların yoldaşı olacağız artık. Nöbetlerinin, anmalarının, meydanlarda yaptıkları açıklamaların, duruşmalardaki dayanışmalarının bir ucundan biz de tutacağız, yaslarıyla hemhâl olacağız. 

İş cinayetlerinde hayatlarını kaybeden emekçilerin adalet arayan ailelerinin mücadelelerini anlatan Kaza Değil Cinayet belgeselinin Türkiye’deki ilk gösterimi 15 Kasım’da Şişli Cemil Candaş sahnesinde yapıldı. Gösterimin ardından bir araya geldiğim 1 Umut Derneği gönüllülerinden Eylem Can ve Fatih Pınar, belgeselle tarihe bir belge bırakmak, bir not düşmek istediklerini söyledi. 1 Umut Derneği’nin 2008’de Davutpaşa’da Emek İşhanı’nda meydana gelen ve 21 işçinin hayatını kaybettiği patlama sonrası başlayan adalet arayışı, Davutpaşa’ya her gün gerekli önlemler olsa yaşanmayabilecek yeni felaketlerin eklenmesiyle ülkenin en büyük kitlesel cinayetinin çetelesini tutmaya dönüştü.

“Ailelerle biz ilk yan yana gelmeye başladığımız zaman, o zamanlar daha iş cinayeti demiyorduk,” diyor Eylem Can. “Daha önce de 70’lerde kullanılmış ancak unutulmuş bir slogan. O burada ailelerle birlikte yapılan toplantı sonucunda ortaya çıkan bir kavramdı.” Basit bir farkındalık yaratma ya da bakış açısı değişikliğinin ötesinde, bu kavram işyerleri ölümlerinin sorumluları olduğunu hem kanunen hem de kamuoyu nezdinde benimsememiz gerektiğini anlatmaya çalışıyor.

“Ailelerin en çok attığı slogan ‘İş kazası değiş iş cinayeti.’ o yüzden filmin adı da ‘Kaza Değil Cinayet’. Filmin afişinde de tek kullandığımız cümle buydu,” diye ekliyor Fatih Pınar. “Biz bu terminolojinin literatüre girmesinin çok önemli olduğunun, hukukî olarak da işçi hakları konusunda da farkındayız. Ben bu filmi yaparken bile ilk defa bu terimi duyan insanlarla karşılaştım. Filmin ilk gösterimi Norveç’de Bergen’de yapıldı, orada da ‘murder, not accident’ dediğimiz zaman çok dikkat çekici bir hâle geliyor. Gerçekten de ölen işçilerin ölüm sebeplerine baktığın zaman onun kaza değil cinayet olduğunun ilk defa farkına vardıklarını söylediler.”
 
“Hiçbir şey gerçeğin kendisi kadar etkili olamaz”

Kaza Değil Cinayet ismiyle verdiği mesaj gibi yalın ama öz, basit bir kurguya sahip olmasına rağmen sarsıcı. Anlatmak istediğini alengirli yollara düşüp kaybolmadan aktarmaya çalışan, fuzuli katmanlardan arındırılmış, hayatlarını ekrana taşıdığı ailelerin hüznünü veya öfkesini çarpıcı bir sahne uğruna istismar etmeden izleyiciye tevazuyla dokunan bir belgesel. Onlarla kurulan güven ilişkisini zedelemeden özenle çekildiği anlaşılıyor. Ama bir annenin yüzündeki kıvrımlar, buğulanan gözleri, tebessümün bile büyük bir çileye dönüştüğü ifadesi üzerinden köprü kuruyor sizinle. Gösterimin sonunda yutkunurken bir de bakıyorsunuz ki boğazınız düğümlenmiş.

“Ben hiçbir zaman ajitasyon, manipülasyon, propagandif bir şeye ihtiyaç duymadım yaptığım işlerde. Benim esas cümlem şudur: ‘Hiçbir şey gerçeğin kendisi kadar etkili olamaz.’ Mesela dış ses hiç tercih etmediğim bir şeydir, çünkü dış sesin mantığı gereği o katmanda ajitatif bir şey olabilir,” diyor Fatih Pınar. Can da Vicdan ve Adalet nöbetlerine gazeteci olarak katılması ve aileleri tanıması nedeniyle özellikle Fatih Pınar’la çalışmak istediklerini söylüyor. “Bir yanıyla da çok tuhaf yerlere çekilebilir, acı istismar edilebilir, acının pornografisi yapılabilirdi. Fatih’in asla böyle bir şey yapmayacağını diğer işlerinden de bildiğimiz için çok gönül rahatlığıyla konuştuk.”


Fatih Pınar

Yine de aklınızda kalan cümlelerle çıkıyorsunuz salondan. 2012’de “Arka Sıradakiler” dizisi setinde mola sırasında freni boşalan ekip minibüsünün çarpması sonucu yaşamını yitiren Selin Erdem’in annesi Hacer Erdem’in “Bizim acımız hep taze” sözleri içten içe tahmin ettiğiniz bir gerçekliğin kederli bir dışa vurumu gibi. Esenyurt Marmara Park AVM’nin inşaatı sırasında işçilerin kaldığı naylon çadırlarda çıkan yangında oğlu Barış Kıyak'ı kaybeden Ayşe Kıyak’ın “artık bayramımız yok, düğünümüz yok” dediğinde de kırılıyorsunuz hayata. Veya Kozlu’da maden kazasında oğlunu kaybeden annenin evinin bahçesinde ya da yakınlarında bir fındıklığa gömdüğü oğluyla ilgili “Her gün gidip mezarında onunla konuşuyorum. Hissediyorum ki bana her seferinde ‘anne, benim hakkımı ara’” diye içini döktüğünde kelimelerin kifayetsiz kaldığını hissediyorsunuz. Evet Kozlu. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın 1965’teki Kozlu’daki direnişte piyadelerin ateş açması sonucu öldürülen Mehmet Çavdar ve Satılmış Tepe anısına, “fıtrat” diyenlere adeta yarım asır öncesinden bir cevap olarak yazdığı şu dizilerin koskoca bir devrin değişmesine rağmen hâlâ geçerli kılındığıyla yüzleşiyorsunuz sonra.

Yıllarca çalışırsın, gündeliğin on lira,
Açsın, susar kuyular bağıra bağıra

Ko yamyassı ayakların balçık toprağa girsin,
Kim yürürse öldürürler bilirsin.

Zonguldak ölü iki gecede gecede diri bir,
Zonguldak bir Türkiye, bir aç Türkiye değil midir?
Tanrı yeryüzünündür, bir pay düşmez sana,
Sen yer altındasın, Tanrısızsın, anlasana.

Sadece yer altındakiler değil, şantiyedekiler, havalimanı inşaatlarındakiler, fabrikadakiler, kamyonetlerde tarlalara gidenler, setlerdekiler, sokakta bir yol çalışması yapılırken kenarda yürüyen bizler, yani hepimiz Tanrısızız. Her an bu cinayetlere yeni halkalar eklenirken ailelerin verdiği mücadeleye bu açıdan da bakmak gerekiyor. “O yası tutarken, bundan sonra işçiler çalışırken iş cinayetinde ölmesin istiyorlar. Bu da gerçekten çok onurlu bir mücadele,” diyor Pınar. “Kendi yasını tutarken bunu bir tarafa koyabilecek kadar sağduyulular. Sadece tazminatın derdinde değil bu insanlar. Bu cezalar çıksın ki sermaye sahipleri ve ona hizmet eden devlet mekanizması iş sağlığı, iş güvenliği konusunda gerekli önlemleri alsın artık istiyorlar.”

Eylem Can da ailelerin Soma maden faciası gibi bir katliamdan nasıl etkilendiklerine birebir tanık olmuş. “Bizim için çok simgesel bir gündür,” diye anlatıyor. “Bir gün öncesinde iş cinayeti almanağımız matbaadan gelmişti ve basın lansmanımız vardı. O sırada Soma’da iki kuzeni olan avukat Berrin (Demir) arkadaşımız da buradaydı ve kuzeninin araması üzerine Soma gündemimize düştü. Hep beraber hangi maden olduğunu aramaya çalışıyorduk. Aileler de buradaydı ve o şoku hep beraber yaşadık.”

Eylem Can, ailelerin şunu hatırlatmak için de bize seslendiğini söylüyor: Geçen yıl en az 1872 işçi işyerinde yaşamını yitirdi. Bu rakam tek başına alındığında başlı başına bir katliam. “Ailelerin söylediği şeylerden biri de şuydu: Teker teker işçiler, beşer onar her gün ölüyorlar. Ancak Soma kadar büyük bir facia olduğu zaman gündeme geliyor. Ama gündemde ne kadar kalıyor? Aslında her yıl Türkiye’de en az 3-4 Soma Katliamı oluyor. Ama tek tek olduğu zaman gözden de kaçabiliyor.”
 
Aileler sanki duvara sesleniyor

Belgeselde belirgin bir eksiklik var, o da muhatap. Ne cinayetlerden sorumlu bir firmanın temsilcisi veya avukatı, ne bir devlet yetkilisi zahmet edip suçlamalara cevap vermek için kamera karşısına çıkıp kamuoyuyla yüzleşiyor. Belgeselde muhatap adına sadece birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de 28 Nisan’ın iş cinayetlerinde hayatını kaybedenler için anma ve yas günü olarak ilan edilmesini talep etmek isteyen ailelerin Galatasaray Meydanı’na yürüyüşünü “size saldırırız” imasıyla engelleyen polis amiri var. Bu eksiklik de aslında bir tesadüf değil.

“Bu iş cinayetleri davalarının temel motiflerinden biri çünkü muhatap bulamıyorlar ki,” diyor Can. Bazı CHP ve HDP milletvekilleri dışında onlar için çabalayan kimse olmadığını anlatıyor. “Bu aileler mecliste bütün partilerle görüştüler. Sendikalara gittiler, durumu anlattılar. Bilirkişiler mesela, bu kadar vicdansız bilirkişi raporu vermeyin diyerek İTÜ’ye gittiler, ziyaret ettiler. Siyasi partilere çağrılar yaptılar. Aslında muhatap olabilecek herkese sözlerini söylemeye çalıştılar ama karşıda muhatap yok.” İş cinayetinden sorumlu olan kamu görevlilerin çok sınırlı davaya konu edilmesinden, buna neredeyse hiç izin verilmediğinden devlet de hesap vermemeyi âdet hâline getirmiş. “Bu nedenle belgeselde göremediğiniz o eksiklik öyle bir muhatabın olmaması nedeniyle, aileler sesleniyor ama karşılarında bir duvara sesleniyor gibi.”

Fatih Pınar da asıl adalet arayışların yargı tarafından boşa çıkarılması üzerinde duruyor. “İktidar, yürütmeyi elinde bulunduranların zaten sermayeye hizmet ettiğini, varoluş sebeplerinin ve işleyiş biçimlerinin bu olduğunu biliyoruz. Ama yargıya ne oluyor? 3. havalimanında 500’ün üzerinde işçinin olduğu söyleniyor. Bir mezarlık aslında orası ve oraya iş sağlığı ve iş güvenliğinden sorumlu olarak daha önce iş cinayetlerinden yargılanan birisi getiriliyor. Yani şu söyleniyor: Sen daha önce iş cinayetlerine sebep olmuşsun, bunu iyi yapmışsın, burada da yapmaya devam edebilirsin deniyor.” İş cinayetlerinin bir karşılığı olmaması en sembolik davalardan Soma’da da, Torunlar’da da görüldü. Ailelerin duruşmalarda yan yana gelmesi, yargılamalarda kendilerine reva görülen adaletsizliği birlikte göğüslemesi belgesele de yansıyor. 

Pınar, Eynesil’de öldürülen küçük kız çocuğu Rabia Naz’ın cinayetini aydınlatmaya çalışan belgeselci Kâzım Kızıl ve gazeteci Canan Coşkun’un gözaltına alındığını, o cinayetin tanığına yaklaşmama koşuluyla serbest kaldığını ve ekipmanlarına el konduğunu da hatırlatıyor. Bir yandan iş cinayetlerinin sorumlularının yargılanmasını hep yokuşa süren yargı, öte yandan büyük bir hevesle gerçekleri aydınlatmaya çalışanlara işlerini yaptıkları için ceza yağdırıyor. Bu da benzer belgesellerin, araştırmaya dayalı habercilik çalışmalarının yapılmasını daha en baştan engelliyor. “Gözaltına alınmayı bırak, şu an Kazım’ın kamerası yok, bilgisayarı, telefonu yok, mikrofonu yok, lensi yok. Hepsi gasp edilmiş durumda. Ekipmanı demek onun her şeyi demek. Böyle bir durum varken nasıl üretebilir?” Gösterime de gelen Çayan Demirel’in “Bakûr” belgeselinden aldığı cezaya değiniyor. “. Belgesel, propaganda amaçlı bir iş değil. Yalın, yaşananları gösteriyor. Bir belgeselin yargılanması kadar çaresiz, aciz bir şey olamaz.”
 
Tüketimden gelen gücümüzü kullanmak…

Peki ya biz? Belgeselin alt metinlerinden biri de işçilere dayatılan bu tekinsiz koşulların bizi nasıl bir suç ortaklığına ittiği. Hangimiz bir alışveriş merkezine gittiğimizde o mekânın inşaatında işçilerin yaralanmadığını, cinayetin kıyısından dönmediğini garanti edilebilir? Bir rezidansta, büyük bir konut projesinde oturan kimler huzur buldukları o konforlu dairelerinin her köşesinde bir işçinin sömürülen emeğinin olmadığından, adil ve güvenli bir ortamda çalıştırıldıklarından emin olabilir? Bir diziyi izlerken yapımı sırasında setlerde tüm önlemlerin alındığını kim bilebilir? Herhangi bir eşya satın alırken üretildiği fabrikada iş sağlığı ve güvenliği açısından gerekli ruhsatların alındığını ve koşulların sağlandığını nasıl anlayabiliriz? Bilsek, bir şeyleri değiştirmemiz için aileler bize güvenebilir mi? İstanbul’un yeni havalimanında işçi isyanına tanık olduk, gizlense de 500’ün üzerinde işçinin yaşamını yitirdiği yönündeki iddialar son derece ciddi. Kâh mecburen kâh artık bu durumu kabullendiğimizden yine de kullanıyoruz.

“Marmara Park AVM’den bahsettik. Aileleri en çok yaralayan şey iş cinayetinin daha üstünden dokuz ay sonra geçmesine rağmen oranın çok şaşalı bir şekilde ‘burası başka bir dünya’ temasıyla açılmasıydı” diyor Eylem Can. “Biz bunu sosyal medyada eleştirdik, önünde basın açıklaması da yaptık ama insanlar o kadar çabuk unutmuştu ki… Orada alışveriş yapıyorlardı, aileleri en çok üzen şeylerden biri de bu olmuştu mesela. Bu acıyı insanların yerine koysa kendini belki tüketimden gelen gücümüzle de bir şeyleri değiştirebiliriz diye düşünüyoruz.”

Benzer bir amnezi Torunlar kulesiyle ilgili yaşanıyor. “Torunlar’da mesela Başka Sinema var. Twitter’dan o kadar çok yazdık ki: Siz alternatif işler yaptığınızı iddia ediyorsunuz, emekten yana da işler yaptığınızı iddia ediyorsunuz. Burada 11 işçi öldü. Hep 10 diye anıyoruz ama o 10 işçiden önce de üniversite harçlığını çıkarmaya çalışan bir işçi arkadaşımız öldü. Siz bizim gibi insanları o filmleri orada seyretmeye davet ediyorsunuz. Bundan vazgeçilmesinden daha haklı bir talep olabilir mi?” diye soruyor Eylem Can.

Fatih Pınar da Zorlu gibi gösteri merkezlerinden kaçınılması konusunda hassasiyet gösterilmesi konusunda hemfikir. “Belediyeye ait kamusal ve tarafsız bir alanda tesadüf değil. Biz zaten sermayeye, bu sisteme, bu işleyişe, bu iktidara rağmen bir şey yapıyorken onların hâkimiyetinin, hükmünün sürdüğü bir yeri mekân olarak da isim olarak da kullanamazdık.”

Kısa belgesellerinin aynasında kendimize bakarak düşünmemiz gereken çok şey var. Ama bir yandan da belgesel bir final olmadığı aşikâr. Bir başlangıcı ve sonu olmadığı gibi iş cinayetleri mücadelesinde de henüz taleplerin yerine getirilmesinden çok uzağız. Fatih Pınar’ın söylediği gibi ancak o zaman bu belgeselin bir finali olabilir. Belgesel bitse de filmdeki aileler – Hacer Erdem, Ayşe Kıyak, Davutpaşa patlamasında eşi Gülhan Çabuk'u kaybeden İdris Çabuk, Özel Doğa Hastanesi'nin dış cephesinde harfler yerleştirirken 17 yaşındaki oğlu Eren Eroğlu’nun babası Erdinç Eroğlu ve adını sayamadığımız diğer tüm aile fertleri – başka bir anmada, nöbette, duruşmada yeniden bir araya gelecek. 11 yıldır bir arpa boyu mesafe kat etmeyi bırakın, çetelelerden de belli olduğu gibi dört koldan hoyratça büyütülen bir dehşet tablosu var. Değişimi beklerken, mücadeleyi ve yaşananları belgeleme çalışması için gösterilen çabalar çok ama çok değerli. 

“Ben hep şuna inanarak iş üretmek istiyorum: 20, 30, 50 yıl sonra insanların dönüp ‘şu hale bak, bu kadar çok iş cinayeti oluyormuş ve sadece ‘iş cinayeti’ denmesi için zamanında bu kadar mücadele vermişler’ diye hayretle bakacakları bir günün geleceğini umuyorum. Kendimce gerçeğin çetelesini tutuyorum, politik ve sosyal gündemi arşivlemiş oluyorum. İleride insanların karşısına çıkacak ve o zaman kıymeti anlaşılacak,” diyor Fatih Pınar.

Eylem Can da ekliyor: “Görsel bir çağdayız. Bir belgeselle çok daha fazla insana ulaşabileceğimizi düşünüyoruz. Umuyoruz ki daha fazla resmi yapılır, filmi çekilir, şarkısı yapılır. Sanatla daha yoğun bir şekilde gündemde tutulur bu mesele. (…) Bir-iki işçinin daha az ölmesini bile sağlayabilirsek ne mutlu bize.”

“Kaza Değil Cinayet” belgeseli Aralık ayında Hangi İnsan Hakları? film festivali kapsamında, gelecek yıl Mayıs’ın ilk haftasında İşçi Filmleri Festivali’nde ve Haziran’da Documentarist çerçevesinde gösterilecek. Bu sürede çeşitli kamusal salonlarda da gösterim olabileceğinden sosyal medyadan duyuruları takip edin. İngilizceye de çevrilen belgesel aynı zamanda Uluslararası İşçi Filmleri Festivali ağından da yararlanarak tüm dünyada gösterime sunulacak.