Kemalizmin amaçlanmayan sonuçları
Kemalizmin otoriter kimlik politikalarının Kürt yurttaşların ülkeye bağlılığını güçlendirmediği muhakkak. Tersine.
14.11.2020
Geçen yazımda dostum Prof. Dr. Zafer Toprak'ın Türkiye Cumhuriyeti'nin "kurucu felsefesi"nin esin kaynaklarını ve dayandığı temel görüşleri irdeleyen Atatürk: Kurucu Felsefenin Evrimi (Türkiye İş Bankası, 2020) başlıklı son kitabından söz ettim. Toprak'ın kitabı okuru Cumhuriyet'in Kemalizm olarak da anılan "kurucu felsefesi"nin ya da resmi ideolojisinin yaklaşık yüzyıl sonra bugün geldiği ve ülkeyi getirdiği yeri sorgulamaya sevketmekte. Kısacası kitabın zihinlerde uyandırdığı soru şu: Kemalizm nasıl bir Türkiye tasarlıyordu ve yaklaşık yüz yıl sonra karşımıza çıkan Türkiye nasıl bir yer?
Muhakkak ki Mustafa Kemal Atatürk, tarihimizin en büyüğü değilse bile en büyük liderlerinden biridir. Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasında her kimlik ve eğilimden Türkiye halkını birleştirmeyi başaran Mustafa Kemal Paşa'nın dehası üzerinde tam bir görüş birliği olması, tarihimizde ona sarsılmaz bir yer sağlamakta. Uyguladığı politikaların Türkiye'yi çağa uydurmak, onun uluslar topluluğunda saygın bir yer edinmesini sağlamak amacına yöneldiği de tartışılmaz bir gerçek. Tartışma konusu olan, tek parti döneminin tektip bir toplum oluşturmaya yönelik otoriter uygulamaları.
Atatürk'ün nasıl bir Türkiye istediği üzerine düşünen ve yazanlar arasında yaygın bir görüş, dışarıda tanınmış Fransız siyaset bilimci Maurice Duverger'nin (ö. 2014), içte de anayasa hukukçularımızın duayeni Profesör Tarık Zafer Tunaya'nın (ö. 1991) temsil ettikleri yorum. Bu yoruma göre, Türkiye'de 1926 – 1946 arasında uygulanan otoriter tek – parti rejiminin, o tarih döneminde görülen öteki tek – parti yönetimlerinden çok farklı, kendine özgü bir nitelik taşıyordu. Amacı Batı ülkelerinde görülen türden özgürlükçü ve çoğulcu bir demokrasinin yerleşmesiydi; bunun altyapısının tesisi için bir tür hazırlık dönemi oluşturdu. Bu hazırlık dönemi sonunda Türkiye Batılı bir demokrasi olacaktı. Peki bu yorum, Cumhuriyet'in ilanından yaklaşık bir yüzyıl sonra yaşanan gerçeklerle ne ölçüde bağdaşmakta?
Önce bugün Türkiye'nin dışarıdan görünümüne bakalım: Evet, dünya koşullarının da teşvikiyle Türkiye İkinci Dünya Savaşı sonunda, 1946 – 50 döneminde çok – partili düzene geçti. Ne var ki söz konusu çok – partili düzen, en az dört kez (1960, 1971, 1980, 1997) farklı nitelikte askeri müdahalelere uğradığı, sürekli askeri vesayet altında kaldığı gibi, hiçbir zaman ifade, inanç ve örgütlenme özgürlüklerinin güven altında olduğu Batı tipi liberal, özgürlükçü ve çoğulcu demokrasiye dönüşemedi. Belki 21. yüzyılın ilk on yılında, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı altında Türkiye, bu yönde ilerleyebileceği umudunu uyandırdıktan sonra giderek otoriterleşen bir rejime sürüklendi; parlamenter sistemi terkedip bir tür başkanlık sistemine geçtiği gibi, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında giderek bir tek – adam yönetimi altına girdi.
Evet, AKP iktidarının ilk birkaç yılında yapılan reformlarla Türkiye, Avrupa Birliği üyeliğine aday ilan oldu. Ne var ki, kabaca 2010'dan itibaren başka bir yörüngeye giren Türkiye, bugün vardığımız noktada Batı'dan dışlanmaya doğru gitmekte. Ankara, Batı'nın rakipleri, otoriter – totaliter rejimlerle yönetilen Rusya, Çin ve İran ile ilişkileri olabildiğince yakın tutma arayışında. Daha birkaç yıl önce "soykırım" uyguladığı söylenen Çin'in Uygur Türklerine uyguladığı zulüm ve eritme politikaları konusunda Ankara'dan çıt çıkmıyor.
Artık Ankara dahil hiçbir başkent Türkiye'nin AB'ye üyeliği konusunu ciddiye almıyor. Mahkemelerin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını uygulamayı reddettiği Türkiye'nin Avrupa Konseyi üyeliği üzerine de giderek kararan bir gölge düşmekte. Dış politikada, Türkiye'nin NATO üyeliğinin dahi sorgulandığı, Yunanistan ve Fransa başta olmak üzere NATO üyeleriyle uyuşmazlıkların büyüdüğü bir ortamdayız. Ankara ABD'de Donald Trump yönetimiyle hayli yakın ve ahenkli bir ilişki kurmuştu. İki başkent arasındaki ilişkilerin, başkanların damatları arasındaki kurulan diyalog aracılığıyla sürdürüldüğü iddia ediliyordu. Ne var ki Ankara'nın Ocak ayında yönetimi devralacak olan Joe Biden'in başkanlığındaki ABD ile ilişkilerinin uyumlu olması beklenmiyor. Biden seçim kampanyası sırasında Türkiye'yi Rusya ve Kuzey Kore ile birlikte "otokrat" yönetimler arasında saydı; özellikle insan hakları, demokrasi, Suriye politikası, Rusya'dan satın alınan (NATO ittifakına ters) S-400 füzeleri, (ABD'nin İran yaptırımlarını çiğnediğine inanılan) Halkbank gibi konularda Türkiye'deki yönetime eleştirel yaklaşımıyla biliniyor. ABD'nin yeni başkanının geçen Aralık ayında, "Erdoğan'ı darbeyle değil, seçimle değiştireceğiz" şeklinde konuştuğu da kayıtlara geçmişti.
AKP iktidarı altında Ankara'nın Kemalizm'in "yurtta sulh, cihanda sulh" şiarıyla ifade edilen dış politika ilkesinden hayli uzaklaştığı da görülmekte. Ankara giderek "yumuşak güç" (anlaşmazlıkları konuşarak, uzlaşarak çözüm) politikalarından ayrılıp, "sert güç"e (yani askeri güce) dayalı politikalara yönelmiş bulunuyor. Bu politikalarla dostları giderek azalıyor, giderek yalnızlaşıyor. Türkiye'nin, Erdoğan'ın liderliğini yapmayı umduğu İslam ülkelerinde bile dostları giderek azaldı.
Bir de içeride yaşananlara göz atalım: Kemalizm'in otoriter laiklik uygulamaları istenmeyen, amaçlananın tam tersi sonuçlar doğurdu. İslam'ın Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla devlet tekeli altına alınıp, inanç özgürlüklerine bir dizi kısıtlama getirilmesinin doğurduğu tepkiler, ülkeyi giderek inanç özgürlüklerinin bu kez ters yönden tehdit altında olduğu bir ortama sürükledi. Otoriter uygulamalara tepki veren dindar toplum kesimlerinin destek verdiği AKP'nin 18 yıllık iktidarı sonunda gelinen noktada laik yaşam tarzını benimseyen, dini kişisel vicdan konusu gören toplum kesimleri arasında inanç özgürlüklerinin tehdit altında olduğu kaygısı giderek büyümekte. Evet, Türkiye'nin İran gibi bir din devleti haline geldiği, bireyler açısından laik bir yaşam tarzını sürdürmenin olanaksız hale geldiği söylenemez ama yönetimin giderek dinsel bir kimlik kazandığı da ortada. İktidarın dilinde "millet"in yerini "ümmet" söylemi almakta.
Kemalizmin otoriter kimlik politikalarının (kısaca, "hepimiz Türküz, hepimiz Türkçe konuşuruz" politikaları) Kürt yurttaşların ülkeye bağlılığını güçlendirmediği muhakkak. Tersine. Söz konusu politikalar Kürt yurttaşların gerek barışçı, gerekse şiddetli çeşitli yollardan dile getirdikleri itirazlar sonucunda, evet AKP iktidarı altında bir miktar gözden geçirilmek, yumuşatılmak zorunda kaldı. Kürtlerin anadili üzerindeki yasak kalktı. Kürt kimliğini savunan siyasi parti, devam eden tüm baskılara rağmen giderek güçlendi. Ne var ki, dini inançlar alanında olduğu gibi, siyasal ve kültürel hakları alanlarında da özgürlükçü ve çoğulcu düzeni, dolayısıyla iç barışı tesis etmekten çok uzağız. Cumhuriyet'in 97. yılında Kemalizm'in kimlik politikaları, ülke bütünlüğünü tehdit etmeye devam ediyor.
Cumhuriyet'in 100. yılına 3 kala Türkiye, Kemalizm'in amaçladığı kültür birliğini sağlamaktan uzak. Türklerle Kürtler, Sünnilerle Aleviler, laiklerle dindarlar arasındaki bölünmeler AKP iktidarının izlediği politikalar sonucunda giderek derinleşti. AKP iktidarından yana ve karşısında olanlar arasındaki, iktidarca körüklenen kutuplaşma ise gittikçe daha endişe verici bir hal almakta. Artık sorulması gereken bir soru şu: Dini (İslami) milliyetçi politikalarıyla AKP iktidarı altında Türkiye'nin resmi ideolojisinin hala Cumhuriyet'in "kurucu felsefesi," Kemalizm olduğu söylenebilir mi? Kemalist ideolojinin taşıyıcısı olan siyasi partide, CHP'de yeşeren farklı yorumlar da dikkate alındığında, "kurucu felsefe"nin iflas ettiğinden söz edileceği bir noktaya doğru mu gidiyoruz? Kemalizm, amaçlanmayan, istenmeyen sonuçlarının kurbanı mı oluyor?
Cumhuriyet'in 100. yılına yaklaşırken sorulmaya değer başka bir soru da şu: Eğer her kimlik ve inançtan Türkiye halkını birleştirerek bağımsızlık savaşını kazanan ve cumhuriyeti kuran önder kadro, bir yanda başta Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet Halk Fırkası (yani güçler birliğine inanan Kemalistler) ile öte yanda Kurtuluş Savaşı'nın (güçler ayrılığına inanan) başta Kazım Karabekir öteki önde gelen liderlerinin kurduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF) arasında bölünmese, TCF kapatılmayıp yaşamasına izin verilseydi acaba ne olurdu? TCF cumhuriyeti, çok – partili demokrasiyi, inanç özgürlüğü anlamında laikliği, ifade ve örgütlenme özgürlüğünü savunuyordu. İki parti Türkiye'nin bağımsızlığını özgürlükçü ve çoğulcu demokrasiyle, dini inançlara saygılı, gerçek anlamda laik bir rejimle güçlendirseydi bugün CHP'de dahi hala "cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırma" ihtiyacından söz edilir miydi? Bu sonuncu soru, elbette ki, cevabı hiç bir zaman verilemeyecek, ama üzerinde düşünülmeye değer bir soru.