Kendimize bakıp çıkacaktık
İşte orada kendinizi çekeceksiniz. “Bu da işte,” diyeceksiniz, “Wozni… neydi ya hatunun adı?.. Gitmiştik… o gün.”
08.05.2018
Hayır, mahkemede gizli tanığın çıkıp, Belçika’da bir kilisede “her hafta”, “üzerinde haç işareti olan PKK bayraklı pasta” kesildiğini ileri sürmesinden bahsetmiyorum. 2016 Aralık’ından beri tutuklu bulunan Amerikalı rahip Andrew Craig Brunson’ın yargılandığı davanın duruşmasında gizli tanık “Serhat” söyledi bunu. Öyle yapıyorlarmış. PKK bayraklı pasta yaptırıp üzerine haç koydurup kesip yiyorlarmış. Belçika’da. Kilisede. Burada da insanları evlendiriyorlarmış. Yine kilisede. Gizli tanığa göre ABD’li rahip “Ortadoğu’nun en önemli papazı olmaya aday”mış. “PKK misyonerliğiyle görevli olduğu için”. Ama daha çok, üç ayrı hedefi birden gözeterek çok boyutlu faaliyetler gösterdiği için olmalı. Zira gizli tanığa göre Brunson, Kürtlerin Hıristiyan olması için, Kürdistan kurulması için ve Türkiye, İran, Irak ve Suriye’yi Hıristiyan yapmak için çalışıyordu. Gizli tanık, bunları sayıp dökerken, “Hani,” diye haykırıyordu, “İncil’de barış ve sevgi vardı?”
Duruşma sonunda mahkeme heyeti, Brunson’ın tutukluluğunun devamına karar verdi. Yani gizli tanığın hezeyanlarını ciddîye alınabilir gördü.
Fakat hayır, yazımın başlığının gizli tanık “Serhat”ın anlattıklarıyla da, bu sonuçla da alâkası yok. Dönüp yukarıdaki fotoğrafa bir göz atın lütfen. Attıysanız da bir daha bakıverin.
Fotoğraf, “TEB BNP Paribas İstanbul Cup” tenis turnuvasının afişinden. Şöyle yazılı yanında: “Dünya 2 numarası Caroline Wozniacki, TEB BNP Paribas İstanbul Cup’ta korta çıkıyor. Sen de gel, heyecan dolu anları kaçırma.”
“Gözyaşlarınızı tutamayacaksınız” televizyonculuğunun kardeşi olan bu tip reklamcılığa gıcık olmak herkes için insanlık görevi sayılmalı. Akşama “duygu dolu dakikalar” yaşanacağını bize sabahtan taahhüt edenler, Wozniacki kortta boy gösterir göstermez ardarda akacak anların heyecan dolu olacağını da şüphesiz garantileyebilirler. Bu kısma takılmayalım, geçelim.
Belli ki çağrıya uyup heyecan dolu anları kaçırmamak için turnuva mekânına gelmiş bulunan şu yukarıdaki beş genç insan ne yapmaktadır? Hayattaki gaye ve vasıtaları nedir, maksatları nedir? Durumları nedir?
Tenisçi Wozniacki heyecan dolu anlardan bir yenisinin içerisinde veyahut hemen eşiğinde; bunu görüyoruz. Tabiî raketi büyük saçmalık beşlisinin yere paralel zafer işareti yapan mensubunun uzattığı telefondan kurtarabilirse. Bu genç hanım neden bu kadar sevinçli? Wozniacki’nin anları heyecanla doldurduğu alanda bulunduğu için mi? Kendisi tenisçiye bakmıyor bile. Acaba çağrıyı nasıl anlamış?
Doğrudan Wozniacki’nin önüne telefonuyla set çeken ölçülü hipster kardeşimiz de benzer bir sevinç yaşamakta. Acaba neden? “Uzattım telefonu, ‘dünya 2 numarası’na adım attırmadım” mı diyecek? “Ondan bir adım gerideyim ama başım onunkinin bir buçuk katı” diye mi seviniyor? Fakat buna niye sevinsin, di mi? Belki tenisçinin önüne uzattığı telefonun açısıyla oynayıp, öbür taraftaki yatay zafer işaretli kadını çekiyor, insta’dan paylaşıp sürpriz yapacak. Mâkûl hipster’ın hemen üzerinde mâkûl selfie’ci bir genç kadın daha var. Tenis kortu tribününde, AVM önünde ya da Doğu Ekspresi’nde bulunması bir şeyi değiştirmeyecek. Konusu sadece kendisi. Şu ana kadar bahsettiğim öbürleri gibi.
Wozniacki’nin yanlışlıkla raketi kafasına geçirmesi ihtimali bulunan bir genç adam, selfie çubuğunu bizden -tenisçiden ve tenisten- uzağa doğru uzatmış. Tenisçiye ve oyuna da sırtını dönmüş. Öyle bir dönüş ki, çağrıya, reklama bile sırt çevrilmiş. Selfie’nin çekildiği telefonun ekranında sadece bir ışıklı yüzey. Selfie çekerken insan ekranında kendini ışıltılı bir cisim olarak mı görüyor? Herhalde herkese nasip olmuyor bu kadarı. Zira genç adamın yanıbaşında, geriye doğru tek adım atsa Wozniacki’nin yere kapaklanmasına yolaçabilecek bir genç kadın var, o da -çubuksuz- selfie çekiyor ve onun ekranında ışıltı yok. Zayıf bir ışık oyunu var sadece. Ama sahibini oyalamaya yetiyor. Bu genç kadın da, “heyecan dolu anlar”a arkasını dönmüş, tenisçiden alacağını bir “pock!” sesiyle sınırlamış.
Şimdi soru şu: Bu beş genç insan orada ne arıyor? Tenisçinin etrafında?
Şöyle bir cevapla yetinelim: Oradalar çünkü reklamcı onları oraya koymuş.
Muhatabımız değişti. Reklamcının sorgusundayız. Ne yapıyorsun kardeşim sen allahaşkına? İnsanları nereye çağırıyorsun? Gelin, kortta ünlüler olacak, ünlü ünlü tenisçilerin bulunduğu yerde kendinizle meşgul olabileceksiniz. Maçı, Wozniacki’yi filan seyretmeniz gerekmiyor. Kadın ünlü mü? Ünlü. “Dünya 2 numarası”, daha nasıl ünlü olsun? Siz de “dünya 2 numarası”nın bulunduğu yere gelecek misiniz? Aynen! İşte orada kendinizi çekeceksiniz. “Bu da işte,” diyeceksiniz, “Wozni… neydi ya hatunun adı?.. Gitmiştik… o gün.” Reklamcı sizi buna çağırıyor. Aynen.
Selfie müessesesi dünya çapında hak ettiği ilgiyi görmese de, selfie tutkusunun yeni bir insan türünün evrimine tekabül edip etmediği, bireylerin bu kadar kendileriyle, salt kendileriyle meşgûl hale gelmesinin her türlü distopyaya elverişli zemin hazırlayıp hazırlamadığı iyi kötü ele alınmaya, bu konularda tezler üretilmeye, fikirler geliştirilmeye başlandı. Kamusal, toplumsal ne varsa imha edilmesi, bugünün görünür distopya hattı için elzem. Bunların yerini, aynı yöne paralel yürütülen ama her biri yolunu kendinin çizdiğini sanan bireylerin, istendiği anda dağıtılabilir kalabalığı almalı. Sopayla değil, diyelim selfie çubuğuyla…
İşin bütün sosyolojik boyutuna ve dallarına budaklarına rağmen, dönüp dolaşıp aynı yere takılıyorum: Selfie çekmek için mi dünyanın parasını verip oraya gideceğiz? Sahada -hiç bakmadığımız- “dünya 2 numarası” varken çekilmiş selfie’mizi paylaşmak mı olayımız?
Diyeceksiniz ki: ne var bunda? Çünkü insanlığın bir bölümü artık zaten böyle yaşıyor. O fotoğraf çekilip paylaşılmayacaksa orada olmanın anlamı ne? Bu soruyu samimiyetle soracak genç insan sayısının çok ama çok yüksek olduğunu düşünüyorum. Yıllar önce, cep telefonuyla fotoğraf çekme imkânının henüz doğduğu zamanlarda, hangisiydi unuttum, bir Alman dergisi, genç gruplarının diskolardaki davranışında gözlediği değişimi konu almıştı. Oturuluyor, içilip gülüşülüyor, pek fazla dans edilmiyor, sonra birden piste fırlanıyor, gösterişli danslar veya hep beraber yapılan komiklikler için sanki o an beklenmiş gibi, pozlar takınılıp ardarda fotoğraflar çekiliyor, işlem tamamlanınca pistte çok da kalınmıyordu. Dergi yazarı, çok kısa süre öncesine kadar diskolarda, kulüplerde fotoğraf çekilmesinin nasıl tabu olduğunu hatırlatıyor, “Galiba,” diyordu, “artık piste dans için değil, yalnız o fotoğraf çekilebilsin diye çıkılıyor. Zaten dans da, edildiğinde, o fotoğraf çekilebilsin diye ediliyor.”
Bu tesbitler ne kadar eskimiş duruyor! Çünkü geldik derin mânâsızlık çağına. “Dünya 2 numarası”na diyoruz ki: Bizim buraya gel, turnuvada oyna, gençlerimiz gelip selfie çekecek. Yok. Böyle demiyoruz. Çok para veriyoruz. Veriyorlar.
Yine de, dünyaca ünlü tenisçinin etrafında toplaşmış, onun varlığını dahi umursamayan selfie beşlisi mizansenini eskimiş bulmuyorum, bir üst basamak sayıyorum. Şimdi fotoğrafa tekrar bakarken şu basit soruları soralım kendimize: Burada bizi neye çağırıyorlar? Bize ne vaat ediyorlar? Biz nasıl insanlar olmalıyız ki, şu mizanseni canlandırmamızı istiyorlar? Dolayısıyla: bunlar nasıl insanlar?
Sıkma kendini, Wozniacki, kimse bakmıyor.