Kimlik çıkmazında “duruş” halinde
CHP “karşı mahalle”ye seslenmekten ne anlar? Seslenecek de ne diyecek? Tezcan tarzı siyasetçiler bunu becerebilir mi?
03.07.2018
Hayatın, mecburen içine düşüp, sıkışıp nefessiz kaldığımız günlük politikaya tıkıştırılamayacağını hatırlatan yazısında Orhan Koçak, “bu ülkede,” diyor, “bu dilde hâlâ bir gazete sütunu olarak ‘dil yazıları’ yazılıyor, başka yerde yok! Rusya’da yok, Polonya veya Yunanistan’da yok, Hindistan’da zaten olamaz, ABD’de bile artık yok (son yirmi küsur yıldır)! Dilci şunu düşünmek zorunda değil midir: niçin oluyor bu? Cahil çocuklara dilbilgisi öğretmenin ötesinde, Necmiye Alpay gibi bir eleştirmenin, Atilla Aşut gibi bir şairin hâlâ süreğen bir çaba olarak ‘dil yazısı’ yazıyor olmasının sebebi ya da koşulları nedir?”
‘Hâlâ niye dil yazısı yazmakla uğraşıyoruz?’ sorusunun cevabı hiç karmaşık değil: hayatı -dili- mecburen içine düşüp, sıkışıp nefessiz kaldığımız günlük politikaya tıkıştırdığımız için. Üstelik mesele göründüğünden ağır: Politika derken biz başka bir şey kastediyoruz.
Başkaları politika kavramından, tanımlanmış birtakım hedeflere varmak için bulunan, tutulan yollar, bu yollarda başarıyla ilerleyebilmek için oluşturulan örgütlenme tarzları, beraber yürünecek kalabalığı veya destekçi kitleyi genişletmek için benimsenen söylemler, sloganlar, çağrı mekanizmaları vs.’den oluşan bir faaliyeti anlıyor. Bizim içinse politika kimlik bildiriminden ibaret. İçeriği: “ben şuyum, şunu seviyorum, bunu sevmiyorum, şunu istiyorum, bunu istemiyorum”. 1980’lerden sonra, nihayet, “tavır” kelimesi yerine “duruş”u geçirerek kendi politika kavramımıza uygun tabiri kullanmaya başladık.
24 Haziran seçimlerine gelinirken, nasıl olduysa, politikadan anladığımız şeyden şüphelenmeye başladık. Seçim şüpheyi büyüttü. Politika, yoksa, birilerine bir şey anlatmak, onların görüş ve davranışlarını değiştirmeye çalışmak, kendi nihaî ve ara hedeflerimize desteği genişletmek, gönülleri, zihinleri kazanmak gibi bir uğraş mıydı?..
Evet, öyleydi. Halen de öyledir.
Sağcılık ve solculuğun “derin” tanımı
Hele herhangi bir şekilde toplumsal zihniyet ve ilişkilerde değişiklikler yaratmayı amaçlayan, reformcu, devrimci, yenilikçi, ilerici, özgürlükçü, alternatif vs. siyasî hareketler için politika, doğrudan doğruya, dönüştürücü bir faaliyettir. Aksi düşünülemez.
Bizzat politikanın tanımına dair bir başka derin kök şurada: İnsanların doğuştan sahip oldukları özellikleri üzerine politika bina etmek sağcılıktır; insanların özgür iradeleriyle seçtikleri görüş ve hedeflerle davranmasının sağlıklı, insanca olduğuna inanmak ve her şeyden önce, toplumsal hedeflere doğru ilerlenecek yolda bizzat ilerleyeceklerden bireysel dönüşümler beklemek, solculuktur. Sosyalizmin geleceği kuracak “işçi”si, üretim bandında zihni ve insanî yetileri köreltilen işçi değil, köreltildiğinin farkına varmış, bundan kurtulmaya çalışan işçidir.
Türkiye’de bütün bunlardan muafız. Sağcıysak doğuştan, solcuysak belirli bir kayıt-kabul tarihinden itibaren “duruş”umuzla doğru olduğumuza inanan insanlarız. (Böyle olduğunu “düşünen” diyemiyorum, çünkü düşününce bunun böyle olmadığını görebilenlerimiz yok değil.) Biz doğruyuz. Solcuysak, mekanizma şöyle işliyor: Durduğumuz yer, baktığımız yer, tarif ettiğimiz, gösterdiğimiz hedef, söylemimiz, çağırma tarzımız, hepsi doğru. Tek sorun, birileri bunları bir türlü anlamıyor, kıymetimizi bilmiyor, çağırdığımız yere gelmiyor. Sağcıysak, işimiz daha kolay. Hemen hiçbir şey yapmamız gerekmiyor. Müslümanız, dolayısıyla dünya bizim için yaratılmış ve sonunda bizim olmalı, herkese tahakküm etmeye, dünyevî iktidar hırslarını cennete ulaşma çabasına tahvil etmeye, kitaba uydurduğumuz sürece her şeyi yapmaya hakkımız var. Türk’sek, cihan hakimiyeti mefkûremiz var, ya Allah bizi seçti ya da “kanımız” bizi dünyaya hükmetmeye zorluyor. Veya birşeylerin “bekçisi”yiz, değiştirmesinler!
Bugün Türkiye toplumunu hemen hemen ortasından ikiye bölen ayrımın niteliği nedir? Hangi sıfatı kullanmalıyız bunu tanımlarken? Siyasî? Haydi canım!.. İnsanların, diyelim oy verirken dikkate alması beklenen konuların başında ekonomi gelmez mi? Geçim sıkıntısı, işsizlik vs.. Oysa bu konularda bile siyasî tepki veya tercihlerle davranıldığı şüpheli. Habertürk’ten Kübra Par, Yılmaz Esmer’e sormuş, siyaset bilimci profesör, “Soğan üç lira değil de beş lira olsa bile seçmen oyunu değiştirmez,” demiş. “Aslında biz seçim yapmaktan ziyade, ‘Hangi kimlikte kaç kişi var?’ diye sayım yapıyoruz. Kimlikler üzerinden oy verildiği zaman, o kemikleşmiş oylar, ‘Falanca şunu söyledi, filanca emeklilere şu kadar ilave vereceğini söyledi’ diyerek değişmiyor. Bu kimlikler öyle akşamdan sabaha terk edilmiyor. (…) soğan-patates fiyatları nereye giderse gitsin; o katılaşmış, kemikleşmiş kimlikler değişmiyor.”
CHP ve “karşı mahalle”
“Değiştirme” lafı geçince hemen -ters yoldan- akla gelen “siyasî” figürlerden biri, şüphesiz, CHP Sözcüsü Bülent Tezcan. Bırakın parti olarak değiştirici bir siyasî faaliyet yürütmeyi, parti binasında sehpa yerinden oynatılsa derhal koşup onu “yerine” ittiği izlenimini veren bu siyasetçi, “Oy aldığımız ‘bizim mahalle’yi hedef alan, ‘bizim mahalle’ye hitap eden dili terk edeceğiz,” dedi birkaç gün önce. “Sadece kendi mahallemize seslenerek, onlardan oy isteyerek, birbirimizi gaza getiren bir çalışma üslubu yerine; ‘karşı mahalle’den oy isteyen, onlara hitap eden ve partimize oy vermeyen seçmene hitap edecek bir dil ve çalışma yöntemini benimseyeceğiz.”
CHP “karşı mahalle”ye seslenmekten ne anlar? Seslenecek de ne diyecek? Tezcan tarzı siyasetçiler bunu becerebilir mi? Bunlar elbette ilk anda sorulması gereken sorular.
Ancak gördük ki, sözkonusu “mahalle”, böyle sorulara yönelmedi dahi. “CHP yerinden kıpırdamasın, rüzgârda saçının teli oynamasın”cı cenahtan bile gelse, “karşı mahalle”ye seslenme niyeti hem düpedüz kötü niyet hem de bir nevi “satış” girişimi olarak damgalandı. Karşıya seslenme fikri, “duruş”tan taviz verme olarak algılandı, böyle tasvir ve telin edildi. Nâçizâne, Tezcan’ın söylediklerini işitince hissiyatımı, “bak şimdi o mahalle sana ne yapacak!” diye dile getirmiştim.
Belki de onlar gelir kurtarır…
Oysa “karşı”da değişmeye hiç niyeti olmayan, desteği ve oyuyla Tezcan’ın “bizim mahalle” diye tasvir ettiği topluluğun hiç istemediği siyasî sonuçlara yolaçan bir kalabalığın bulunduğunu herhalde kimse tartışma konusu edemez. Evet, hem kalabalık hem de daha kalabalık. Ve o kalabalık orada o “duruş” halindeyken bu mahallenin istediği -tabiî ne kadarının sahiden istediği ve bundan ne anladığı ayrı mevzu- çoğulculuk ve özgürlük ortamı nasıl temin edilecek? Şüphesiz oraya seslenilecek, kalabalığın en azından bir kısmını ikna etmeye, kazanmaya çalışılacak. Seçim de yapacaksanız bu böyle, hedefiniz devrimse de böyle. Eğer halk iradesine dayalı, kitlesel, demokratik çözümler peşindeyseniz başka “gidiş yolu” yok. Tabiî birileri bir tür yeni zamanlar darbeciliğini, eskisinin hurdasından imal ederek yeni teknoloji sûretinde karşımıza çıkarmaya kalkabilir; burası Türkiye. Lâkin demokratik olmayan gidiş yollarından da, işte, geline geline, bugünkü gibi, demokrasiyi, çoğulculuğu bilmemiş, öğrenmemiş, bunlarla tanışan kesimi de bunları sindirememiş toplum yapılarına, yerleşik, çok-yönlü hukuk tanımazlık geleneğinin kurduğu meşruiyet zemininde kaba kuvvetle iş gören zorbaca iktidar yapılarına geliniyor.
Niye hâlâ “dil yazıları” yazılıyor? Bunu soruyor Orhan Koçak. Çünkü dille bu kadar oynandı, ama aslında bir “dil tartışması” yapılmadı. Çünkü biz tartışamayız. Tartışabilmek için birbirimizin söylediklerini dinlememiz, birbirimize birşeyler söyleyebilmemiz lazımdı. Tartışmış olsak, belki halletmiş de olurduk. Derinleştirici, genişletici çabalar sürerdi belki sadece. Bir toplumun yazar-çizerleri, hangi dili kullanacağız diye birbirini yemez, seçtikleri kelimeler bireyler için kimlik bildirimi aracı yerine geçmezdi. Bu devirde ikbal gören, parlak takımlı, kayık pabuçlu mühimadam mukallitlerinin özellikle duyurma gayretiyle nasıl bazı kelimelerin üzerine basarak yükselmeye çalıştıklarına bakın!
Yine kimlik!
Sizi doğuştan sahip olduğunuz kimliğin herkesinkinden makbûl olduğuna inandırmaya çalışan, çünkü bu sayede çıkar sağlayacak olanlar, ırkçılar, din istismarcıları, en korkunç insanlardır. Peki ya sonradan seçildiği halde doğuştan sahip olunanlarla neredeyse aynı muameleyi gören kimlikleri yüksek sesle ilan etmeyi politika yerine geçirene ne demeli? Üstelik bu kimlikçi, aynı esnada, kendi gibi olmayan birilerinin kendisinin tarif ettiği muhayyel değişime katılmasını da bekliyor!
Ya da belki uzaylılar gelip bu işi hale yola koyabilirdi, ama işin kötüsü, sözkonusu yazıda Orhan Koçak, karşılıklı “dil”ler öğrenilse de “söz”lerin sorun yaratacağını, Marslılar ve Jüpiterlilerin fazla şansı olamayacağını ortaya koymuş.