Kırım Savaşı, Parislilerin sıçanları yediği 1870 Kuşatması ve 2. Savaş  sonrası Fransa 

Sofrada Kırım Savaşı sohbeti yapanların Erzincanlı Sadık’tan ve şehirlerden toplanıp cepheye gönderilen sivillerden -doğal olarak- haberleri yoktu. Ben bu habersizliği mesele etmeye çalışıyorum

İLHAMİ ALGÖR

18.01.2025

Seneler romanı, eski kuşak misafirler ve ev sakinlerinin sofra muhabbetlerinden bir detay veriyor: “Henüz kendilerinin de olmadığı zamanlara, Kırım Savaşı’na, Parislilerin sıçanları yediği 1870 Kuşatması’na uzanırlardı.” 

Bu cümle bana Kırım Savaşı ve Paris 1870 olarak değiyor. Sadece Kırım bahsini kısa ve hızlı anlatmaya çalışacağım. Bunu, uzak ve ilintisiz görünen toplumların, kültürlerin sanıldığı kadar uzak ve ilintisiz olmadığını düşündüğüm için yapacağım. Yeryüzü hakikatlerinin ulusal denilen sınırlılıkla aktarılmasını ve algılanmasını kıran bir örnek olduğu için yapacağım. Bu gezegendeki hayatların birbirlerine bir ağ dokusu ile bağlı veya ilintili olduğuna inandığım için yapacağım.

Kırım Savaşı, 1853-1856 tarihleri arasındaki Osmanlı-Rus savaşıdır. Birleşik Krallık, Fransa ve Piyemonte-Sardinya, Rusya’yı Avrupa ve Akdeniz dışında tutabilmek için Osmanlı tarafında savaşa girdiler. 

Osmanlı idaresi Kırım cephesi için halktan asker toplamaya başladı. Mesela Erzincan şehrinde cirit denilen atlı gösterileri seyretmeye gelmiş insanlar arasından 400 sivili oldu bitti ile asker yazıp Kırım’a sevkettiler. Yolda başka şehirlerden toplanmış siviller de kafileye katıldı. Giderek kalabalıklaşarak kuzeye doğru yollara döküldüler.

Sevkedilenlerin arasında Erzincan’ın Surbahan (Surp Vahan/Ohannes) köyünden Sadık (1840-1910) adlı biri vardı. Bu köy o zamanlar Ermeni mezresi idi. Ermeniler ve Dersim/Ovacık’tan Erzincan’a göçmüş Dersimliler bir arada yaşıyorlardı. O zamanlardan kalma birkaç mezar taşı, köy civarında halen duruyor. Rüzgâr ve zaman ile tozumuş, silinmişler. Bu köy annemin doğduğu (1929/1930) ve benim nüfus idaresi defterlerinde kayıtlı olduğum köy.

Sadık ve diğer toplananlar karayoluyla, iki ay boyunca yürüyerek Kırım’a gönderildiler. Kırım’a yaklaştıklarında Sadık, arkadaşı Alişer ile birlikte kaçtı. Geldikleri yollardan gece gündüz yürüyerek geri döndüler. Geri dönüşleri uzun hikâye, girmeyelim. 

Kırım konusunu Ernaux’un,“Henüz kendilerinin de olmadığı zamanlara, Kırım Savaşı’na, Parislilerin sıçanları yediği 1870 Kuşatması’na uzanırlardı.” cümlesi nedeniyle açtım. Sofrada Kırım Savaşı sohbeti yapanların Erzincanlı Sadık’tan ve şehirlerden toplanıp cepheye gönderilen sivillerden -doğal olarak- haberleri yoktu. Ben bu habersizliği mesele etmeye çalışıyorum. Yukarıdan aşağıya doğru yazılan tarih insanları Kırım cephesinde karşı karşıya getirir, savaştırır ve şu kadar ölü bu kadar yaralı olarak kayda geçer.  

Edebiyat, sözlü tarih çalışmaları, anı kitapları, aşağıdan yazılan tarih ise  yukarıdan tarihin sadece rakamlardan ibaret gördüğü insanı esas alır. Bu nedenle merak ediyorum acaba Rus edebiyatında Kırım Savaşı’na dair cümleler bulabilir miyim? Özellikle “çarpmışım savaşınıza” diyerek evine dönmeye çalışan sivillere dair hikâyeler bulabilir miyim? 

Fransa, 2. Savaş sonrası toparlanmaktadır

“Kurtuluş’un ardından gelen coşku ateşi sönmeye başlamıştı. Herkesin aklı fikri dışarı çıkmaktaydı, dışarıdaki dünya ânında tatmin edilecek arzularla doluydu. (…) Öyle ya da böyle ‘hayatta olduğumuza ve önümüzü görebildiğimize şükrederek’, bilmediğimiz şeylere el sürmeme tembihleri, karneyle verilen yağ, şeker, mideyi şişiren mısır ekmeği ve ısıtmayan kömür yakınmaları arasında sessiz sedasız büyüyorduk.”

Seneler’in bize bir, üç, beş yaş fotoğrafları ile takdim edilen küçük kızı artık okulludur. 

“İlk Gençlik bayramımızda, bembeyaz kıyafetlerle alkışlar arasında sokaklardan geçerek hipodromda son bulan resmi geçide katılacak, burada gökyüzünün altında, ıslak çimlerin üzerinde, hoparlörlerden yükselen müziğin eşliğinde, ihtişam ve yalnızlık duygusuyla ‘tören hareketleri’ni sergileyecektik. Nutuklarda geleceği temsil ettiğimiz söyleniyordu.”

Küçük ablam, liseliler için olan 19 mayıs gösterilerine katıldı. Ben ilkokul çocukları için olan 23 nisan törenlerine katıldım. Alıntıdaki “Nutuklarda geleceği temsil ettiğimiz söyleniyordu” cümlesi, hikâyeyi Fransa taşrasından alıyor, modernleşme denilen işleyiş ile tanışmış her toplum için geçerli kılıyor. 

Gençlik, parmakla istikamet gösteren bu nutukları bir süre dinledi sonra sıkıldı. Türkiye sinemasının 1940-50’li siyah beyaz yıllarında fabrikatörün veya varsıl ailenin oğlu, babası gibi ince düğüm bir kravat bağlar ve üç düğmeli ceket giyerdi. 60’ların sonlarında oğullar kravatlarını kalın düğüm bağladılar, gömlek yakalarını gevşettiler ve iki düğmeli ceketleri omuzlarındaydı. 

*

Seneler romanı, bayram yemekleri konusunu seviyor. Sık değiniyor. Sonsuzluğun simgesi gibi bir şey adeta bayram sofraları : “Bayram sofrası sohbetlerinde, yüzü gittikçe silinen bir isimden ibaret olacağız ve giderek eski devirlere ait, adsız sansız yığının içinde kayıplara karışacağız.”  

Ve bir süre daha gürültülü bayram yemekleri, savaş hikâyeleri, kökenler meselesinden söz ediyor: “Aile hikâyesi ile toplumsal hikâye tek bir bütün.” 

Çocuk kulaklarının kaydedici olarak tıkır tıkır çalıştığı şarkılı, türkülü sofra muhabbetleri hafıza oluşturma mekanları adeta. Sofrayı, şarkı da söylenebilen açık bir sohbet alanı olarak kullanmak ile, “bir an önce yiyelim, masayı toparlayalım, divan’a ya da koltuklara geçelim” tavırları arasında büyük fark var. 

Ve bu fark başka farkları besliyor olabilir. Galiba biz buna “kültürel fark” diyoruz. Ama dünyanın her yerinde “fark/farklı” kavramını kıran ve sofrada şarkı söyleyebilen birileri olduğuna inanıyorum. Fakat ne yazık ki “sofrada şarkı söyleyebilenler” başlıklı bir enternasyonal yok. 

*

Haftaya: Seneler, artık okuldan daha sık söz etmeye başlıyor.