Kitsch, klişe, koleksiyon
Death to 2020 (2020 Bit Artık) filmi, dehşet yılı 2020’ye kronolojik düzlemde ve çok sağlam örülmüş tematik zıplamalar eşliğinde bakıyor
08.01.2021
Zihin yazmaya şartlanmışsa, bilgisayar başına oturmadan ya da elde kâğıt-kalem not almadan da yazmaya başlıyorsun. Düşünceler birbiri peşi sıra akıyor, hayalî bir perdede o akışı izlerken buluyorsun kendini. Yine de bunları okunacak hâle getirmek kolay iş değil. O arada misal bir yemek pişirmeye, iki satır birileriyle konuşmaya ya da sadece uyumaya kalkışmışsan, gökten düşmüş bir gündeme daha uyanıveriyorsun. Kabûsun mu gerçeğin mi daha kötü bilemeyerek.
Böylece geçiveren haftaların sonrasında bir umut yazının başına oturdum. Yılbaşı dönemi yaklaşırken aklıma eskilerin şu simli kartpostalları düşmüştü. Hani, çirkin ya da zevksiz bulunan, sanat değeri olmayan kopya ürünler için kullanılan kitsch kavramıyla oynuyordum. O kartpostalları hatırlayan tek insan evlâdı da değildim üstelik. Ne de olsa belli tüketim ürünleri bir dönemin de temsili aynı zamanda. Eski güzel günler nostaljisini sevmem, geçerliliği yoktur pek zira. Özellikle de inkâr üzerine kurulu topraklarda sistematik kötülük her devrin hikâyesiyken. Yine de o ucuz, ziyadesiyle renkli, simi de eline yapışan kartpostallarda içimi ısıtan bir şeyler var. O sıcağın hatrına koyuluyorum yazı yoluna.
Noel geleneğinin olmadığı bir ülkede Arnavut kaldırımı yolları, bir şehir meydanı, bir pazar yeri görülürdü çoğunlukla o kartpostallarda. Tombul yanaklı, kırmızı bereli Noel Baba elbette ki başrollerdeydi. Çevresinde heyecanlı çocuklar, zıplayan Ren geyikleri, çuvallardan fırlamış hediye paketleri, karla kaplı çam ağaçları, bazen melekler… İçine ışınlanabileceğin bir sahneydi. Elbette mizansendi, yine de hayal kurdururdu işte.
O kartpostalları ve daha bir sürü şeyi toplardık çocukken. Bu koleksiyon merakı da bir dönemin hikâyesi. Elbette herkesin bağlandığı, hatta biriktirmekten hoşlandığı bir şeyler olur. Bu işi daha profesyonel düzeyde sanat eserleri ya da pahalı parçalarla yatırıma çevirenler ve aşkına bir ömür sadık kalanlar da çoktur. Yine de sanki koleksiyon yapmanın başlı başına moda olduğu, sonra yerini daha minimalist akımlara bıraktığı farklı zamanlar var. Benim çocukluğum işte bu koleksiyon çılgınlığına denk geldi. Anahtarlık mı istersin, çıkartma mı, pul mu, tırnak ya da silgi yardımıyla özenle düzleştirilen Çokomel kâğıtları mı ne ararsan her şey toplanırdı. Bugüne kadar peçete koleksiyonu yapmak neyin nesiydi hâlâ bilemem. Ama yaptık. Zamanla tıpkı insanlar gibi koleksiyonlar da dağıldı. Belki yerini başka zevkler aldı. Ama bu kartpostallar ve Çokomel kâğıtları zamana direndi. Taşınılan evlerin unutulmuş bir köşesinden karşıma çıkmaya devam etti.
Kitsch doğası gereği yapaydır hatta sahtedir. Gel gelelim benim o kartpostallara ve yaldızlı kâğıtlara yüklediğim anlam bir o kadar sahiciydi. Orası benim sığınağım, kaçak alanımdı. Bir anlamda özgürlüğümdü, ışıltımdı. Hafıza kitsch-orijinal diye bir ayrıma gitmiyor. Duyguna bakıyor. Duygun sahiciyse, bağı kurup kaydediyor. Bir ömür boyu kim bilir hangi şehrin yine kitsch ötesi kitsch hatıra eşyalarına bağlanıyor, kendine küçük totem köşeler kuruyorsun. Anlamı kendinden menkul mihraplar.
Mizah devreye girerse
Baskı işinde kullanılmak üzere üretilmiş kabartma, oyma resim ya da yazının metal kalıbına verilen ismiyle klişe, insanlar arası ilişkiler söz konusu olduğunda basmakalıp söz ve görüşler anlamına bürünüyor. Reklam dilinde, dizi repliklerinde, ağızdan gelişi güzel çıkan sığ günlük hayat diyaloglarında, cevabı beklenmeyen sorularda hep klişenin izi var. Yine de bir klişe yeni bir bağlam içerisine ironisini kuşanarak yerleştiğinde dünyanın en güçlü, en etkili ve en sahici sözüne dönüşebiliyor. Çünkü kendisiyle dalga geçebilen bir insanın ifade edemeyeceği bir hakikat yok. Sorun ne kitschte ne de klişede. Asıl mesele onları hangi niyetle ne için nasıl kullandığınızda. Yıllanmış bir aşk şarkısından, sabun köpüğü bir film repliğinden alıntı yapsanız da, kopya bir ürüne bağlansanız da, günün sonunda ürettiğiniz bir anlam, kattığınız bir yaratıcılık varsa unutulmaz ve bir o kadar da kişisel bir kolaj ortaya çıkarabilirsiniz. Ve bir kartpostala ağlarken de dile pelesenk bir nakarat kalıbını söylerken de hiç olmadığı kadar kendinizsiniz.
Faşizmin tehlikeli oyuncakları
Buraya kadarı kitsch ve klişenin masum kısmı. Ayın karanlık yüzündeyse faşizmin onları işlevsel bulma ve kendi vazgeçilmez araçları kılma hevesi var. İkili ya da çoklu kutuplu bir düzene ve kitle gücüne ihtiyaç duyan faşizm için acı gerçekleri masalsı yalanlarla örten, basmakalıp ve sahte kimlikler yaratan kitschlerle, klişe sloganlar, propaganda ve retorikten daha elverişli bir yöntem yok. Üç boyutlu, biricik bir insandan ziyade etnik, dinî ya da başka bir farklı yönüne, teninin rengine, cinsiyet kimliğine, cinsel yönelimine indirgenirsin. Orada da sanki toplu, homojen bir temsil varmışçasına erk seni çoğunluğun görmeyi tercih ettiği format diye lanse ettiği bir mengene içerisinde sunar. Kimi zaman kullanışlı bir bağlamda varlığın şirinleştirilir ve bir biblo sıfatıyla “hoşgörülür”. Çoğu zamansa klişe baloncuklarla terörist ilan edilirsin. Eşit vatandaşı olmak için çıktığın yolda bir vatanın haini kabul edilirsin.
Faşizm kitlelerini uyuşturmayı sever, lanetli ninnilerle uyutmayı. Peki, insan kendine bunu niye eder? Kendini bile bile niye kandırır? Göz göre göre kaç kez nasıl aldatır? Hep düşünürüm bunu. İhtimal ki bunun bir sebebi de özne olmanın, özgürleştirici olduğu kadar omza ve kalbe sorumluluk yükleyici olması. Bilmek ve ona göre eylemek, bir ömürlük mesai. Her ânı ayrı sınav, her gecesi ayrı bir yüzleşme.
Bu soruları bolca sorduran ve karantinanın uğultulu sessizliğinde o zor yanıtları aratan bir yıl oldu 2020. Black Mirror ekibi, kendi distopik kurgularını mumla aratan bu yıla dair belgesel formatında bir işe koyulunca, ortaya kitsch ve klişelerin kara mizah podyumunda gururla salınacağı bir yapıt çıkacağı belliydi. Hem yaşadığımız yılın kendisinden hem de ekibin birikimden belliydi hem de. Müziğinden dramatik kurgusuna bizatihi belgesel formatıyla da dalgasını geçen Death to 2020 (2020 Bit Artık) filmi, dehşet yılı 2020’ye kronolojik düzlemde ve çok sağlam örülmüş tematik zıplamalar eşliğinde bakıyor. Karantinada kendisine arkadaşlık etsin diye çoklu kişilik bozukluğundan medet uman katatonik kadın, yüzüne yapışmış gülümseyişiyle tüy ürperten, varlıklı örtük/açık ırkçı kadın, esnaf kan ağlarken para kıran Z kuşağı youtuber, cehennemin ortasında sadece kendi kurtuluşuna yatırım yapan CEO, kafayı kırmış psikolog, beyaz anlatının şahı bir tarihçi, anlattıklarına kendi yabancılaşmış bir muhabir, bir sonraki cümlesiyle önceden söylediği her şeyi boşa düşüren bir basın sözcüsü; hepsi de kitsch ve klişe eşliğinde gerçeğin en berrak halini gözümüzün önüne seriyor. Tam da bu tipolojiler eşliğinde aktı hayat, biliyoruz. Çoğunu bire bir tanıyoruz. Gülerken güldüğümüz şeyin acılığına yanıyoruz.
Yazık ki Senato baskınını dahil edememişler belgesele. Kim bilebilirdi ki zaten takvim 2021’e döndüğünde şu meşhur 2020 yılının adeta bise çağrılan şarkıcı gibi sahneye döneceğini… Ya da 2021 “Asıl beni bekleyin beni canlarım” diyor. Ninelerimiz de bizi bir vakit “Gelen gideni aratır” diye uyarmamış mıydı?
Neler görmedi ki bu gözler: En kitsch tarihi filmlerden fırlamış gibi bir takım figürler temsilcilerin odasına dalmış, ayaklar masada, “Burası benim” edasında. Konfederasyon bayraklarıyla Trump’ın o gün kaybettiği kesinleşen Georgia eyaletini temsilen sallanan Gürcistan bayrakları yan yana. Adamın birinin üzerinde sanki yaz kampı reklamı yaparmışçasına, Holokost’un en acılı merkezlerinden Auschwitz toplama kampına gönderme yapan Camp Ausschwitz kazağı. Bir diğerinin üzerindeki mesaj daha da net: 6 MWE… Nazilerin katlettiği Yahudilere atfen “6 Million Wasn’t Enough” (6 Milyon Yetmez). Trump’ın önce sevgilerini gönderdiği bu “organize kıtalar klişesi” de fena hâlde tanıdık.
Bunlar onun deyişiyle “Gururlu Çocuklar”. Biz “öfkeli gençler”, “toplumsal hassasiyet”, “taşkınlık”, “müdahale” gibi nice versiyonlarını da biliriz.
İnkâr politikası devamlılık adına sürekli işbirliğine muhtaç. O nedenle her koldan katkıyla yalan zamanla katmanlaşıyor, kendi içinde öldürücü bir habitata dönüşüyor. Her şey yalana dönüştüğündeyse gerçeği bulmak için iç sesine sığınıyor önce insan. Adından başlayarak doğru bildiklerini hatırlamaya. Sonra da bu uğurda doğru ve kaçınılmaz gördüğünü yapmaya.
İşte ezberin bozulduğu yer tam burası. Boğaziçi Üniversitesi’ne tepeden inme rektör atanmaya çalışıldığında başta bugünün öğrencileri olmak üzere her kuşak kendi gerçeğini haykırmaya girişti. Çünkü bunu yapmazsan bugününü de elinden alıyorlar. Öznesi ve tanığı olduğun bir şimdiki zaman çarpıtılıyor. O yüzden polisler eşliğinde geldiği üniversitede bir rektör kendisini yuhalayanlara el sallayıp çay içerken ve gençlerle dil tutturma klişesi adına Metallica dinlediğini söylerken, gençler grubun şarkılarını evir çevire unutulmaz direniş sloganları yaratıyor. Ve bu mücadelenin ortasında gökkuşağı bayrağının orada ne işi olduğunu soranlara twitterdan verilen yanıt bir klişeyi daha alaşağı ediyor: “Zannediyorlar ki bir ‘LGBTİ+ grubu’ var çağrıldıkları yere gidiyorlar ağıtçı kadınlar misali. O bayrağın ve insanların üniversiteye ait olduğunu zaten hep orada olduklarını, öğrenci, akademisyen, işçi, doktor, öğretmen, sanatçı olarak her yerde olduğumuzu asla idrak edemiyorlar.”
Direndiğin şey günün sonunda ömrünün hikâyesi oluyor. Anı koleksiyonuna sahip çıkmak, onu tahrifattan korumak için ses veriyorsun. Kitschin ve klişenin özgürleştirenine sarılıyorsun. Edebiyatın kurgusuyla yarışan şu absürt hayatta anlam kaybolmasın diye.
Sonrası çaresizce uykuyu bulmaya çalıştığın eski bir gece. Aynanın karşısında kendine günaydın dediğin yeni bir gün. Hâlâ ajanda satılan bir dünyada sabah ola hayrola.