‘Kıyamet yaklaşıyor’ duygusu

Dünyada akıl-mantık aleyhine, eşitlik-çoğulculuk aleyhine ne varsa güçleniyor: dinî bağnazlık, ırkçılık, milliyetçilik

ÜMİT KIVANÇ

19.03.2019

Avusturalyalı bir faşist Yeni Zelanda’nın Christchurch şehrinde iki camiyi basıp kırk dokuz insanı öldürmeden birkaç gün evvel, Le Monde’da Fransız tarihçi Pierre Nora’nın bir yazısı yayımlandı. Christchurch katliamının yaşandığı 15 Mart günü dünyanın pek çok yerinde pek çok insan aynı duyguyu yaşadı: Bu, birşeylerin fena halde değiştiği bir gündü; kanlı bir kara örtü, bildiğimiz dünyanın ve hayatın üzerine kapanmak üzere yeryüzüne yaklaşıyor, her yeri karartıyordu. Azıcık genelleme ve abartmayla, sözkonusu duyguyu “kıyamete yaklaşma” diye de tarif edebiliriz. Pierre Nora’nın yazısında, en beklenmedik yerdeki korkunç katliamdan habersiz ve doğal olarak onu hiç hesaba katmaksızın, “içimizdeki kıyamet sezgisi”nden sözediliyordu. Kıyamete yaklaşıyor olduğumuza dair his artık çoğumuza yabancı değil ve, Nora’ya göre, bunun basbayağı elle tutulur sebepleri var.

Fransız tarihçi, son otuz-kırk yıldır insanlığın yaşadığı “hadiseler dizisi”nin çok büyük altüst oluşlar yaratacak nitelikte olduğuna dikkat çekiyor: Alt tarafı bir insan ömrü kadar süre içinde dünya nüfusu 2,5 milyardan 7,7 milyara çıktı. İnsanı “doğanın efendisi” mertebesine yükselten büyük dinler ve Aydınlanma düşüncesinin hiç hesaba katmadığı şey oldu ve insan doğayı neredeyse imha etti. Ne tuhaf, ne iç burkucu ve aynı zamanda ne hoş ki, korkunç katliamla aynı gün, dünyanın yüzlerce şehrinde çocuklar okullarını boykot edip sokakları, meydanları doldurdular. Amaç, yaklaşan iklim felaketine karşı sorumluları, “büyükleri” nihayet harekete geçirebilmekti. İklim felaketi sahiden de somut bir gerçek ve beklendiğinden çok daha hızlı yaklaşıyor.

İnsanlığın bizzat yarattığı global sorunlarla baş edebilmesinin yegâne yolunun siyasetten geçtiğini gözönüne alan Nora, burada gidişatın her şeyi daha ağırlaştıracak bir hat üzerinde ilerlediğini hatırlatıyor. “Batı, dünyanın yönetimini kaybediyor” derken sözettiği, bir bölgesel veya ırksal üstünlük meselesi değil. Demokratik değerlerin eriyişi, “demokratik sistemlerin tükenişi” ve Nora’nın “istilacı hortlak” olarak nitelediği popülizmin etrafı kaplamaya başlaması. Barındırdığı bütün sömürü ve eşitsizlik mekanizmasına rağmen global belalarla topluca mücadele etmeye elverecek bir örgütlü toplum oluşturmayı mümkün kılan “sanayi uygarlığı”, yerini, henüz hangi iradelerin özneleri sayılacağı ve nasıl düzenleneceği belirsiz bir yeni, dijital ekonomiye bırakıyor.
 
Akıl-mantık aleyhine
 
Pierre Nora “otuz yıl önce kimsenin aklına gelmeyen İslâm’ın güç artışı”na işaret ediyor, ancak bizzat yazısının yayımlanışının üç-beş gün ardından meydana gelen Christchurch katliamı gösteriyor ki, mesele yalnız kelle kesen sakallı cübbeli militanların veya iktidarı ellerine geçirir geçirmez başkalarının söz hakkını ortadan kaldıran kravatlı takımlı İslâmcı politikacıların giderek daha çok yerde söz sahibi oluşundan ibaret değil.

Beyaz ırkçılığı artık kendini saklama gereği duymuyor, ABD başkanlığına seçilen zatın Beyaz Ev’e soktuğu -neyse ki sağduyu sahibi bürokratların oradan çabucak postaladığı-, Avrupa’yı dolaşarak “Beyaz üstünlüğü enternasyonali” örgütlemeye çalışan adamın zehirli fikirleri, Yeni Zelanda’da Cuma namazındaki Müslümanları tarayışını canlı yayınla dünyaya sunan adamın eyleminde vücut buluyor. Hindistan’da düpedüz faşist-ırkçı Hindu hareketi yükseliyor. Almanya’da ilk defa sıradan ahali, Neo-Nazilerin tertiplediği yürüyüşe katıldı. Fransa’da faşist Ulusal Cephe’nin iktidara gelmesi, artık hiç de gülünüp geçilmeyen bir ihtimal. İtalya’daki iktidar sahiplerinin en azından faşizan denebilecek hatları gayet belirgin. Faşistliğin ana çizgilerini toplumun kabul edilebilir merkezî normları arasına sokan yeni otokrat siyaset, Macaristan’dan Brezilya’ya çok yere yayıldı. Dünyanın en büyük ve etkili iki devleti, Rusya ile Çin’den ilki yeni otokrasilerin önderlerinden, öbürü, yeni sıfatına da ihtiyaç duymayan bir totaliter devlet modeli. Türkiye de yeni otokrasinin öncülerinden sayılır.

İşin en ilginç yanı, hâlihazırda dünyada eşitlikçi, çoğulcu ve demokrat eğilimin en gözle görülür, elle tutulur olduğu yer, ABD! Burada da, “popülizm”in zehirli sarmaşık gibi sarıp boğmaya giriştiği başka pek çok ülkede olduğu üzre, toplumun yarısı, yalan, hurafe ve efsanelerden meydana gelen bir hayal âleminde yaşıyor ve yaklaşan iklim felaketinin dahi uyduruk olduğunu düşünüyor. Tabiî yaptığı işe düşünmek denebilirse.
Velhâsıl dünyada akıl-mantık aleyhine, eşitlik-çoğulculuk aleyhine ne varsa güçleniyor: dinî bağnazlık, ırkçılık, milliyetçilik.
 
Savrulma
 
Nora, üzerinde çok durulmayan, fakat insanlık bilincini yok edebilecek derecede tehlikeli bir başka olguya işaret ediyor: “bireyler toplumu”na geçiş. Fransız tarihçi, bunun “zamanla, geçmişle, gelecekle ilişkimizi” değiştirecek bir “savrulma” olduğunu, “tarihî dayanışma ve sürekliliklerde kopuşa yolaçtığını”, “her şeye kâdir bir ‘şimdiciliği’ güçlerdirdiğini” söylüyor.

“Geçmişi ve geleceği kavramak” için kullandığımız, “tarihe anlam veren, anlaşılır kılıcı vektörlerimiz” vardı, Nora’ya göre, ve kendimizi “tarihin içinde hissediyorduk”. Üç ana eğilim hem bunu hem de gelecek tasarımları peşindeki hayat uğraşını anlamlı kılmamızı sağlıyordu: Özlenen güzel bir geçmişi onarmak ya da bilimden yararlanarak ilerleye ilerleye daha iyi aşamalara varmak ya da topyekûn devrimle her şeyi bir hamlede düzenlemek. Nora, çevre bilincinin ortaya çıkışı, dolayısıyla içinde yaşadığımız doğaya neler yaptığımızın kavranması, Hiroşima’ya atom bombası atılması, Nazilerin toplama kamplarında sergilenen vahşet, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin -devrimci bir sosyalizm perspektifinin fiilen terk edilmesiyle yetinilmeyip artık bunun adının konduğu- 20. Kongresi ve daha sonra SSCB’nin dağılması ile her üç eğilimin de mesnetsiz kaldığını ve bunlara bağlı inançların insan ve toplum hayatına yön veremez hale düştüğünü belirtiyor.

Sonra? Şöyle: “Tarihin ve ideolojilerin hüküm sürdüğü dönemin yerini, kumandaya geçen ekonominin hükümdarlığı aldı. Dünyanın ve zihniyetlerin haritasını yeniden çizdi ve çip, bilgisayar, telekom ve ağlardan robotlara ve yapay zekâya kadar bilgi ve iletişim teknolojilerinin ürettiği her şey tarafından içten ve dıştan dönüştürülerek kendisi de istilaya uğradı.” Dijital çağın ekonomisi, “sadece küreselleşmiş bir bağlamda tekrar şekillendirilen yeni kapitalist ekonominin taşıyıcısı” değil, Fransız tarihçiye göre, “bir başka uygarlık tipine yol açan” bir devrim var ortada.

Tabiî burada “devrim”den kasıt, bir toplumun dönüştüğü, siyasetin, devlet-toplum ilişkisinin ve toplum içinde insan varoluşunun kökten değiştiği ve zenginleştiği bir hareket değil. Yeni olan, eskinin zeminini ortadan kaldırıyor, onun ilişkilerini ya imkânsızlaştırıyor ya dönüştürüp kendine tâbi kılıyor. Yeni zemin üzerinde, üretimi örgütleyen insanın zamanla ürettiklerinin “iradesine” tâbi hale gelip gelmeyeceğini tartışıyoruz. Yapay zekâ tartışması, doğrudan doğruya insanlığın gelecekteki varoluş tarzıyla ilgili, tam mânâsıyla “hayatî” bir sorun.

Seksen sekiz yaşındaki Fransız tarihçi her şeye rağmen iyimser. “Robotları insanların icat ettiğini düşünme eğiliminde” ve “doğal zekâ”nın “yapay zekâda bulunmayan bir yaratıcılık kapasitesi”ne sahip olduğuna inanıyor. Yazısının sonunda, İngiliz tarihçi Toynbee’yi anarak, “uygarlıkların ölümlü olduğunu” hatırlatıyor. Ve bir dünyanın sonunun dünyanın sonu olmadığını”.

Yayılması, dünyayı sarması muhtemel feci olayların tehdidi altında, insan varoluşunun zeminine, ortamına dair bugüne kadar bildiğimiz koşullar bir bir ayağımızın altından çekilirken, bir uygarlığın tükenmekte olduğunu kabullenmenin zamanıdır. Onun yıkıntısının altında kalmak yerine, yaklaşan iklim felaketi konusunda herkesi uyandırmak için sokaklara dökülen çocukların peşine takılmanın yolunu mu düşünmeliyiz acaba?