Komşumuz Taliban / 1 • Taziye

Taliban’a benzetilmekten gocunmak yerine, ne kadar benzediklerine dikkat çekerek meşrulaşacaklarını düşünen birilerinin rejimi.

ÜMİT KIVANÇ

11.08.2022

Türkiye Cumhuriyeti devleti ile Suriye’nin İdlib vilayetine hakim Heyet Tahrir el-Şam örgütü arasındaki ilişki birdenbire kuruldu. Moskova ve Tahran’la anlaşan Ankara, “İdlib’i teröristlerden temizleme”yi taahhüt etmişti. Bu “temizlik”in nasıl yapılabileceğini kimse kestiremiyordu, çünkü bunun tek yolu bu örgütlerin denetlediği alanları ve silahlarını ellerinden almak, onları dağıtmaktı. Ve böyle bir yola adım atmak, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, çok da kayıplar vererek, on binlerce cihatçıyla uzun bir savaşa girmesi anlamına geldiği gibi, Ankara’nın, hem Şam yönetimine hem de YPG ağırlıklı Suriye Demokratik Güçleri’ne (SDG) karşı güçlendirmeye çalıştığı silahlı muhalefeti bizzat ezmesi, dağıtması demekti.

 

Ancak işte birdenbire, askerî ve sivil TC yetkililerinin zırhlı araçlarla sınırı geçip HTŞ’cilerin kılavuzluğunda ve eskortluğunda İdlib’de dolaşmaya başladığı görüldü. Askerî mevziler kurmak için yer seçiyorlardı. Ardından, upuzun askerî konvoylar peyderpey Türkiye’den Suriye’ye geçmeye başladı. Muazzam yığınak yapıldı, cihatçıların elindeki bölgeyi Suriye ordusu taarruzundan korumak üzere mevziler kuruldu. Oysa Ankara’nın İdlib’de “temizlik” sorumluluğunu üstlendiği Astana toplantısına, TC’nin söz geçirebildiği 14 silahlı örgütten temsilciler katılmış, HTŞ katılmadığı gibi, katılanları da şiddetle eleştirmiş, hatta bazılarına saldırmıştı.

 

2017 yılı boyunca Kazakistan’ın başkenti Astana’da sürdürülen toplantıların ardından, 2018 Eylül’ünde Soçi’de (Rusya) Vladimir Putin ile Tayyip Erdoğan arasında varılan anlaşma, “İdlib’i teröristlerden arındırma” taahhüdü karşılığında Türkiye’nin bölgeye girip asker yerleştirmesini öngörüyordu. Şam için hayatî önemdeki bir otoyolun etrafında güvenlikli şerit oluşturulacak, Türkiye ile Rusya güçleri burayı emniyete alacaktı, vs.. Herkes vilayetteki binlerce silahlı cihatçının ne tepki göstereceğini merak ediyordu.

 

Rusya, İran -ve mecburen- Suriye’nin hareket serbestisi tanıdığı Ankara, zaman zaman Şam ve Moskova ile anlaşmazlıklara düştüyse ve bir defasında otuz üç askerin havadan bombalanarak öldürülmesi gibi “uyarıcı itiraz”larla karşılaştıysa da, bütün Astana sürecini “devrimi hedefinden saptırma” olarak damgalayan HTŞ ile hatırı sayılır bir çatışma yaşamadı. HTŞ dışındaki örgütlerle de sözü edilecek meselesi olmadı. Ahrar el-Şam zaten Ankara’nın gözdesiydi, bir ara Heyet Tahrir el-Şam’a katıldı, ama sonra ayrıldı ve HTŞ tarafından ezildi, bir kısmı (Ceyş el-Ahrar) HTŞ’ye döndü, başka kısmı TSK’nın denetimi altına girdi, eskisiyle kıyaslanmayacak kadar cılız bir kısmı güya varlığını sürdürüyor. Nureddin Zengi Hareketi, aynı şekilde, HTŞ’ye katılmışken ayrıldı, o da bu akıbetin bin beterine uğradı, yok oldu. Daha ufak başka örgütler de ya HTŞ’ye katıldılar ya da sonradan Ankara komutasındaki “Suriye Millî Ordusu”na dönüşecek olan, o süreçte çeşitli adlar değiştiren mekanizmanın parçası oldular.

 

Biz HTŞ’ye odaklanacağız. Birkaç yıl öncesine kadar doğrudan doğruya El-Kaide örgütünün Suriye’deki (“El-Şam”) kolu olan El-Nusra (Nusret) Cephesi’nin iki defa dönüşmesiyle ortaya çıkmış bulunan bu örgüt, El-Kaide’den sahiden kopmuş muydu? Koptuysa ne zaman nasıl kopmuştu? Daha mühimi, koptuğu şey uluslararası şiddet örgütü El-Kaide’nin teşkilat yapısı, emir-komuta mekanizmasından ibaret miydi? Yoksa bu kopuş bir doktrin, teori, eylem felsefesi ve zihniyet bakımından ayrı yol çizmeye denk düşüyor muydu?

 

Bu soruların cevabını bulmak neden önemli? Şüphesiz Suriye’de olan biteni anlayabilmek kadar bizi nelerin beklediğini de öngörebilmek için gerekli bu. Ama mutlaka cevaplanması gereken bir başka soru var: Eğer El-Kaide zihniyetini sürdürüyorsa, laiklik ve hukuk devleti olma iddialarından tamamen vazgeçmeden bu örgütle komşu ülke topraklarında iş tutmak nereye oturtulabilir? Söz konusu muhatap, “Suriye cihadı”nın amacını “şeriatın hakimiyeti, demokrasi ve laikliğin reddi” diye tarif etmiş bir örgüt. Böyle bir ilişkinin Türkiye içine yansımaları, uzantıları -örgütteki TC uyruklu 700-800 savaşçının yanı sıra- neler olabilir? Veya: olmaktadır?

 

Abdürrahim Atun’la tanışalım

Ankara’nın kâh bu örgütle iş tutması kâh şu örgüte destek atması, nihayet bizzat kendi denetiminde silahlı kuvvet oluşturup eğitmesi, donatması, maaşa bağlaması, El-Kaide’nin İdlib’deki “manevî varlığı” ışığında mutlaka gözden geçirilmeli. Ankara’nın resmî silahlı kuvvetleriyle girdiği, gayriresmî silahlı kuvvet oluşturup komuta ettiği, bu tasarruflarıyla geçici de olsa statükoyu belirler konumda bulunduğu yabancı topraklarda sürdürülen, nasıl bir ilişkidir? Ve: kiminle, nasıl birileriyle kurulmuştur?

 

Öbürleri pek ortada kalmadığına göre, İdlib’de “Suriye Selamet Hükümeti” adı altında geçici yönetim mekanizması kurmuş olan, vilayetin kesin hakimi Heyet Tahrir el-Şam örgütüyle ilişkiden söz etmeliyiz. (Geçici, çünkü 2014 Temmuz’unda ilan edilen “İslâmî Emirlik” hedefi hâlâ geçerli.) Kuru kuru söz etmeyelim. Bu örgütün en önemli liderlerinden birinin çok kritik zamanlarda yazdığı iki metne göz atacağız.

 

Yazdıklarını okuyacağımız kişi, Ebu Abdullah el-Şami adıyla da tanınan Abdürrahim Atun. Heyet Tahrir el-Şam’ın Şer’î Meclis’inin başındaki adam. Örgütün Ebu Muhammed el-Colani’den sonra gelen iki numarası. Temsilî değeri yüksek şahsiyet.

 

El-Kaide’nin Suriye kolu El-Nusra (Nusret) Cephesi’nin çekirdeğinde yer aldığı, esas gövdesini meydana getirdiği teşkilatların El-Kaide merkezinden kopması, isimler değiştirmesi, nihayet, uluslararası sistemce tanınan meşrû bir devletçe muhatap alınması süreci bizi yakından ilgilendiriyor. Çünkü söz konusu devlet bizimki!

 

Anlaşma ve işbirliğine varan süreç de ilgilendiriyor; başka yönden: “bu işlerin” nasıl döndüğü hakkında hem gözlerimizi açıyor hem sorularımızı çoğaltıyor.

 

“Cennetin en yüksek katına…”

Temmuz’un son günü ağardıktan hemen sonra, Afganistan’ın başkenti Kabil’de, yüksek güvenlikli semt Şerpur’da, kaldığı evin balkonunda CIA’in havadan füzeyle vurup öldürdüğü El-Kaide lideri Eymen el-Zevahiri’nin ardından, beklenebileceği üzere, El-Kaide’yle özel meselesi olmayan bilumum cihatçı örgütler taziye mesajları yayınladılar, Zevahiri’nin uluslararası cihat mücadelesindeki yeri, önemi hakkında büyük sözler ettiler. Hakikaten de Mısırlı hekim, yeryüzündeki cihatçıların en kıdemlilerinden biriydi.

 

HTŞ’nin iki numarası Atun, bir vakit ezcümle cihatçı kamuoyu önünde -fakat hiç ağzını bozmadan, hürmeti elden bırakmadan, üst düzey diplomatik üslûpla- tartıştığı, karizması itibarıyla ters orantılı emektar cihatçının öldürülmesi üzerine ne demiş, araştırmacı Eymen Cevad el-Tamimi’nin blog’undan okuyacağız.

 

El-Tamimi, okura geri plan bilgisi verirken, her ne kadar merkezden koptuysa da HTŞ’nin El-Kaide ile ilişkisinin “İslâm Devleti” örgütünün (DAİŞ-IŞİD) her ikisiyle ilişkisine tamamen zıt olduğunu hatırlatıyor. İD hem El-Kaide ile kanlı bir rekabet içindeydi hem de El-Kaide ile birlikte HTŞ’yi de tekfir etmişti (kâfir saymıştı). Oysa, Tamimiye göre, HTŞ liderleri ve mensupları arasından Zevahirinin öldürülmesine sevinecek ya kimse çıkmaz ya da pek az kişi çıkar.

 

Abdürrahim Atun’un Zevahirinin ardından yayınladığı taziye mesajı, Allah Şeyh Eymen el-Zevahiri’ye rahmet eylesin”le başlıyor, “onu Cennet’in en yüksek katında peygamberlerle, gerçek imanlılarla, şehitlerle ve adaletli insanlarla bir araya getirsin” temennisiyle devam ediyor. Zevahirinin nasıl sadece dini uğruna yaşadığı, büyük gayretler gösterdiği, mücadele ettiği, direndiği, yarım yüzyıldan uzun süre cihat yolundan ayrılmadığı, hapse düştüğü, işkence gördüğü, eziyet çektiği, yurdundan göçmek zorunda kaldığı ve bütün bunlara dayanabildiği vurgulandıktan, yani her “mücahit”in saygıyla anması, örnek alması gereken şahsiyet olduğu bu yolla anlatıldıktan sonra, “Allah’ın en sevgili kullarına bahşetmesi beklenen hiçbir şeyi ondan esirgememesi” dileğiyle, “hepimizin Allaha döneceğimiz” hatırlatılarak sona eriyor. Bunlar şüphesiz, tuttuğu yolu yanlış bulduğunuz birinin arkasından söyleyeceğiniz sözler değil.

 

Daha derinlere dalmadan yönetici özeti” yapalım:

          Vaktiyle El-Kaidenin kolu olan,

          ancak sonradan onunla bağlarını kopardığını ilan eden,

          şu anda Suriye’nin İdlib vilayetini yöneten

          cihatçıların en önemli liderlerinden biri,

          El-Kaide liderinin ölümü üzerine,

          onun bütün hayatını, mücadelesini ve pratiğini onayladığını açıkladı.

 

O halde, şu anda Suriyede -İdlibde- El-Kaide’ye biat etmiş olarak faaliyet yürüten ve HTŞ’nin yoğun baskısına maruz kalan Huras el-Dincilerin, göğüslerini şişire şişire, fikrimiz iktidarda, kendimiz zindanda” muhabbeti yapmaya hakkı var. Bu bir.

 

İkinci olarak, bugün kendini uluslararası sistem nezdinde meşrulaştırmaya çalışan, en azından bir süre için Türkiye Cumhuriyeti ordusunun desteği ve korumasıyla Suriyenin bir bölümünde devletçik olarak varlığını sürdürme planı yapan örgüt, Heyet Tahrir el-Şam, kafaca El-Kaidenin uzağında değil. Elbette önemli ama tek fark şu: El-Kaide dünyanın çeşitli yerlerinde bir sürü kanlı eylem yapmıştı, HTŞ’nin buna niyeti -en azından şimdilik, resmî” söylemine göre- yok görünüyor. Tanımladıkları en geniş hedef, Şamda iktidar. Ve “tek ülkede İslâmî rejim” teorisi geliştirmeye çalışıyorlar.

 

Başka birilerine de uzak değiller. “İslâm Devleti” (DAİŞ-IŞİD) ilan edildiğinde Nusra savaşçıları bunu El-Kaide merkezinin kararı sanıp külliyen oraya geçmeye kalkmışlar, Zevahiri’nin “Irak İslâm Devleti Irak’ta, Nusra Cephesi Suriye’de kalsın, kimse kimseyi feshetmesin!” müdahalesiyle tekrar örgüte dönmüşlerdi. Yani bugün HTŞ’ye vücut kazandıran elemanlar, pekâlâ İD’in kelle avcıları arasında yer almış olabilirlerdi.

 

HTŞ’nin oluşturmayı hedeflediği toplumsal hayat konusunda El-Kaide veya başka “küresel cihat”çılarla önemli ayrılık yaşamayacağı belli. Tanınan meşru devlet olmaya göz diktiklerinden, İD kadar dehşet saçmayacakları öngörülebilir. Afganistan’dakinden belki bir gıdımcık daha “modern” görünüşlü Taliban rejimidir, hedeflenen. Taliban’a benzetilmekten gocunmak yerine, ne kadar benzediklerine dikkat çekerek, ona benzedikçe kabul görüp meşrulaşacaklarını düşünen birilerinin rejimi.

 

İtirazların geleceğini, taziye mesajındaki -azıcık da zarurî- övgü sözlerinden böyle bir sonuç çıkarmanın zorlama olduğunun ileri sürüleceğini tahmin edebiliyorum. Bu itiraz yersiz değil. Ancak buraya kadarını sadece yön gösteren bir tabela olarak kabul ediniz. Hakikat buradaki tereddüdü giderecektir. Bu nedenle yine, temsil yetkisi en üst seviyedeki aynı kimsenin, bu defa El-Kaide’den kopuş sürecinde, Zevahiri ile tartışırken söylediklerine başvuracağız.

 

Sıkılmayacaksınız, söz…

 

—–

Kapak Görseli: Ebu Abdullah el-Şami adıyla da tanınan Abdürrahim Atun.