Konserve kutuları

Hukuk devletlerinde, beraat tek ve biriciktir. Beraat ettiğinde bu artık kesin bir hükümdür. Dolayısıyla dört beraat diye bir şey olmaz.

KARİN KARAKAŞLI

29.03.2023

Romantik komedi filmlerinin evlilik sahnelerinde sık sık karşımıza çıkan bir görüntü vardır. Evlilik töreninin, kurumunun ve çok ağırlıklı heterenormatif temsilinin kendisi apayrı tartışma konusu da, buradaki derdim o filmlerde gördüğüm iki geleneksel kutlama biçimiyle ilgili. İlkinde kilise çıkışında çiftin başından aşağı pirinç taneleri dökülür. Hadi bunu bereket kutsama diye biraz Pagan bir geçmişe bağlamak mümkün. İkincisinde ise “yeni evli” çift düğün arabasına biner ve mutlu mesut yol alırken, arka çamurluğa bağlı konserve kutuları takırdayıp durur.
 
Bu tangır tungur sesleri, arabaya bağlı hâlde yol boyu sürüklenen konserve kutularıyla gelen kutlama hazzını hiç anlamadım gitti. Allah başka dert vermesin, her dakika onları düşündüğüm yok elbette ama hafıza çok tuhaf bir dünya ve onun sadık yardımcısı serbest çağrışım da akıl sır ermez bir akışa sahip. Çok uzun süre maruz kaldığınız dert ve travmalar, belli ki soyutlamalı zihin alanından çıkarak duyuların meselesi olmaya başlıyor. O yüzden misal bir zaman sonra acının, yasın, travmanın rengi, sesi, kokusu, dokusu ortaya çıkıyor. Onu kanlı canlı tarif edebiliyorsunuz. Bir parçanız olarak.
 
Pınar Selek’in 25 yıldır maruz bırakıldığı Mısır Çarşısı komplosu benim için böyle meselelerden biri. Kitapları raflarımda, sevgisi kalbimdeki arkadaşıma ait şu uyanılamayan kabusa benzer hukuk cinayetinin rengi okul eteği ve evrak dolabı grisi. Kokusu yanık yağ ve kirli yer bezi. Dokusu plastik. Sesiyse o düğün arabasına bağlı konserve kutularının tangırtısı. Ha ki biz hayatta ilerliyoruz, ânın içinde hakkını vere vere var oluyoruz, işte tam o anda bataklığa gizlenmiş gizli bir canavar gibi bir anda ortaya çıkıveriyor bu dava. Servis edilen haberlerle mutlaka.
 
Konserve misali dondurulmuş da bir dava bu. Hayatın doğal akışına direniyor. Faili meçhullerin, zorla kaybetmelerin, köy boşaltmaların, yakmaların, suikastların, insanlık suçu katliamların zamanaşımına uğratılabildiği bir ülkede bu simge dava, olmayan suçun cezalandırılması gibi akla ziyan bir hınç eşliğinde değişen hükümetlere ve zamanın akışına direniyor. Doğa kendini yeniliyor; dışı paslanmış, son kullanma tarihi geçmiş konserve kutusu alay eder gibi orada duruyor.
 
Hakikat ve çevirisi
Kültürlere has şeyler vardır, bire bir çeviremezsin. Hatta o dilde hangi duyguya, nasıl bir duruma denk geldiğini açıklayarak doğrudan o dilin sözcüğünü ödünç alır, diller üstü bir ortak dil dağarcığının parçası kılarsın. Çok kıymetli bir kazanımdır bu. Sadece sana has olanı dünyaya hediye gibi sunabildiğin hâldir. Ama bir de kültürden kültüre değişmeyecek, insanlığın temel ilkeleri olarak kabul görmesi beklenen evrensel konular vardır. Hukuk devleti olduğunu söyleyen ülkelerde misal, beraat tek ve biriciktir. Beraat ettiğinde bu artık kesin bir hükümdür. Dolayısıyla dört beraat diye bir şey olmaz. Yurtdışından gelen dayanışma heyetlerinin davanın girdabında boğulur gibi hissettiği ve ısrarla duydukları şeylerle Pınar Selek arasında bağ kuramamanın sıkıntısını yaşadığı zamanlar olur yıllardır. Doğal olarak karşılarındaki insanın hukuk çevirisinde yanlış bir tanım kullandığından, terminoloji hatası yaptığından şüphelenirler. Çeviride hata olmadığını anladıklarında yaşamak durumunda bırakıldığımız hayata inanmaz gözlerle bakakalırlar bir an. İşte o zaman sadece çevrilemez bir şey değil, yaşanmaması gereken bir şey olduğunu da anlarız. Karşılıklı ayarız.
 
Birbirine tutunmak
Karşısında mücadele ettiğiniz bir şeyin ta kendisiyle yaftalanmaya çalışılmak ne demektir, bilmem bir bağ kurup hissedebilir misiniz? Hayatını şiddete karşı mücadeleye adamış antimilitarist, feminist, aktivist bir bilim kadını ve yazar Pınar Selek. Ataerkillik, militarizm ve milliyetçiliğe karşı yürütülen barış mücadelesini yazdığı ta 2006 tarihli Barışamadık kitabının önsözünde o gün bugün eskimeyen sorular yöneltiyordu: “Tartışamadığımız için mi savaştık? Bu savaş, birikmiş öfkenin ne kadarını patlattı? Daha ne kadar savaş tohumu hazır bekliyor? Bunlara karşı yürütülen imha mücadelesi, kaç tohum serpti kan dolu? Ya barış mücadelesi? Ya bizim barışçılar? Çocukluğumun yenik kahramanları? Onların yarattığı birikim toplumsal acılarımıza el sürdü mü? Barış örgütlerinden bugüne kalan bir birikimden, barış mücadelesi geleneğinden bahsedebilir miyiz? Söz konusu barış örgütleri barış kültürünün yaratılmasına katkıda bulunmuşlar mı? Bu topraklarda hangi fikir mirasını, ne tür bir mücadele geleneğini devraldık? Tutunsak bizi kaldırabilecek denli köklü bir dal var mı?”
 
O dala çok kastettiler. Kaç kuşak, kökünden koparılmaya çalışılan ağacı korumak ve yeşertmek için bedel ödedi. Hâlâ da ödüyor. Pınar da kadın haklarından LGBTİ+ harekete, Kürt, Ermeni meselelerinden sokak çocukları ve göçmenlere nerede sesi susturulmaya çalışılmış insan ve dert varsa oraya bire bir temas ve eşit ilişki düsturuyla daldı. Kimseleri nesneleştirmedi, bilakis özneye duymazdan gelinen kendi sesini çıkarabilmesi için aracı oldu. Bağ kurdu, herkesi kendi kompartımanına tıkma merkezli ayrıştırıcı, düşmanlaştırıcı resmi politikalara karşı insan hikâyesinin biricikliğini temel alarak mücadele etti. Ha bir de gülüşünü asla kaybetmedi.
 
Kürt hareketiyle ilgili çalışmasına el konup yok edildiğinde yıl 1998'di. Görüştüğü kişilerin ismini vermediği için ağır işkenceye uğradı. Filistin askısında sol kolu çıktı, kolunun üstüne düştüğüne dair tutanak tutuldu. Sanmayın ki bunları anlattı. Neden sonra 2010’da Berlin’deki Überleben İşkence Kurbanları için Tedavi Merkezi tarafından verilen bilirkişi raporuyla işkencenin izleri tescillendiğinde, o iki kolunu kaldırıp havada çırpma hareketi yapmıştı. “Arada kollarımı askıdan indirip böyle sallıyorlardı” demişti bana. Kanat çırpan kuşa benzetmiştim arkadaşımı. Resmi yazılar ve raporlar değil, bir o hareketi kaldı bende.
 
Devamını anlatasım gelmiyor. Kaç kere yazdım kim bilir. Kaç dilde anlattık hepimiz ayrı ayrı her bir ayrıntıyı. Avukatlar tek tek her bir sahte delili nasıl ifşa edip çürüttü. Kaç kez beraat geldi. Çoğu beraatin (ne komik tabir değil mi şu çoğul beraat) sonunda dayanışma etkinlikleri devam ettiği için arkadaşımın yanına giderdim. Uzun süre Pınar Selek diye üçüncü tekil şahıstan bahsettikten sonra, gittiğim yerde de başka dillerde bu konuşmalar devam etse bile birbirimize sığınmanın mutluluğunu yaşardık. Ne kadar sürerdi bu mutluluk biliyor musunuz? Bir tam gün. Derken savcılık yine o beraati temyiz ederdi. Sulara bakardık.
 
Bu arada insanlar öldü. Adalete yetmeyen mahkemelerden dışarı taştı nice hak arayışı. Hemen her bir kayıp için platformlar kuruldu. İnsanlar kayıp evlatları, haksız yere cezaevinde tutulan sevdikleri, ilkeleri ve kendileri için mücadele verdiler. Hâlâ da veriyorlar.
 
Bu arada çocuklar doğdu. Bizim dayanışma ağına da gençler katıldı. Onların başka türlü bir ülke görme hakkına tutundum. İradeli bir umuda. Ve bizler yıllar yılı Pınar’ın yolunun kesiştiği, coğrafya değiştirdikçe farklı ülkelerden çoğalan yol arkadaşları birbirimizin de dostu olduk. Bazen bizi bir araya getiren vesileyi unuttuk hatta. Sonra o kendini yine ve yeniden hatırlattı.
 
Yirmi beş yıl ve dört beraat sonrası yine sanki duvara konuşmuş gibi topu çürütülmüş o sahte deliller ve iftiralarla dolu o aynı irkiltici kararın karşısındayız, iyi mi. Asıl işkence Pınar’ın kuş kanatlı halinden de öte bu inatlı psikolojik zulümde gizli. Hiçbir ailenin gücü ve sevgisi böyle bir işkenceye karşı verdikleri vakar dolu mücadeleyle sınanmamalı. Ama işte tam bu noktada onları da tanımanın zamanıdır. İşlettiği eczanede, DGM mahkemelerinde bu komploya karşı mücadele eden, nihayetinde cezaevi çıkışı kızını elinde bir demek çiçekle almaya giden annesi Ayla Selek; siyaset tarihinin, hak mücadelelerinin çınar ismi olarak bu kez de kızı için gazetecilerle buluşan, orkestra şefi gibi avukat heyeti yöneten babası avukat Alp Selek; ablasının nasıl bir kumpasla kuşatıldığını görünce kurulu iş hayatını bırakıp hukuk okuyan, avukat çıkan ve yıllardır o duruşmalara hayatını koyan kız kardeşi Seyda Selek. Severek ve emekle kendimize onlardan aile kurduk.
 
Şimdi ömrümüzün bir mevsiminde daha Çağlayan Adliyesi’ndeyiz. Hangimizin yolu hangi sebeplerle, kaç farklı hak ihlaline karşı mücadeleyle o meydanda ve koridorlarda ve dahi salonlarda geçmedi ki… Orda rüzgâr bir tuhaf eser. Zamanla kendine geçmeyen saatler için sığınabileceğin köşeler, sığınaklar edinirsin. Her seferinde seni yutan binanın ve labirentimsi koridorların bir yerlerinde kaybolursun. İnsanların hayatını belirleyen o kararlar dudak arası mırıldanılırken mikrofonlar ne hikmetse asla çalışmaz. Salonlar hep küçük, kalpler inadına büyüktür. Birbirine sarılırsın. Hiç bilmediklerin en yakının oluverir.
 
Bir yerlerde konserve kutuları tangırdıyor yine. Biz de avaz avaz “Bu beraat hepimizin” diye haykırıyoruz. Beraatimize gözümüz gibi bakıyoruz. Birbirimize de öyle. Hakikatin ve haklılığın sesi çok berrak.
 
Gelin, 31 Mart Cuma günü saat 13:00’te Çağlayan Adliyesi önünde buluşalım. O ses daha da gür çıksın, bütün dillerde çoğalsın. İnat diye.
 
Sonra gelin, 14:00’te 15. Ağır Ceza Mahkemesi’ne girelim.
 
Bütün konserve kutularını ayağımızın altında ezelim.