Lübnan: Liderler top çevirirken protestolar sürüyor

Hristiyanlar ve Hizbullah arasında söylemsel ve eylemsel olarak ortaklık var ve sistemin “küçük reformlarla devamı” bu ortaklığı riske atmaz

SARPHAN UZUNOĞLU

27.10.2019

Lübnan’daki kitlesel protestoların başlamasının üzerinden bu yazının yazıldığı gün itibariyle sekiz gün geçmiş durumda. Hafta sonları sosyal hareketler için her zaman daha caziptir. Dün akşam ve bugün (26 Ekim 2019, Cumartesi) itibariyle bunun etkisini gördüğümüzü söylemek mümkün. Protestocular bugün Beyrut içerisindeki yolları tekrar kapadılar. Bu, şimdilik en azından Beyrut özelinde protestocularla güvenlik güçleri arasında “tatlı-sert” bir oyun gibi sürüp gitti. AVM’ler, birçok market ve bankalar kapalı. Birçok üniversite eğitime ara vermiş durumda. Bazı üniversitelerde öğretim üyeleri ve öğrenciler hükümet istifa edene kadar direnişe devam, ders yok kararı aldı. Diğer şehirlerde işlerin bu kadar dostane yürümediği örnekler olduğunu söylemekte fayda var.
 
Özellikle Beyrut’la ve alanla ilgili olarak Türkiye’den kimi gazetecilerin de haberlerini okuduk bu bir hafta içerisinde. Şirin Payzın’ın "Biz burada gösteri yapmıyoruz, devrim yapıyoruz" yazısı bunun güzel örneklerinden biriydi. Payzın alandakilerle konuşarak alanın talep ve arzularını okurlarına duyuruyordu. Peki muhatapları alandakileri duyuyor mu? Ya da muhataplar kimler?


 
Lübnan’da şu an söylediği her kelime altın değerinde olan üç büyük aktör var. Bunlardan fiilen en kritik olanı Başbakan Saad Hariri. Hariri hem Suudi Arabistan’ın ülkeye yönelik politikalarını temsil ediyor, hem de protestocuların istifasını istediği hükümetin başında o var. O da reform paketini açıkladıktan sonra sessizce köşesine çekildi ve olanları izlemeye başladı. Elbette sürekli olarak kilit isimlerle görüşmelerini sürdürüyor. Ama Lübnan son birkaç günde onu değil diğer iki aktörü konuşuyor: Cumhurbaşkanı Aoun ve Hizbullah Genel Sekreteri Nasrallah.
 
Lübnan’da Cumhurbaşkanı Aoun’un kısa ve önceden kaydedilmiş, hattâ Aoun’a yakın kaynaklarca dahi bir siyasal iletişim felaketi olarak kabul edilen mesajıyla başlayalım. Protestoculara saygı duyduğunu belirttiği mesajında Cumhurbaşkanı göstericilerden kendisiyle görüşecek bir liderleri varsa onu yollamalarını yahut bölgesel temsilciler yollamalarını istedi. Bu aslında konvansiyonel siyasetin yeni nesil toplumsal hareketleri algılamadaki güçlüğü olduğu kadar, yeni nesil toplumsal hareketlerin kendilerini anlatma konusunda yaşadıkları güçlüğün de bir göstergesiydi. Aoun açık bir şekilde rejim değişikliğinin ancak ve ancak kurumlar aracılığıyla gerçekleşeceğini bunun sokakta gerçekleşemeyeceğini belirttiği konuşmasında önceliğin finansal krizle mücadele olduğunu işaret etti. Aoun’un konuşması ardından fikirlerini aldığım Lübnanlılar, Aoun’un “doğru düzgün konuşamadığını” söylüyorlar ve ekliyorlar: “Bu politikacılar bizi rezil etmekten başka bir işe yaramıyorlar. Lübnan bu değil.”

Aoun’dan çok daha dinç ve etkili bir figür olan Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah’ın “iç savaştan endişeliyiz, Direniş (Hizbullah’ın Lübnan’daki kod adı) yanlıları meydanları terk etsin” ana temalı mesajı ise protestoların seyrinde önemli bir kırılma yaratmış olsa da protestocuların taleplerini karşılamaktan çok uzaktı. Tekrar, Hizbullah’ın bu harekete dahil olursa işlerin değişeceğini vurgulayan (ki bunu haklı biçimde çoğu insan hareket için bir tehdit olarak algılıyor) Nasrallah, hareketin kendilerinden ve meclisteki partilerinden uzak olmasının hareketin faydasına olduğunu belirtti. Protestoculara Lübnan güvenlik güçleriyle karşı karşıya gelmeme çağrısını da yineleyen Nasrallah işlerin bir iç savaş noktasına varmasına dair endişesini paylaşırken protestocuların Aoun’a kulak vermesi gerektiğini şu sözlerle ifade etti:  “Cumhurbaşkanı devletin başı ve anayasanın koruyucusudur. Eğer halk onunla konuşmak istemiyorsa o halde hangi yönde adım atacak?”
 
Ayrıca Nasrallah’ın ekonomik krizin derinleşmesi durumunda ordunun dahi maaş veremeyecek duruma gelebileceği konusundaki sözleri Lübnanlılar tarafından gerçekçi olduğu kadar Hizbullah’ın böyle bir durumda kontrol gücünü ne kadar artırabileceğinin sinyali olarak da yorumlanıyor. Yani Nasrallah önceliği ekonomik kriz tartışmasına vererek güvenlik ve kurumlar krizini bu krizden soyutluyor. Zira protestocuların bu çok sayıda kategorideki krize dair bir görüşü olmadığı ve bir şekilde ülkeyi daha derin bir krize itebilecekleri görüşünü destekleyen bir söylem kullanıyor.
 

Aoun’un ve Nasrallah’ın mesajlarının iki farklı grubun liderleri olsalar da bu kadar ortaklaşması Lübnan’ı bilmeyenleri şaşırtabilir. Ama Hristiyanlar ve Hizbullah arasında söylemsel ve eylemsel olarak uzun süreli bir ortaklık var ve sistemin “küçük reformlarla devamı” bu ortaklığı riske atmayacaktır. O yüzden birbirlerini doğrulayan ya da birbirlerinin mesajlarına referanslar içeren söylemleri kimseyi şaşırtmamalı.
 
Nasrallah’ın mesajının en önemli ve Gezi’yle ilgili “ilk üç gün ben de destekledim” söylemini andıran kısmını da es geçmemek gerekiyor: “Halk hareketinin mevcut durumu ilk günkü durumundan farklılaşmıştır. Bu halk hareketi kendiliğinden ve partiler ile büyükelçiliklerden uzak bir şekilde başladı. Ancak şu an büyük ölçüde günlük faaliyetlerine benzemiyor, sloganları artık salt halkçı sloganlar değil. Bu hareketi, bilinen siyasî partiler, bazı şahıslar ve kuruluşlar yönlendiriyor. Yönetim koordinasyonu ve mali temini var. Gösteriler, su ve yiyecek temini, basın, kulisler vs. vs. bunların tümü için para gerekir. Bazı taraflar mali destek sağlıyor. Kimseyi suçlamak istemiyorum; ama umarım hareketin liderleri kimlerin mali destek sağladığını açıklar. Bu konuda büyük soru işaretleri var. Bugün söz konusu edilen talepler, artık sıradan iyi insanların talepleri değil. Bugün artık rejimin yıkılmasından söz ediliyor. Burada kastedilen hangi rejimdir? Lübnan’da bir rejim mi var? Eğer bahsedilen siyasî taifeciliğin ortadan kaldırmasıysa biz sizinle aynı fikirdeyiz. Peki acaba halk otorite boşluğu mu istiyor? BM Güvenlik Konseyi’nden Lübnan’ın BM sözleşmesinin 7. maddesi kapsamına alınmasının istenmesi gündeme getiriliyor. Bazı alanlar, Direniş’in terörist olarak nitelenmesi ve Direniş’in silahına odaklanılması için kullanılıyor. Bunlar, hareketin başladığı günlerdeki talepler değildi. O günlerin arşivine gidip o sloganları bir hatırlamak gerekiyor.”
 
Lübnan’daki eylemlere destek verenleri, özellikle uluslararası aktörleri müdahalecilik ve ülke üzerinde oyunlar oynamak ve nihayetinde Hizbullah’ın gücünü sindirmek amacında olmakla suçlayan Nasrallah’ın haklı ya da haksız olması olmasından ziyade tamamıyla maddî gücünü İran desteğinden alan bir örgüt liderinin bir toplumsal harekete “maddî kaynaklarını açıklasınlar” demesi bir yandan ironik, öte yandan da destek veriyor ya da anlıyor gibi göründüğü protestocuları ziyadesiyle sıkıntılı bir şekilde tasvir etmesi gereği trajik.
 
Yani siyasî taifeciliğin ortadan kaldırılması konusunda tüm politik elitler hemfikir gibi davransalar da o taifeciliğin gölgesinin de Lübnan’ın en güçlü siyasî persona’ları tarafından dahi aslen var olmadığı tasdik edilmiş rejimin üstünden bu siyasî aktörlerle devam edildiği sürece kalkmayacağı ortada.
 

Yaptıkları açıklamalar protestocular üstünde şimdilik iki siyasî figürün istediği etkiyi yaratamamış gibi görünüyor. Nasrallah’ın yandaşları her ne kadar onun sözünü dinleseler de protestoların omurgasını oluşturan kitlenin meseleyi pek de onun gibi görmediği gerçek. Hattâ Hizbullah yanlılarının protestoyla aralarına bir mesafe koydukları hattâ protestoculara Nasrallah’ın söylemlerinden sonra ciddi bir mesafe koyduklarını söylemek mümkün. Yani aba altından gösterilen sopa da Aoun’un “bir lideriniz bile yok” aşağılaması da aslında boşa değil. Toplumsal protestolar, her zamanki gibi “lideriniz kim” ya da “niye sokaktasınız”, “arkanızda dış güçler mi var” gibi sorularla sınanıyor. Elbette Lübnan gibi Suudi Arabistan, İran ve Fransa arasındaki güç çekişmelerinden doğrudan etkilenen bir siyasal sistemde bu sorular çok saçma. Ama protestocular da bu konuda henüz Occupy’ın “hepsi gitsin” sloganı ve kurumlarca da ifade edilen acil istifa talebi dışında bir söylem üretmiş değiller. Neler yapılıyor diye bakıldığında, ülkedeki sürpriz derecede gelişmiş sivil toplumun da desteğiyle bazı kampanyalar yapıldığını ve hattâ gölge kabine uygulamasına benzer öneriler olduğunu söylemek mümkün. Bunun da dışında bazı dijital platformlar aracılığıyla aktivistler, kendi teknokrat bakanlarına oy veriyorlar. Aralarında TV sunucularından akademisyenlere, hekimlerden mühendislere farklı kitlelerden insanların olduğu listeler oya sunuluyor ve dijital platformlarda bir tür alternatif “demokrasi arayışına” giriliyor. Bu platformların niteliği, ulaştığı kitle ve temsil gücü bir araştırma yahut başka bir yazının konusu olmakla birlikte, şu an ülkedeki en heyecanlandırıcı süreç işte bu teknokratların kitle tarafından seçimi olacakmış gibi görünüyor. Ancak partilerin ve partililiklerin iyice belirginleştiği bu süreçte buradan ne kadar sağlıklı ve hareketi temsil eden bir sonuç çıkar bilmek de güç.
 
Birçok kez Ortadoğu hakkındaki yorumlarında çok haksız çıksa da Robert Fisk’in Independent’ta yazdıkları bu yüzden önemli: Tekerlekleri yakmak, yolları kapamak, güzel fotoğraflar vermek bir devrim yapmak ve hükümeti devirmek için yeterli değil. Bunu Batı’daki toplumsal hareketler için de söylememiz mümkündü. Lübnan’da şimdi kolektif liderlik mekanizmaları, sürekliliği ve katılımı sağlayacak bir demokratik platform gibi pratiklerin eksikliği çekiliyor. İşte bu yüzden, “dijital partiler” çağına girdiğimizi söyleyen Paolo Gerbaudo gibi akademisyenlerin görüşlerinin Ortadoğu’ya uyarlanıp uyarlanamayacağı konusunda, kendisini ABD’nin girişim ve bilişim kültürünün bir parçası olarak gören Lübnan orta sınıfının vereceği yanıt hayati bir önem kazanıyor.