Lüzumsuzun anlamı

Serbest çağrışımla zıplayıp hoplayan nöronlar kim bilir hangi derinlerde saklanan bir ıvır zıvırı çıkarıp önüne bırakıverir.

KARİN KARAKAŞLI

11.04.2021

Salise içerisinde maruz kaldığı veriler ve onları işleme biçimi açısından beyin, tıp alanı dışında da hep ilgi çeken bir organımız. Bu seride ağırlıklı olarak beynin önemli bulup belleğe kaydettiği anıların hayat ve sanat içerisindeki yansımasına odaklanırken, aklıma ister istemez bu ana komuta üssünün lüzumsuz bilgilerle ne ettiği geldi. Öyle ya, kafamız ve hayatımız darmadağın olduğunda ortalığı toplamaya girişmemiz gibi, beyin de bitmeyen bahar temizlikleri yapıyor olmalı.

Bu temizliklerin bir kısmı yazlık-kışlık ayırmaya, kıymetlileri sandık içine koymaya benziyor. Bir ömür hatırlamak istediğin anıları; kokusu, tadı, sesi, görünümü, dokusu ile kaydediyorsun. Sanki yaşanırken karar veriyorsun asla unutmamaya. Zaman içinde hatırladığın anının anlatımı değişebiliyor, başka ayrıntılarına takılabiliyorsun ama bu duyularla kaydetme özelliği, hafızaya senin bilincinden bağımsız bir irade gücü kazandırıyor. Sen bir bağlam içine yerleştirerek hatırlamayı seçebilirsin ama bazen de aniden uyarılan bir duyun seni o anıya adeta ışınlar. Bilinçle hatırlamaktan farklıdır bu deneyim; anı seni ayağına çağırır, çünkü seninle işi bitmemiştir. Denetimi sende olmayan bir gücü vardır ve kendisine yakından bakmanı istemektedir. Cesaretin ve dürüstlüğün oranında büyük bir dönüm noktasıyla dahi ödüllendirilebilirsin. Yaşayan anıların gücü geleceği şekillendirmeye yeter. 

 

Hepsi ezberimde

 

Beynin uçsuz bucaksız ve gizemli topografyasında emek ve istekle kaydettiğin bilgi, deneyim ve anılar dışında bir de lüzumsuz bilgiler var. Lüzumsuzluğu onu bilmekle bilmemenin zerre fark yaratmaması ve senin ilk karşılaştığın andan itibaren onu hayli saçma bulmandan kaynaklanıyor. Bu bilgilerin başında ilkokuldaki sosyal bilgiler ile tarih kitaplarındaki anlatı gelir. “Yazları kurak ve sıcak, kışları soğuk ve yağışlı”, “Dağlar Karadeniz ve Akdeniz’de kıyıya paralel, Ege’de dik uzanır” gibi kalıp cümlelerden oluşan ve sonsuza uzayan bir liste bu. Ezbere öğrenmişsin hepsini. Hayat bilgisinde adını dahi aklında tutamadığın canlıların birbirinin kaç katı olduğuna dair, çoğu zaman tür olarak insanla karşılaştırmalı tuhaf tablolar gibi. Hatırlamanın asla mümkün ve gerekli olmayacağı ama ezbere bilmen talep edilen bir dolu rakam, neye ait olduğu bile akılda tutulamayan garip ayrıntılar beyninin içinde kıyıya vuran dalgalar gibi yaklaşıp uzaklaşır. 

Lüzumsuz bilgilerin hatırlanması da tıpkı duyularla kayıtlı anılarınki gibi istemsizce oluyor. Serbest çağrışımla zıplayıp hoplayan nöronlar kim bilir hangi derinlerde saklanan bir ıvır zıvırı çıkarıp önüne bırakıverir. Bazen de lüzumsuz bilgiler topluca hatırlanır. Aynı ya da yakın kuşaktan arkadaşların ortak sohbetinde kahkahalarla hatırlanan bütün lüzumsuz bilgiler, birlikte paylaşılan özel bir zamanın temeli olur. Bir koordinata dönüşür, kendince anlamlanır.

Althusser’in ‘Devletin Baskı Aygıtı’ ve ‘Devletin İdeolojik Aygıtları’ ayrımını kısaca hatırlamak gerekirse, fiziksel şiddet de dahil olmak üzere görünür baskıya öncelik veren hükumet, ordu, polis, mahkemeler, hapishaneler gibi kurumların yanı sıra tümüyle ideolojiye öncelik verilen dinsel kurumlar, eğitim kurumları, hukuki kurumlar, sendikalar, aile, iletişim ve kültürel kurumlar ise ‘Devletin İdeolojik Aygıtları (DİA)’nı oluşturur. Bu durumda eğitim sisteminin ezberle olan ayrılmaz ilişkisine pek de şaşmamak lazım. Ezbere dayalı lüzumsuz bilgilerin sistem açısından anlamı sorgusuz kabullenebilen makbul vatandaşı şekillendirmek elbette. Tam da atasözünün dediği gibi: “Ağaç yaşken eğilir.”

Oysa ağaç, vakarla durmanın, sadece kendine dayanmanın cisimleşmiş hâlidir. 

 

Kulağımın içinde dilimin ucunda 

 

Bazen de aklına gelen bilgiyi hemen o an ifade edemezsin. Sanki o bilgi, içinde bir yerlerde tıkanıp kalmıştır. Ne bildiğin ne bilmediğin bir arafta sıkışıp kalırsın. Beynini zorladığın oranda bilgi kayganlaşır. Sanki kendi avucunun içinden kayarsın. 

Sit-com türünün klasikleşmiş dizisi Big Bang Theory’nin bir bölümünde, parlak fizik zekâsına taban tabana zıt şekilde insanî ilişkilerde hayli zorlanan robotsu dâhi karakter Sheldon, her saniyesi planlı hayatının bir sabahında dilinin ucunda bir şarkı ile uyanmıştı. İngilizcenin tatlı tabiriyle earworm denen, kelime anlamıyla kulağında sahiden de solucan varmış gibi hissettiren o çıldırtıcı durum. Düşünceleri üzerindeki mutlak hakimiyeti ile bilinen Sheldon, nerden geldiğini anlamadığı bu melodiyi hiçbir bağlama oturtamamıştı. Şarkının adını bir türlü hatırlayamadıkça huzursuzluğu artmış, sürekli çırpınan ve kafes demirlerine çarpan bir kuş gibi hissetmişti. “Bilmiyorum” deme rahatlığı yoktu; aksine o kadar iyi biliyordu ki, en lazım olduğu anda onu hatırlayamamak ve kullanıma sokamamak çıldırtıcı geliyordu. 

Beyni üzerindeki denetimini yitirdiğine ve delirmeye başladığına inandığı bir anda, neden sonra şarkının kime ait olduğu pat diye aklına geldi. Ve ilginçtir, aslında melodiden ziyade şarkının sözlerinin kız arkadaşı Amy ile ilişkisine dair içinde bir yerlere dokunduğu ortaya çıktı. Dile kolay gelemeyenler de bazen dilin ucuna takılıp kalıyordu.

Sabah uyandığında istemsizce mırıldandığın, beyninin içinde çalan şarkı, dinlemek için değil anlamlandırmak için aradığın bir şeydir aslında. Kendisinden öte onun aracılığıyla hatırlamanı istediği bir şey için oradadır. Ve sivrisinek vızıltısı gibi inatçıdır. Ya sözü ya da sende uyandırdığı hissiyle ilk bakışta anlamlandıramadığın dolayısıyla da anlatamadığın bir şeye denk gelir. 

 

Cevherin yolu

 

Kendi deneyimime baktığımda, kimi dizi ve filmlerde duyguların yükseldiği, dramatik kurgunun doruk noktasına çıktığı sahnelerde tekrar tekrar çalınan melodilerin kulağımın içinde yankılandığını fark ediyorum. Oysa hiçbirini de özel olarak çalıp dinlemişliğim yok. Bazen günlerce ısrarla bana eşlik eden bu melodiler yoğunluğuyla sarsıcı bir şey yaşama özlemime denk geliyor sanki. Sabah kalktığın andan gece yatana kadar geçen ve ömründen akan zamanda otomatik pilotta yaşayıp duruyorsun. O kadar ki düzenli aldığın ilacı o gün yutup yutmadığını bile hatırlayamıyorsun çoğu kez, çünkü o sırada aklın başka bir yere uçmuş gitmiş. Eskilerin “Âşık mısın, nereye daldın?” diye takıldığı, zihnin kendi macerasını yaşamak üzere kanatlanarak uzaklara yol aldığı an bu. Bedenen olduğun mekânla bağının kalmadığı, bir anının ya da bir hayalin içerisine ışınlandığın özgürlük ânı.

COVID-19 pek çok şey gibi bu hayal hakkını da elimizden almış görünüyor, tıpkı özgür, tasasız anılara sahip olma fırsatımızı gasp edişi gibi. Ama hatırlanmaya değer anı yaşamak sadece güzel ve mükemmel koşullara bağlı değil çok şükür. Nihayetinde dış koşulların gücü bir yere kadar ve insan radikal biçimde değişen bir dünyaya dahi uyum sağlayabilen bir canlı. Küresel salgın var diye anılar daha az kıymetli, hayaller daha az coşkulu olmayacak. Aksine, daha da çok sığınıyoruz içimizdeki hazineye. Vakti geldiğinde hepsini gerçeğimiz kılmak üzere.  

Lüzumsuz, belki de senin için kimin, neyin neden önemli, bir o kadar da kıymetli olduğunu gösterdiği oranda anlamlı. Motifi ortaya çıkaran arka plan gibi. Motifi gördüğün anda arka planla da göz göze gelirsin. Lüzumsuz da bilir, eylemle onaylanmayan hiçbir sözün kıymeti harbiyesi yok. “Hadi” der sanki, “bakalım şimdi bu bilgiyle ne edeceksin?”

Söylenemeyeni dile getiren suskunlukları, dürüstlüğüyle insanı can evinden vuran diyalogları, içinde yankılanıp duran şiir ve şarkıları hatırlarsın. Kendi rızanla ezberlediğin ve dua gibi mırıldandığın en lüzumlu satırları. Yazılmamış kitabındır o, anlatılmamış hikâyen. Parlayan cevherindir, bir tek sana parlayan yıldızın.

Bildiğini görmezden gelmenin adı kendine ihanet, çoktan öğrendin bunu. O yüzden lüzumsuzu dahi hakikatinin hizmetine sundun. Yalanlar dökülsün, sadece cevherinle kal diye. Kendi hayatını lüzumsuz bir ömür kılma acısını hiç ama hiç tatma diye…