“Madam, bir ay sonra İstanbul’da kıyamet kopacak”
“Eve gittim, bir Türk bayrağı astım. Anneme de Müslüman kadınlar gibi beyaz başörtüsü bağlattım.”
30.03.2022
P24 yazılarımın genel seyrinden haberdar olan okur, TC tarihindeki pogromlar, yerinden etmeler, mal ve mülke elkoymalara dair tanıklıkları okuduğumu, bu tanıklıklarda adları geçen ev içi nesnelerin izini edebiyatta aradığımı bilir. Böylece, milliyetçi/ırkçı uygulamalar ile olumsuzlanan insanların gündelik hayatlarına bakabilirim. Gayri insanileştirilmelerine karşı, insaniliklerini göstermek için bakabilirim. Anı kitapları da bu imkanı verebilir.
Takuhi Tovmasyan’ın Sofranız Şen Olsun adlı kitabını da bu gözle okudum. (*) Kitap, yemek tariflerinin yanı sıra dönem anıları, gündelik hayat detayları da içeriyor. Mesela:
“(…) Paregentan, Zadig, Dzınunt, Asdvadzadzin, Boğos-Bedros, Surp Garabed, Tateos-Partoğimeos, Surp Sarkis, Surp Hagop, Surp Hovhannes’in ne olduğunu, ne anlama geldiğini çocukluğumuzda büyüklerimize sormamıza gerek yoktu. Bilirdik ki, bu günlerde evimiz, tavan arasından tutun, en alt kattaki odunluk-kömürlüklere kadar köşe bucak temizlenecek; tahta merdivenler, tahta kapılar arap sabunuyla fırçalanacak, muşambalar silinecek; perdeler, divan örtüleri yıkanacak, ütülenecek; sehpa dantelleri, masa örtüleri, peçeteler yıkanıp kolalanacak; sokak kapısının sarı kolları, tunç havan, hıngaman, yani günlük kabı ovulup parlatılacak; çevirme tatlısı için gümüş kaşıklar ortaya çıkarılacak; yer yerinden oynayıp, canlı cansız her şey ‘bayram’ yapacaktı.”
Hazırlıklardaki yoğun emek konusu bir kenarda dursun, “nesneler” takıntım nedeniyle, gündelik hayat detayları ile daha çok ilgiliyim. Alıntılarım bu yönde olacak. Seçmeci davranışım kitabın bütünlüğüne zarar verebilir. Böylece kitabı ve onu oluşturan emeği kendi amacım doğrultusunda “nesneleştirmiş” olabilirim. Bu nedenle kendime karşı bir önlem olarak ve kitabı tanımlayan bir referans çerçeve olarak, Oşin Çilingir’in takdim yazısından bir alıntı yapacağım:
“Takuhi’yi dinlerken biz, salt tadına doyum olmaz Ermeni yemeklerinin tariflerini öğrenmekle kalmıyor, aynı zamanda 20. yüzyılda İstanbul ve Çorlu’da yaşayan Ermenilerin günlük yaşamının tarihsel tanıklığını da paylaşıyoruz. Bu nedenle bu kitap sosyolojinin, sözlü tarihin, dinsel yaşamın, folklorun, kültürün, yaşama ve beslenme biçiminin, tıpkı yemekte olduğu gibi iç içe geçtiği, her parçanın diğerini tamamladığı bir sentezdir.”
Izgara balık kokusu
Kitaptan alıntılara devam ediyorum: “(…) Koşa koşa giderdik Narlıkapı Surp Hovhannes Kilisesi’ne. O tarihlerde daha sahil yolu yapılmamıştı, deniz vururdu kilisenin duvarına; yani kilisemiz bir yalı gibiydi. (…) İşte o denizden uskumru diye bir balık çıkardı o yıllarda. Mis gibi tavası olurdu. Yağlandığı dönemlerde mangalda ızgarasının kokusu bütün Yedikule’yi tutardı.”
Takuhi Hanım ile aynı kuşağın mensuplarıyız. O, Yedikule, Samatya, Koca Mustafa Paşa taraflarında iken, ben Fener, Balat, Küçük Mustafa Paşa civarındaydım. Mahalleye yayılan ızgara balık kokusunu hatırlıyorum. O yıllarda uskumru balığı mucize gibi bir şeydi. 9-10 yaşlarındaydım, yaz aylarında Karadenizli abiler, büyükler ile Marmara denizinde balığa çıkardık. Kovalar uskumru dolardı. Eşe dosta dağıtılırdı. Bazen oltaya Tragonya balığı denk gelirdi. Renkleri göz alıcı, dikenleri zehirli bir balık. Balığı oltadan alayım derken eline batar, şişirir. Şişkinliğin çaresi amonyak. Amonyak insan çişinde var. Kayıkta eline işersin.
Uskumru balığı ve domates kokusu, birlikte terkettiler Türkiye’yi. Herkül Millas’ın kuzeni Akhillas Millas, Prens Adaları ile ilgili bir kitabında Marmara Denizinde 200 çeşit balıktan söz eder ve bazı balıkların çok güzel çizimleri vardır. Bazı güzelliklerin geride kaldığı, geçmişin daha zengin şimdinin ise çor çorak olduğu şeklindeki anlatımlara karşı ihtiyatlıyım. Fakat uskumru ve domatesin tadı, kokusunun yitirilmiş bir zenginlik olduğu konusunda açıkça tarafım. Ancak kimden, nasıl hesap soracağımı bilemiyorum.
“O Eylül”
“O eylül, hava değişimi için gittiğimiz Galatarya, Şenlik Köyü’nden Yedikule’deki evimize döndüğümüzde kış hazırlıklarına başladık.”
Takuhi Hanım’ın “O Eylül” dediği tarih, 6-7 Eylül 1955. Takuhi Hanım, kitapta 6-7 Eylül’e değinmiyor. Değinmesi de gerekmiyor. Fakat “O eylül” bakın nasıl dolaşıyor Tovmasyan ailesinin sokağında. İki tanığım var: Takuhi Hanım’ın annesi Mari Hanım ve kiracıları Sarkis Çerkezyan.
Mari Tovmasyan : "(…) Bizim evimiz Yedikule’de, Gençağa Sokağı’nda. Beş-altı Müslüman evi var, bir tek biziz Ermeni, kalanı olduğu gibi Rumdu. Biz üst katta oturuyoruz, alt katı da bir Anadolulu Ermeniye, Sarkis Çerkezyan’a kiraya verdik (…) bir ay sonra Galatarya’ya sayfiyeye gittik. (6-7 Eylül’de) Sayfiyede, şimdiki adıyla Şenlikköy’deydik. Efraim diye Bulgaristan göçmeni bir ev sahibimiz vardı, Menderes’in faytonunu sürerdi. 6-7 Eylül’den bir ay evvel, kapıda Rum komşumuz Atanasya ile oturuyoruz; bu Efraim “ah madam, bir ay sonra İstanbul’da kıyamet kopacak” dedi. Ama, Efraim bir hoştu da. Karısını falan döverdi, bir tuhaf adamdı. Rum komşumla biz “ne kıyameti” dedik. “Vallahi bilmem, hazırlanıyorlar, İstanbul ayağa kalkacak” dedi. “Niçin?” “Bilmiyorum, sizin milletlere karşı çok hırslılar” dedi. (…) Korkuyorum, burada da bir şey olmasın” dedi, “ben istemem evimdekilere zarar gelsin. Ödüm kopuyor” dedi. Karısı “Efraim, deli deli konuşma” dedi, konuyu kapattı. Meğerse duymuş adam, faytonda konuşurlarmış. Biz de onun konuşmasını ciddiye almadık, “abuk sabuk konuşuyor” dedik, inanmadık. Hakikaten, bir ay sonra, sabahleyin erkenden kapı tıkladı, Efraim. “Hayrola Efraim!” dedim. “Haberiniz yok, İstanbul kalktı koptu” dedi. “Eyvah!” dedik.” (“Mari Tomasyan’ın ömrü hayatı” Söyleşi: A. Oğuz, S. İdemen, birartibir.org)
Sarkis Çerkezyan : "(…)'Atatürk'ün Selanik'teki evi bombalandı' dendi. Her yer karıştı. O zaman Yedikule'ye yeni taşınmıştım, Ermeni olduğumu bilmiyorlardı. Eve gittim, bir Türk bayrağı astım. Anneme de Müslüman kadınlar gibi beyaz başörtüsü bağlattım. Kapının önüne oturdum anneme de bir kahve yaptırdım, içiyorum… Kıyamet kopuyor, evler yağmalanıyor. Herkes koltuğunun altında 'ganimetlerle' koşuşturuyor. Saat 1'e kadar devam etti böyle. Bu sırada yanıma gelen bir yüzbaşı, 'Delikanlı tebrik ederim. Kahvenin tadını çıkaracak günü ve saati iyi seçmişsin, her Türk sizin gibi olmalı' dedi. Onlar gittikten sonra girdim içeriye, ev başıma yıkılıyor sanki…” (Portre: Sarkis Çerkezyan, Bianet)
*
Yukarıdaki yazıyı hazırlarken, bir haber okudum: “Diyarbakır’daki Newroz kutlamasında, 5 yaşındaki ikizler yöresel kıyafet giydikleri için elbiseleri çıkarılarak karakola götürüldü ve parmak izleri alındı.”
Önceki yıllardan bildiğimiz sarı-kırmızı-yeşil takıntısı devam ediyor. Trafik lambalarının sarı-kırmızı-yeşil’ine kafayı takmışlardı ve kapalıçarşı tekstilcileri bazı renkleri satmakta zorlanıyorlardı.
“Ben resmiyetim” diyen zihniyetin renk takıntısı üzerinden biraz daha geriye gidelim. 1960’larda Rum bir öğenci, ders kitabını mavi renkli bir kaplama kağıdı ile kapladığı için öğretmen tarafından sözlü şiddet görmüştü.
Kişisel bir şey söyleyeyim. Şimdinin içinde yuvarlanırken geçmiş ile ilgilenmek bir tür çelişkiye sevk ediyor beni. Tam o esnada “5 yaşındaki ikizlerin parmak izi alındı” haberini okuyorum ve geçmişin geçmemiş, şimdi de devam ediyor olduğu duygusuna geliyorum. Bu duygu beni çelişkiden azad ediyor ve bana haklılık/tutarlılık sağlıyor belki. Haksız olaydım daha iyiyidi.
(Takuhi Hanım’ın kitabını bana ulaştırdığı için Rober Koptaş’a teşekkür ederim.)
(*) Takuhi Tovmasyan, Sofranız Şen Olsun: Ninelerimin mutfağından damağımda, aklımda kalanlar, Aras Yayıncılık, 12. Baskı: 2021, İstanbul
—
Tepedeki imaj: Samatya Yedikule sahilinden, asfalt öncesi yıllar.