Mağdurlar ve “normal insanlar”dan uzakta gazetecilik
“Normal insanlar”ın aktarıcısı olmak, “mağdurlar için” çalışmak aşırı siyasî bir tavır mı? Gazetecilik buna burun kıvırabilir mi?
24.11.2016
P24Blog’da yazdığım son yazıyla, gazetecilik mesleğinin, kurumsal bir faaliyet ağı olarak “basın”ın yaşadığı varlık-yokluk sorunu üzerine konuşmaya başlamıştım. Popülist-faşizan iktidarların doğrudan baskıları, gazetecilik alanını kendi propaganda aygıtlarıyla işgal ederek mesleğin zeminini ortadan kaldırmaya çalışmaları, dünyanın pek çok yerinde belirmiş bir tehlike. Sözünü ettiğim, bu değil. Esas olarak konu aldıklarım, “basın” kuruluşlarının, başka sektörlerdeki faaliyetleri de kapsayan kapitalist çıkar ağlarının parçaları haline gelmesinin sonuçları.
Böyle söyleyince pek kaba ve basit bir gerçeğin tekrarı gibi duruyor. Ne yazık ki kaba ve basit görünen bu yumakta sadece gazeteciliğin hayatî bunalımına ilişkin değil bugün yaşadığımız yüz kızartıcı insanlık durumuna dair de çok ipucu saklı.
“Şüphe mesleği” gazeteciliğin bir tür halkla ilişkiler ve renkli-çeşitli, dolayısıyla gizli-saklı propaganda işine dönüşmesi, iktidardan uzak çoğunlukların karşısında, iktidar mekanizmalarının çeperinde konumlanması, 1980’lerde hızlanan neoliberal globalliğin alâmeti fârikalarından. Reagan-Thatcher-Özal zamanından önce de muktedir gazeteciliği vardı, genel olarak muhalif gazetecilikle yanyana -veya aynı alanda karşı karşıya-, aşağı yukarı aynı meslekî icaplara tâbi olarak faaliyet gösteriyordu. 1980’ler sonrasının “medya”sı, bilinen anlamı ve işleviyle gazeteciliği köhnemiş saydı, onun ömrünü doldurduğunu, ilan etti, işledi. Hattâ kutladı. Bugün karşımızdaki, 1980’lerde başlamış değişimin kaçınılmaz olarak varacağı yer.
Okur/izleyici, çok şeyin farkında
Gazetecilik mesleği sadece zemin ve imkân değil, giderek işlev, inandırıcılık ve saygınlık da kaybediyor. Geçen yazımda, bu işlev ve itibar kaybının hem en tipik tezahürü hem de sebeplerinden biri olarak, ana akım medyanın tektipleşmesinden sözetmiştim. Basının bizdekine göre çok daha köklü, saygın ve sivil denetimle yüzyüze olduğu Batı ülkelerinde yapılan kamuoyu araştırmaları, okurların/izleyicilerin medya alanındaki gelişmelere dair isabetli teşhislerini, hoşnutsuzluklarını ve tepkilerini ortaya koyuyor.
Birçok araştırmada anlaşıldı ki, okur/izleyici, çeşitli ve farklı perspektiflerin kendisine giderek daha az sunulmasından rahatsız. Yayılan ve derinleşen bir güvensizlik, gitgide birbirine benzeyen gazete ve televizyonların hepsini birden hedef alıyor. Topluca gazetecileri, gazetecilik mesleğini hedef alıyor.
Ancak okurların/izleyicilerin tesbit ve şikâyet ettiği yegâne husus tektipleşme değil. Medya “tüketici”leri, habercilikteki kalite düşüşünün farkında. Medyada giderek daha az kaynak ayrılan, daha az eleman yetiştirilen ve istihdam edilen, daha az yer kaplayan araştırmacı gazeteciliğin ikinci sınıflaşmasına paralel olarak, okur ve izleyiciler, habercilik alanında kendilerine daha az geri plan bilgisi ve daha az veri sunulmasından yakınıyorlar.
Dahası, Almanya’daki bir araştırmada, görüşü sorulan yurttaşlar, sahici haber unsurları yerine maruz kaldıkları “duygusal yükleme”den de memnun olmadıklarını belirtmişler. “Az sonra gözyaşlarınızı tutamayacaksınız” yayıncılığının başarısı toplumların eğitim seviyesiyle ters orantılı olsa gerek. Bizimki gibi, cehaletin, üstelik çoğu zaman küstahlıkla da birleşerek aklın mantığın aşamayacağı setler oluşturduğu toplumlarda, dolar kuru, Suriye’deki askerî vaziyet veya Amerikan başkanlık seçimlerinin veri-haber değil duygusal yükleme malzemesi olması ne kadar alışıldık bir durum. Oysa buradaki duygu yüklemesi, insanların bilgiye, gerçeğe ihtiyacını, sağlıklı merakını, gazeteciliğe güvenini kemiren bir canavar.
Eğitim seviyesi yüksek toplumlarda insanlar gazeteciyi bu yüzden bir tür “oyalayıcı” olarak görmeye başladılar. Katılanların yaklaşık üçte ikisinin “gazeteciye güvenmem” dediği araştırmaların sayısı hayli kabarık. İnsanlar gazeteciyi duygu sömürüsü yoluyla “mal satmaya” çalışan bir dalaveracı tüccar gibi görebiliyor. Medya kuruluşlarının, yayınladıkları haber ve bilgileri “gazetecilik ölçütlerine” göre değil “birtakım maddî çıkarları korumak-savunmak için” seçtiklerini düşünenlerin oranı hiçbir zaman düşük çıkmıyor.
Gazeteciler işlevlerini nasıl tanımlıyor?
Leipzig Üniversitesi öğretim üyelerinden Uwe Krüger, -bahsettiğim çeşitli araştırmaların sonuçlarını da aktardığı- Ana Akım. Medyaya Neden Artık Güvenmiyoruz adlı kitabında, gazeteciliği elzem ve saygın bir meslek olmaktan uzaklaştıran gelişmelerin kaynaklarını araştırıyor. İvme (süratlenme), ticarîleşme, bulvarlaşma (biz daha çok “magazinleşme” diyoruz), medya çalışanlarının güvencesizleştirilmesi, halkla ilişkilerciler ve lobicilere artan bağımlılık, Krüger’in bir çırpıda saydığı başlıklar. Yazar bunlara, medyayı yönetenlerin devleti, ekonomiyi yönetenlerle aynı çemberden, aynı “kültür dairesinden” oluşlarını da ekliyor.
Krüger kitabında, Hamburglu iletişimbilimci Siegfried Weischenberg yönetiminde yürütülmüş iki araştırmanın sonuçlarını aktarıyor. Araştırmalardan biri 1993’te, öbürü 2005’te yapılmış. Sorulara muhatap olanlar, bu defa okurlar/izleyiciler değil, bizzat gazeteciler.
Gazetecilerin çoğu “olabildiğince tarafsız ve titizce bilgilendirme”yi amaçladıklarını söylemişler. 1993’te yüzde 74’ü, 2005’te daha da fazlası: yüzde 89. “Karmaşık olguları açıklamak ve duyurmak” istediklerini söyleyenler de yüzde 74’ten 79’a yükselmiş. “Gerçeği olduğu gibi anlatmayı” tercih ettiklerini bildirenler yüzde 66’dan 74’e çıkmış. Görünüşe bakılırsa, gazeteciler meslek ahlâkı, hakikate karşı sorumluluk ve bilinç bakımından gerilememiş, gelişmişler. O halde okurların/izleyicilerin bizim meslek erbâbına yönelik olumsuz hislerinin giderek güçlenmesi niye?
Cevap belki gazetecilerin araştırmadaki başka sorulara karşılık söylediklerinde saklıdır. Tarafsız ve titiz habercilik yapmayı, karmaşık olguları açıklamayı, gerçeği olduğu gibi anlatmayı istediklerini belirten meslektaşlarımızdan, “yanlışları eleştirme” gibi bir derde sahip olanların oranı 1993’te yüzde 63’müş, 2005’te 57’ye düşmüş. “Kamuyu ilgilendiren konularda görüşlerini ifade edebilmeleri için normal insanlara şans vermek”ten yana olan gazetecilerin oranı yüzde 41’miş, 34’e inmiş. “Halkın mağdur kesimi yararına çalışma” niyeti taşıyanlar yüzde 43’müş, 29’a gerilemiş. Siyasî, ekonomik ve toplumsal konularda olan biteni etkileme derdi bulunanlar yüzde 37’den 24’e, “siyasî gündemi etkileme ve gündeme yeni konular getirme” hedefi güdenler yüzde 19’dan 14’e düşmüş.
Son iki olguyu sağlıklı bulanlar çıkacaktır; “gazetecinin görevi siyaset yapmak değil” gerekçesiyle. Ancak yukarıdakilerle birarada düşününce ifade ettikleri gerçek bundan ibaret kalmıyor. Çıkan toplu sonuç, Batı’da gazetecilerin çoğunluğunun daha 1990’larda toplumun mağdur kesimi adına birşeyler yapma kaygısından uzaklaştığı, 2000’lerde bu eğilimin giderek güçlendiği, çoğu meslektaşımızın “normal insanlar”la bağının da koptuğu.
Türkiye’de özellikle 1980’lerin küstahlık, şımarıklık, bencillik dalgası, gazeteciliğin varoluş şartlarından, olmazsa olmaz işlevinden, mesleğin meşruiyet kaynağından bahsetmenin, dudak bükülen bir eski zaman eğlencesi muamelesi görmesine yolaçtı. Oysa kol kavuşturmuş renkli köşeyazarı fotoğrafları dönemi mesleğin itibarının yokuş aşağı yuvarlanmasının başladığı zamandı. Turgut Özal’ın, 12 Eylül darbecileri tarafından kaç defa kapatılan Cumhuriyet’e “Cağaloğlu’nun Pravda’sı” demesi bir nevi simgeydi. Esas simge, şüphesiz, ekonomi sayfalarından işçilerin kovuluşuydu. Sanayi var, sanayici var, işçi yoktu görünürde. Banka sahibi var, banka var, çalışanları yoktu. Dönemi ve bir-iki simgeyi hatırlamak dışında bu bahse şimdilik girmeyelim.
Ele aldığımız genel meseleye dönelim. Gazetecilik bugün varlık-yokluk meselesiyle neden karşı karşıya? Acaba çarka çomak sokma işlevi, gazetecilik için “arada yaparsa ne âlâ” sınıfından, bir ekstra faaliyet miydi, yoksa olmazsa olmaz mıydı ve bunun yerine çarkın dişlisi olununca, yavaş yavaş böyle bir mesleğe de gerek mi kalmıyor? “Normal insanlar”ın aktarıcısı olmak, “mağdurlar için” çalışmak acaba kişisel tercihlere bağlı, aşırı siyasî tavırlar mı yoksa gazetecilik bir yandan bunlara burun kıvırarak yürütülebilecek bir meslek değil mi?
Günümüzün ana akım gazetecisi sanırım her şeyden önce okur-izleyici gözündeki yansısını görmeye çalışmalı. Bunu nerede görebilir? Siyasî-ekonomik -kimi yerde ayrıca askerî- iktidarın parçası olmuş ana akım medya ile hâlâ “normal insanlar”, mağdurlar adına hakikat peşinde koşan çember-dışı, “marjinal” basını ayıran duvarın yüzeyinde meselâ?