Medya, döşeğinde ölürken

‘’Başkan geldi, çıngar çıktı’’ mealinde haberler dünya basınına yansıdıktan sonra artçıları da geldi, hem de ABD yönetiminin zirvesindeki isimden…

YAVUZ BAYDAR

02.04.2016

Bir nükleer zirve için gittiğiniz ABD başkentinde korumalarınızla etrafta dehşet estirir, gösteri ve protesto hakkını kullananlara, görevini yapmaya çalışan gazetecilere şiddeti Türkiye'den aynen Washington sokaklarına uygulamalı olarak transfer ettiğinizi, medya özgürlüklerine saygısızlığınızın açık göstergesi olarak gösterirseniz, olacağı da budur.
 
Olanlar oldu, demokratik sabırlar taştı, ve yıllardır tüm ikazlara rağmen, Türkiye'de bir kilit mesleğin, haberciliğin, dibibe dinamit konarak hiçleştirilmesi konusunu Türkiye'den muhataplarına açmamakta direnen ABD Başkanı Obama da sonunda konuştu.
 
Hem de Nükleer Zirve'nin bitiminde, gazetecilerin önünde.
 
Beyaz Saray'da Cumhurbaşkanı Erdoğan'la görüşmesine atıfta bulunan Obama, açık açık dünyaya ilan etti:
 
“Gerçek olan bir şey var ve bunu doğrudan da (kendisine) söyledim: Türkiye’deki bazı eğilimlerden rahatsız olduğum bir sır değil. Ben basın özgürlüğüne, din özgürlüğüne, hukuk ve demokrasiye güçlü bir şekilde inanıyorum."
 
“Basına yönelik sergilemekte oldukları yaklaşımın Türkiye'yi çok rahatsız edici bir yola sokabileceğini düşünüyorum ve biz onlara önerilerde bulunmayı sürdüreceğiz."
 
Sözlerinden anlıyoruz ki, Erdoğan’a göreve demokrasi sözü vererek geldiğini hatırlatmış Obama. Türkiye’nin İslami inanç ve modernliği geçmişten bu yana artan bir açılımla birlikte yaşattığını belirtmiş.
 
Basın toplantısında şu sözleri de not edildi:
 
“Erdoğan böyle bir mirasın takipçisi olmalı, bilgiyi baskı altına alan ve demokratik tartışmaya son veren bir stratejinin değil."
 
***
 
Türkiye'de gazeteciliğin iktidar ve hempalarının marifetiyle paçavraya çevrildiğinden kimsenin en ufak kuşkusu kalmadı artık.
 
Özgür söze, çoğulcu sese, bağımsız duruşa, barışçıl itiraz hakkına karşı müsamahasızlığın nasıl azgın bir huliganizme dönüştüğünü gün gün izliyoruz.
 
Sadece yurtta kalmadı, cihana da sirayet etti, barbarlık salgını.
 
Obama'nın sessizliğini bozması da bu yüzden.
 
AKP'nin fiili lideri Erdoğan'a karşı slogan atma ‘’cüreti’’ gösterenlerin hırpalanarak bedelini ödemesi şeklindeki kostümlü prova Ekvador'da izlendikten sonra, ABD başkenti Washington'da 32 kısım tekmili birden sergilenince, ‘’Acaba Türkiye otoriterleşen bir lidere sahip mi, tevatür mü’’ diye bir şüphe vardıysa, dağıldı gitti.
 
Amerikan medyası Türkiye medyasının nasıl perişan edildiğini epey bir süredir yazıp çizmekteydi ama, galiba tam kavraması için ‘’dayakçılar kumpanyası’’nın şehri ziyaret ederek bazı sahneleri canlı ve gerçek aktörlerle oynaması gerekti.
 
Tabii ki, Brookings önünde ne olup bittiyse, medya için haber.
 
Müttefik sayılan bir ülkenin koskoca cumhurbaşkanı gelmiş, konuşma yapacağı yerde yandaş ve karşıt göstericiler birikmiş, derken arbede çıkmış, Türkiye'deki davranış kalıplarını gözü dönmüşçesine uygulayan ‘’medeni’’ korumalar tarafından marizlenenler, işini yapması engellenenler, hakaret üstüne hakaret ve tehdit yiyenler de bizzat haberciler olmuş.
 
Tabii ki bu Amerikan ve dünya medyasında ‘’Başkan geldi, çıngar çıktı’’ mealinde güçlü bir haber olacaktı ve oldu da.
 
Artçıları da geldi görüldüğü gibi. Hem de ABD yönetiminin zirvesindeki isimden. Daha da gelecek.
 
***
 
Ama yine tabii ki, Türkiye'nin okur ve TV izleyicileri, bir-iki bağımsız kalmış medya organı dışında bu ‘’çıngar’’ın ne olduğunu, rezil-rüsvalık düzeyini, ülkenin imajının nerelere seyrettiğini bilmekten hee zamanki gibi mahrum bırakıldı.
 
Emin olun, ‘’havuz’’ medyasında Obama'nın sözleri de ya karartılacak ya da tersiymiş gibi aktarılacak.
 
Tıpkı, muazzam bir haber değeri taşıyan Reza Zarrab'ın ABD'de tutuklanması hadisesinin, izleyen günlerde ‘’havuz medyası’’ ve ezik patron medyası tarafından haberleştirilmemesi gibi.
 
Akla gelen gelmeyen her türlü baskı uygulanarak gelinen bu ‘’haberi halktan saklama, gerçeği bloke etme’’ siyaseti biz bağımsız gazetecilerin gözünde olmasa da, geniş kesimlerin gözünde normalleşmeye başladı gibi.
 
Algıdaki ‘’uyuşma’’ hali, ‘’narkozlanmışlık’’ durumu, ilerde epeyce incelenmeye değer bulunacak, sosyolojik açıdan.
 
Kabaca bir hesapla şu anda Türkiye medyasının yaklaşık yüzde 90'lık bir kesiminin bağımsız olmasa da mesafeli bir dille haber ve yorum sunma becerisini-cesaretini kaybederek, en keskin şüpheyle ve eleştirel açıdan bakılıp haberleştirilmesi gereken her konuda iktidar dilini benimsediğini ve içselleştirdiğini söyleyebiliriz.
 
Kürt illerindeki çatışmalar, operasyonlar, sert idari tedbirlerle ilgili haberlerde bu zaten böyle; ama ekonomik (Zerrab) veya ahlaki (Karaman'da çocuk tacizleri) gibi ucu iktidarın üst katlarına çıkan gelişmelerde de aynı şekilde.
 
Evet, paçavraya döndürülmüş, DNA'sı bozulmuş bir medya öyle bir noktada ki, bu ülkede artık gazeteciliğin kamu adına iktidarı bağımsız bir şekilde izlemesi ve sorgulaması, denetlemesi mümkün gözükmüyor.
 
Çok az kalan bağımsız yapılardan Cumhuriyet'in üzerine  MİT TIR'ları haberi nedeniyle ‘’terörist, casus’’ söylemi üretilerek çullanılması da, Doğan Medya patronunun hakkında yirmi dört yıla kadar hapis istemiyle dava açılarak Radikal'in kapatılması, Hürriyet gibi gazetelere diz çöktürülmesi de, kalan imkânları tıkamaya yönelik.
 
Ama gazetecilik adına direniş de her yerde devam edecek.
 
Bunun bir örneğini AKP gibi on üç yıldır iktidarda bulunan Brezilya İşçi Partisi'nin fena halde bulaştığı anlaşılan yolsuzluklarla ilgili o ülke basınının cesur haberciliğinde görüyoruz. Orada sadece medya değil, yargı da çok önemli bir sınav veriyor, ve yargı-medya işbirliği (haber sızdırmalar, özel kaynaklar vs) demokrasinin ayakta kalabilmesi adına yapılıyor.
 
Dünyanın dört yanında otoriterleşme dalgasının yayıldığı herkesin malumu artık. Orta Asya'dan kopup gelen ‘’başına buyruk, astığı astık, dışlayıcı’’ liderlik modelleri, Türkiye üzerinden dikkat çekerken, Macaristan ve Polonya gibi ülkeleri de sardı.
 
Ama unutulmasın ki, otoriterleşme ile yolsuzluklar arasında da bir doğru orantı var. Mevcut yolsuzluk marazını dikey tırmandıran bir orantı bu.
 
The Economist dergisi, Avrupa kıtasını saran yolsuzluk salgını ve medyanın rolü ile ilgili son haber analizinde, bunun faturasının  yılda ortalama 600-700 milyar dolar olduğunu yazıyordu.
 
İtalya'da ‘’çalışıyor ama çalıyor’’ diye düşünenlerin oranı yüzde 97'yi buluyormuş. Balkanlarda da buna yakın bir algının olduğunu varsayabiliriz.
 
Hal böyleyken, şu gerçek de gayet net:
 
Bir ülkede medyanın ''sağlık check-up'ı'' için en temel kriter, o ülkede kaç gazetecinin hapse tıkıldığıyla ilgili olmaktan da çok, araştırmacı gazeteciliğin var olup olmamasıyla ilgili.
 
Bu kriter, gazeteciliğin hal ve pür melali sıralamaları hazırlanır ve incelenirken en üst sıralarda artık.
 
Türkiye'nin medyası gözlerimizin önünde köleleştirilirken, boynuna peşpeşe taş halka, gözüne bez bağlanıp iktidara kara su taşıyan değirmen taşını döndürmeye koşulurken, bizler elbette ki sessiz kalmıyoruz, ama ötesine geçmek şart.
 
İktidarı yurttaş adına sorgulayan haberci tipini yaşatmamız şart.
 
Ama nasıl?
 
Medya için zaten genel global konjonktür berbat. ABD ve Kanada'da yazılı basın bir bir çöküyor. Daha canlı geleneğe sahip Britanya'da The Independent gibi bir gazete artık kâğıt baskıda yok. The Guardian kitlesel işten çıkarmalara ve belki de kâğıt baskıya son vermeye hazırlanıyor. İskandinavya'da da Almanya'da da güçlü yerel medya artık hiç de güçlü değil, çünkü bir bir kapatmalar ve işten çıkarmalar söz konusu.
 
Geçenlerde iktidara çok yakın bir köşe yazarı, Kemal Öztürk, belli ki sağlam kaynaklardan elde ettiği gerçek rakamlara dayanarak Türkiye'de sözümona çoğulcu yazılı basın kesiminin içler acısı halini anlatıyordu:
 
''Son iki yılda, kâğıda basılı 13 günlük gazete yayına geçti. Bu gazetelerin tirajları 2 bin ila 50 bin arasında değişiyor. Bu tirajlarla diğer gazetelerden artakalan reklam pastasını paylaşacaklar. Çok zor günler onları bekliyor.''
 
''Bugün günlük 46 gazetenin toplam tirajı yaklaşık 3.5 milyon gözüküyor. Geçtiğimiz yıl günlük 39 gazete yayındaydı ve toplam tiraj 4.7 milyondu. Gazete sayısı artmasına rağmen, tirajlarda ciddi düşüş var. Daha trajik olan ise bu 3.5 milyon tirajın %50'si şişirme ve gerçek değil.''
 
''Türkiye'deki tüm gazeteler günlük 3,5 milyon satılırken, ABD'deki online gazete The Huffington Post'un aylık tekil okuyucusu 98 milyona ulaştı. Büyük bir uçurum var aramızda…''
 
Yazılı basın Türkiye ortamında muazzam baskı yemese bile, düşüş riskinde yüzdüğü için, sormalıyız: Ne yapmalı?
 
***
 
Kabaca iki şey yapılabilir, ve kısmen bunu biz P24 olarak karınca kararınca yapmaya çabalıyoruz.
 
Birincisi, iktidarlar, işverenler ve işveren memuru gibi çalışan editörleri tarafından ''caydırılmış/bezdirilmiş'' gazetecileri araştırmacı gazeteciliğe teşvik etmek için fonlar, ödüller sağlamak.
 
Bu yüzdendir ki Avrupa Birliği Araştırmacı Gazetecilik Ödülleri'nin ikincisini bu sene P24 olarak vermeye devam ediyoruz. Bir adım daha daha da ileri atarak, toplam 10 bin Euro değerindeki bu ödüllerden birini 35 yaş altı genç gazetecilere ayırdık.
 
Küçük ama önemli bir adım.
 
İkincisi, ''yerleşik medya''nın çökmekte olduğu bu uzatmalı ''ara dönem''de, özellikle genç kuşakların internet ve sosyal medya bilgi ve becerileri üzerinden, cesur ve gerçek haberciliğe mecra sağlayacak yeni iş modelleri geliştirmek üzere çalışmalara ciddiyetle ağırlık vermek.
 
İktidar baskısıymış, ''ara dönem''miş, konjonktür cilvesiymiş, sonunda pek de önemli sayılmayabilir. Önemli olan ruh çünkü. Bu mesleğin ruhunu yaşatmak. Yaşamaması için de bir sebep yok. İnsan binlerce yıldır habere ihtiyaç duymuş olan bir varlık. Bunun değişeceğine dair de hiçbir belirti yok. Gazetecilik düşmanı liderler gelip geçerler, kalan halka haber verme tutkusu olacaktır.