Medyanın sahibiyet yapısı: Demokrasinin kara deliği

Medya sektöründe hakikat şu: Kendi göbeğini kesemiyorsan, herhangi bir partinin ya da iktidarın sahibi olduğu bir yapıya sıkışmak zorundasın

SARPHAN UZUNOĞLU

13.06.2018

 
Geçtiğimiz hafta vefat eden Erdoğan Demirören’in ardından yazılanlar, Türkiye’de kısa sürede sermaye ve sıfatların nasıl el değiştirebildiğinin göstergesi oldu. Çok değil, üç dört ay önce ölse Türkiye’nin en büyük medya sahibi sıfatıyla uğurlanmayacaktı Demirören. Ancak, Demirören’in sıfatından bile hızlı değişen bir şey var. O da satın aldığı yayın kuruluşlarının yayın politikaları.
 
Medya sahipliği, özellikle otokratik liderlere bağlı rejimlerde (Der Spiegel’in kapağı lider seviyesinde dahi bu kadar büyük bir kabul gördüğüne göre kavramı kullanmakta sakınca yok) en önemli meselelerden biri. Onlarca kuruluşun ülkelerdeki demokrasi seviyeleriyle ilgili yayınladıkları raporlarda baktıkları başlıklardan biri medya özgürlüğü ve medya sahipliği. Medya sahiplerinin fotoğrafları, ülkelerin demokrasilerine ilişkin infografik ya da görsellerde liderlerin yakınında bir yerde görünür oluyor. Toplumsal ve kurumsal muhalefetin en sık eleştiri yönelttiği aktörler de kamuya açık kimlikler ive kolay hedefler olmaları gereği onlar oluyor.
 
Türkiye akademik olarak medya sahipliği konusunun fazlasıyla hakkını veren bir ülke. Gazetecilik çalışan neredeyse her akademisyenin kıyısından köşesinden bulaştığı bu meselenin en kritik yanlarından biri medya kuruluşuna sahip olan kişi/kurumun diğer yatırımlarının hangi alanlarda olduğu. Türkiye’deki medya sahipliği yapısına bakıldığında inşaat, enerji, ulaşım gibi muhtelif alanlarda yatırımlardan bahsetmek mümkün, muhalif basındaki varlığı tehlikede olan birkaç istisna haricinde geleneksel medya alanında aksinden bahsetmek çok güç. Tabii bir de Fox TV istisnası var. Aslında Fox TV’de İsmail Küçükkaya’nın HDP Milletvekili Adayı Ahmet Şık’ı ağırladığı gün kendi adına  vurguladığı “biz medya şirketiyiz, başka yatırımımız yok, paramızı medyadan kazanıyoruz” sözleri ve uluslararası bir şirketin bir kolu olarak Fox TV Türkiye’nin gördüğü işlev –her ne kadar tartışmaya açık olsa da– medya sahipliğinde tek alanda yatırım yapıyor olmanın önemini kanıtlıyor. Gerçekten de Fox TV’nin Türkiye’deki “ana akım medya boşluğu” probleminden yararlandığı görülebiliyor.  Öncelikle şunu söyleyelim: Fox TV modeli, idealize edilebilecek bir model olarak algılanmak zorunda değil. Dahası, günümüzde kâr amaçlı medya modellerinin yöneltilebilecek eleştirilerin büyük bir kısmı rahatlıkla Fox TV’ye de yöneltilebiliyor. 
 
Peki ortada bu kadar çok medya ve medya patronu varken Fox TV, nasıl olup da büyük bir boşlukta tek başına oturabiliyor, rating’lerde ve güven endekslerinde geçmişin “amiral gemisi” medya organlarına nal toplatabiliyor?  Fox TV’nin yakaladığı ticari başarının yanında, muhalif olarak görülen birçok medya ağının sürekli olarak bir kriz içerisinde olması, ya da siyasal anlamda da muhalif olsalar da medya çalışmaları bağlamında bir bağımlılık krizi içerisinde olmaları neye dayanıyor?
 
Bu tür Fox TV özelinde sorulabilecek sorular, başka bir yazının da konusu olmakla birlikte, aslında medya sahipliği özüne geri döndüğümüzde bize bir çerçeve sunuyor. Öncelikle dünyada haber platformlarının çoğunlukla birer şirket yapısında örgütlendiğini, şirketlerin genellikle kâr odaklı olduğunu, Türkiye’de ise ekonomiye de paralel olarak medya şirketlerinin de kâr değil “hayatta kalma” odaklı olduğunu kabul etmek gerekir. Türkiye’nin sıklıkla yatırım endekslerinde notunun gerilemesi gibi faktörler, demokrasi ve ekonomiyle eş zamanlı olarak ilişkilendirilebilecek kimi dengelere bağlı. Bu dengeleri oluşturan ise bir tür piyasa hakikati. Medya sektörü söz konusu olduğunda ise bu hakikat şu: Kendi göbeğini kesemiyorsan, herhangi bir partinin ya da doğrudan siyasal iktidarın sahibi olduğu bir yapıya sıkışmak zorundasın. İktidara yakın medya kuruluşları resmî ya da kurumsal ilanları alabilmek için “yerli ve milli”, tek sesli bir yayın politikası benimsiyor. Görece özgür denebilecek yayınlar da uzun yıllardır ya uluslararası sivil toplum örgütlerinin destek ve hibeleriyle yaşayabiliyor ya da komünitelerinin yardımıyla, iyi ya da kötü şimdilik “topu çeviriyor.”
 
Gazetecilik endüstrisiyle ilgili en temel kimi sorular da burada devreye giriyor: Kâr amaçlı bir kuruluş gerçekten “iyi gazetecilik” yapabilir mi? Günümüzde dünyada belirli bir siyasi otoriteye yaslanmadan kâr ederek iyi gazetecilik yapmak mümkün mü? Bir gazetenin yayın politikasının küresel standartlarda iyi çizgide olması o gazetedeki gazetecilerin sömürülmesi, toplumsal ortalamanın çok daha altında şartlarda çalışması, güvencesiz ve güvenliksiz bir çalışma rejimine dahil olması gibi şartları meşrulaştırır mı? Kâr amaçlı olmayan bir gazete ne kadar sürdürülebilirdir ya da bir ürün olarak piyasada değeri var mıdır?
 
İlk soruyla başlayalım: Her şeyden önce kâr amaçlı gazetecilik derken, günümüzde gazetelerin ABD ve İngiltere gibi büyük pazarlardaki büyük oyuncular haricinde kâr etmediğine dair bir görüş dile getirilir oldu. Öncelikle bu görüşte olanlara kötü haberi verelim: Yanılıyorlar. Basit dijital odaklı podcast projelerinden, geleneksel radyolara dünyanın birçok ülkesinde reklam pazarından faydalanan, özgür olarak yayın yapabilen yayınlar var. Sadece The Guardian ve The New York Times değil, yerelden genele birçok gazete ağı kâr edebilme yetisine sahip. Dijital alanda da kârlılık açıklayan şirketlerin sayısı az değil.  Tabii ki, Türkiye’de Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerinin bile “yeterince kapitalizm eleştirisi yok” denilerek eleştirildiği düşünüldüğünde, bu yayınların varlığına da takacak bir kulp, kârlılıklarına edilecek bir itiraz bulunabileceğini öngörebiliyorum. Ancak neticede haber hâlâ uğruna para verilebilir ve değerli bir ürün.
 
İkinci soruya gelelim: Örneğin yakın zamanda Twitter zaman tünelimde ve arada okuduğum Economist, Newsweek gibi dergilerde Çin devletinin belli ki kendi teşebbüsü olan ve Çin ekonomisini anlatma amacını taşıyan “uluslararası bir yayının” sık sık reklamının yapıldığını görüyorum. Yani bir şekilde siyasal iktidarların kendilerini dünyaya ve hattâ kendi uluslarına anlatma ihtiyaçları baki gibi görünüyor. Siyasi partiler de çoğu zaman kendi programlarını anlatmak için sağdan sola gazetenin işlevine hâlâ fazlasıyla güveniyorlar. Her ne kadar Türkiye’de İyi Parti –seçimlerde beklediklerini alamayabilecek olsalar dahi– Google Adwords dahil birçok teknolojiyle siyasi partilere başka bir yol var demiş olsa da siyasi partiler ve siyasal elit açısından gazeteler hâlâ işlevli bir çöplük. Ancak şu da bir gerçek ki Türkiye’de en sağdan en sola, siyasi partilere yakın yayınlarda ciddi bir özensizlik, okuru dinlememe, bildiğini okuma ve kitlesiyle örtüşmeme problemi var. Yayınlar liderlerin veya MYK’ların “keyfine” göre çıkarılıyor hissi veriyor. Hele ki bazı gazeteler topluma ulaşmasa da “kenarda dursun” mantığıyla çıkıyor. Malum, ihalede, kongrede vs. gösterilecek “iş kalemi” lazım.
 
Birçok parti medyası siyasal olarak partisine “ters gördüğü” köşe yazarlarıyla yollarını hızla ayırmakta, çaylak muhabir kazayla sevilmeyen birinden görüş aldıysa bunu sansürlemekte ve ifade özgürlüğü sakızını da sıkılmaksızın çiğnemekte bir beis görmüyor. Yani, medyanın sahipliğinin parti ya da devlet adına kişilerde barındığı bu model de “işlemese de” bitecek gibi değil. Sadece ulusal otoriteler değil elbette, uluslararası kuruluşların desteklediği yayınlar da sorunun bir parçası. Türkiye’de hibeler aracılığıyla kurulan birçok platform var ve bu platformların da bazılarının yeterince efektif çalıştığı söylenemez. Hattâ öyle ki, hibeler bittikten, fonlar ortadan kalktıktan sonra platformlar bir sürdürülemezlik krizi içerisine giriyor ve kapanmak zorunda kalıyorlar. Bu hem platformların var olan hibelerin sınırlı çerçevelerinin içine sığmak için olmayacak işlere kalkışması, hem de hibe verenlerin pazarı ve ihtiyaçları tanımaması gibi temel gerekçelere dayanıyor.
 
Üçüncü soru aslında kendi içerisinde sorunlar barındırıyor. Bir gazetenin uluslararası standartlarda ve etiğe bağlı olarak yayın yapıyor olması, politik doğrucu anlamda birçok kitleyi memnun edip haberin en temel kurallarına uyan bir vizyona sahip olması olarak açıklanabilir. Ancak bugün haber ekonomisi, özellikle de okurun ulaşmak istediği haberlere ulaşabilmesi için, haber prodüksiyonuna hem entelektüel hem maddi olarak geçmişe nazaran çok daha fazla yatırım yapılmasını gerekli kılıyor. Herman ve Chomsky’nin vaktiyle ifade ettiği üzere propaganda modeli etrafında çok kısıtlı haber kaynaklarına odaklanmış ana akım medya modeli ile alternatif medya da kısıtlı enformasyon kaynakları bakımından benzeşebiliyor. Kısıtlı enformasyonu, iyi gazetecilik faaliyeti olmaksızın sunmak ise kârlı bir iş değil. Zira Türkiye’de sivil toplum örgütleri her gün içerik bakımından oldukça doyurucu işler yapıyor; ancak medyada hâlâ bunları kopyala yapıştır mantığının ötesinde görünür hâle getirebilme gücü olduğunu söylemek güç. Geçtiğimiz günlerde Kadıköy’de dövülerek gözaltına alınan gençlerle yapılan yayınlar bile Reha Muhtar’lı Show Haber’in olay yerine canlı bağlantılarındaki estetik garabeti yansıtıyordu. İçerik-form uyumu, içeriğin kalitesi ve mecranın toplumsal itibarı gibi meselelerle ilgilenmek günümüzde lüks gibi görünse de bunlar gazetecilikte neticede ortaya çıkan ürünün değerinin birer parçası.
 
Dönelim ütopyalara. Örneğin kâr amaçlı olmayan gazetelerin veya medya organlarının sürdürülebilirliklerine. İkinci soruda değindiğimiz sürdürülebilirlik krizinden devam etmek gerekirse, özellikle uluslararası medya destek fonları çoğu zaman harcama kalemleri bakımından esnek değil. Tam zamanlı personel istihdam etmek imkânsız. Yani güvencesizlikle ilgili uluslararası destekli siteye haber yapan gazeteci de zaten güvencesiz bir emek rejiminin parçası. Yalnızca okur fonları ve benzeri fonlarla bir gazetenin dönmesi oldukça güç. Muhalif birçok gazete hâlâ resmî ilanlardan gelen gelirlere muhtaç durumda ve yaptıkları okur kampanyaları gereken sermayeyi bulmanın çok uzağında. Reklamvereni de siyasal durum gereği cezbedemediklerinden yaşadıkları sürekli kriz hep meşhur kâr odaklı olmayan gazetecilik anlayışını gündemleştiriyor. Burada karşımıza çıkan problem Türkiye medyasının tipik bir Akdeniz modeli sunuyor olması ve polarizasyondan beslenmesi, halkın kendisini haklı ve çoğunluk olarak hissettiren, Bourdieu’nün yapısını devlet yapısına benzettiği gazete tipiyle özdeşleştirmesi.  Dünyada kripto teknolojilerden muhabirin doğrudan okurca fonlanmasına birçok model gelişmişken bizim hâlâ eski modellerde diretiyor olmamız ve bu modellerin de propaganda işleviyle medya sahiplerince sınırlanması da bir tür kısır döngüyü kaçınılmaz kılıyor. Her yerde artan yavaş gazetecilik deneyimlerine Türkiye’de sıra gelmemesi de hem “politik işlevden” vazgeçememek, hem de aslında gazeteciliği siyasal mücadelenin bir parçası hâline getirirken mesleğin işleyişinden ve geleceğine ilişkin tartışmalardan pek de haberdar olmamaktan kaynaklanıyor.
 
Özetle söylemek gerekirse, kâr amaçlı ya da STK destekli olması fark etmeksizin, Türkiye’de gazetenin siyasal işlevle sınırlanan işlevi, bir endüstrinin Demirören ailesi ile Doğan ailesi arasında can çekişmesi ve ülkedeki vasatı azıcık aşan herhangi bir gazetecilik faaliyetinin dahi ulusal bir kahramanlık öyküsüne dönüşmesi ile son buluyor.