Memento mori veya diktatörlerin yıkımı

Gerçek bir dünyada, gerçek bir hayatta yaşamıyorlar. Memento mori gerçeğinin ifade ettiği anlamdan kopuklar.

CAFER SOLGUN

03.12.2021

Memento mori, “Öleceğini hatırla, bir gün öleceksin, bunu hatırla” manasında bir Latince özdeyiş. Stoa ekolünden bir filozof da olan Roma imparatoru Marcus Aurelius, bu sözü ara sıra kendisine hatırlatması için yanında hep birini bulundururmuş. 

Stoacılık bir yana, bu sözün memleketin kaderi üzerinde güç ve söz sahibi olan veya bu role soyunan herkesin kulağında küpe olması gereken önemde bir söz olduğuna inanıyorum.

Malum, insan da doğadaki bütün canlılar gibi ölümlüdür. Ancak insan, özellikle güç, kudret sahibi olduğunda bu gerçekliği unutmaya eğilimli bir canlı. Öyle ki güç, kudret sahibi olduğunda, kısa sürede bunun varlığının doğal, kaçınılmaz bir uzantısı, gereği olduğu yanılsamasına kapılıyor.

Kendini elde ettiği güçle özdeşleştiren bir karakterin hayat karşısında duruşu da adeta dünyanın kendi etrafında döndüğüne inanması oluyor. Her şey, olumlu veya olumsuz olarak kendisiyle ilişki biçimine göre anlam kazanıyor. Yani kendisine göre olumlu veya olumsuz bir gelişmenin, kendi başına bir realite olması mümkün değildir; “olumlu” ise kendi hikmetidir, “olumsuz” ise çok sayıda mevcut olduğuna inandığı dahili ve harici “düşmanların” komplosu filan…

Söz konusu olan, misal, deprem veyahut sıcaklar nedeniyle baş gösteren orman yangınları bile olsa, böylelerinin kafasında ilk beliren soru “Acaba?” sorusudur. Acaba her şey gayet yolunda gidiyor iken deprem olması, orman yangınları çıkması bazı “gizli” güçlerin veyahut “teröristlerin” sabotajı mıdır?

Bu, malûm, daha çok diktatörlerin psikolojisi ve karakteristik özellikleriyle örtüşen bir anomali. En uç hâli, bu tür kişiliklerin kendilerini diktatörlükle yönettikleri ülkenin, ulusun varlığıyla özdeşleştirmeleri, “beka” sorunu ve “kaderi” olarak görmeleri oluyor. 

Öyle ki ölümlerinden sonra da o ülkenin “kaderi” olmaya devam etmek, yaşamlarının son virajında en büyük uğraşları, çabaları haline geliyor. Her yerde heykelleri oluyor, sokaklara, mahallelere, parklara, bahçelere, okullara isimleri veriliyor ve insanlarda adeta “öncesi yok” mesajı verilerek kendisinden sonra da onların “kaderi” olmaya devam edeceği algısı yaratılıyor.

Gerçek bir dünyada, gerçek bir hayatta yaşamıyorlar. Memento mori gerçeğinin ifade ettiği anlamdan kopuklar. Çevrelerinde yalakalık yapan bir güruhun “en büyük sensin başka büyük yok ve olamaz da” tezahüratından ibaret bir hayatı yaşıyorlar ve bir gün bağlarını koparttıkları gerçekler hayata galebe çaldığında, yıkıma uğruyorlar. 

Devrilen diktatörlerin yaşamları incelendiğinde, hemen hepsinde bu yıkıma tanık olmak mümkün. En bilineni, Adolf Hitler olsa gerek. Üstün, yenilmez, kadir-i mutlak bir canlı olduğuna kendisini ve Alman toplumunu inandırmışken “düşman” orduları kapısına dayandığında, eşi Eva Braun ile odasına kapanıp intihar etti. Öncesinde komutanlarından tekmil almış ve anlı-şanlı komutanlarının “Berlin düştü” raporlarını dinlemişti. İntiharı, yaşadığı büyük hayal kırıklığı ve yıkımın göstergesi. 

Ülkesini Hitler Almanyasının kuklası hâline getiren faşist diktatör Benito Mussolini, 27 Nisan 1945’te metresi Clara Petacci ve bir grup yandaşıyla birlikte, sığındığı bir Alman konvoyu ile ülkesinden kaçmaya çalışırken bir yerel partizan grubu tarafından yakalandı. Almanlar kendilerine izin verilmesi şartıyla herhangi bir direniş göstermeden konvoydaki İtalyanları partizanlara teslim etti. Mussolini’yi ele geçiren partizanlardan biri olan Lazzaro, öldürülmeden önce Mussolini’nin hâlini şu sözlerle ifade eder: “Yüzü balmumu gibiydi ve bakışları cam gibiydi ama bir şekilde kördü. Mussolini tamamen iradeden yoksun görünüyordu, ruhen ölmüştü.” Ruhen ölmüş olmak, bir insanın yaşadığı yıkımın en çıplak ve çarpıcı hali olsa gerek…

Tarihe adları diktatör olarak geçmiş bütün isimler, öyle veya böyle, son nefeslerini verirken yalnız ve bir başına idiler. Ölümleri bir zamanlar varlıklarını özdeşleştirdikleri ülkelerinde şenlikler düzenlenerek kutlandı. 

Hayatının son yıllarını bu yalnızlık ve yıkım psikolojisiyle geçiren Şili’deki askeri diktatörlüğün lideri Augusto Pinochet mesela: “Santiago tepelerinde dans edip duranların tekrarlayıp durdukları tek bir sözcük vardı ve o da gölge sözcüğüydü. Bir kadın, ‘La sombra de Pinochet se fue’ (Pinochet’nin gölgesi kalktı) dedi, sonra başka bir adam onun sözünü tekrarladı ve birden başkalarının ağzına yerleşti: Onun gölgesi kalktı, Pinochet’nin gölgesinden çıktık. Sanki bin vebanın laneti bu topraklardan silinip gitmiş gibi, sanki bir daha hiç korkmayacakmışız gibi, sanki bir daha hiç geceleri helikopter sesleri duymayacakmışız gibi, sanki bir daha hiç hava acıyla ve şiddetle kirlenmeyecekmiş gibi… Tiranın ölümünü kutlayanların (ki çoğu gençti) gözünde, Augusto Pinochet’nin fesat ve pişman olmak nedir bilmez kalbi çarpmaz olduğu zaman sanki bir şey kesin olarak, şatafatla kırılmıştı.” (Ariel Dorfman, “Pinochet’nin Gölgesi Kalktı”, Çev. Osman Akınhay, Mesele, sayı 1, Ocak 2007, s.62.)

25 Aralık 1989’da kocası Nikolay Çavuşesku ile birlikte kurşuna dizilerek öldürülen Elena Çavuşesku’nun son sözleri bu ruh hâlinin en çarpıcı örneklerinden biridir: Elena Çavuşesku’nun idam mangası karşısındaki son sözleri, “Ama ben sizin annenizim?” olmuştu.

Elde ettikleri ve bağlandıkları, bağlanmak ne kelime tapındıkları güç ve kudret her şeyin “çaresi” olmuyor, olamıyor. Güçlendikleri oranda korkuları da büyüyor. Bu nedenle hikmetlerinden, kudretlerinden sual olunmaz diktatör kişiliklerin hemen hepsi, aslında birer korkaktır. Bunun kendini en doğrudan yansıttığı alan ise, muhalefete, muhaliflere karşı duydukları “alerjidir” herhalde. Muhalefet “haindir”, “düşmandır”, yaptıklarını “yıkmak” isteyenlerdir (vb) ve bu nedenle ezilmesi, bastırılması, sindirilmesi gerekir. Ne var ki ezdikçe, bastırdıkça, sindirdikçe, korkuları yatışmak şöyle dursun, hayatın diyalektiği, daha da büyüyor. Tipik bir suçluluk psikolojisi de denebilir…

Unutmayalım. İnsan için baki olan tek şey, biten ve başlayanın sürekli hareketi ve insanın “iyilik” veya “kötülük” olarak geride bıraktıklarından ibaret hatırasıdır…

—-

Tepe fotoğrafı: Mussolini 1903'te, yirmi yaşındayken, şiddet eylemlerine destek verdiği gerekçesiyle İsviçre polisi tarafından gözaltına alındığında hazırlanan sicil kayıt belgesi.