Muhalif siyasetin içi doldurulabilir mi?
Herhangi bir yapısal sorunu ucundan yakalamaya kalkarlarsa, muhalefet bileşenleri, sanki kendilerini boşluğa yuvarlanırken bulacaklar…
22.01.2022
Güncel Türkiye siyasetinin ortayerinde kocaman bir çukur var. Varlığını herkes biliyor, bilmeyen de hissediyor. Herkes ona yaklaşmaktan kaçınıyor, mümkünse etrafından dolaşmayı yeğliyor. Dolaşmakla olmayacaksa, gideceği yere gitmekten vazgeçiyor ve oraya gitmeye baştan niyeti yokmuş, gidilmesi de gerekmiyormuş gibi yapıyor. Azıcık uzaklaşınca da, çukur hiç yokmuş gibi davranıyor.
Oysa iktidar değişikliğinin daha iyi olacağına geniş kesimleri ikna etmek için, bu başarılırsa nelerin nasıl daha iyi hale getirileceğini ortaya koymak, böylece inandırıcı olmak, bunun için de çukura çare bulunması gerekiyor. Yoksa bu çare sahiden de etrafından dolaşmak mıdır?
Muhalefeti meydana getiren fiilî güçbirliğinin aktörleri, birbirlerini aşağı çekebileceklerini bilmenin tedirginliğinden midir, çukura yaklaşmamayı, onun lafını etmemeyi yeğliyorlar. İktidar değişimi için halli gereken her türlü mesele hallolmuş, iş sadece sandıkların ortaya getirilmesine ve bunların içine atılacak oylara kalmış gibi bir izlenim yaratmaya çalışıyorlar. Oysa iktidardan yüz çevirmekte olan seçmenin yüzünü çevirecek yön bulamayışı açıkça gösteriyor ki, o çukur orada öyle dururken muhalefet hem güvenle zafere koşamaz hem de iktidarın devrilmesi hedefini güvenilir gelecek umudu olarak sunamaz.
Fakat çukur da gerektiği gibi doldurulamaz. Engellerimiz yapısal, hemen bütün siyaset unsurlarınca paylaşılıyorlar ve köklü değişim gerektiriyorlar.
Nedir çukur?
Mustafa Erdoğan, Diyalog gazetesinde çıkan, “Muhalefetin sahici bir vizyonu var mı?” başlıklı yazısında, bunu mükemmelen tarif ediyor. Erdoğan’ın ortaya sürdüğü cevaplanmamış sorular, işte, gözüme muhalefeti yutabilecek çukur olarak görünen kocaman boşluğu meydana getiriyor.
Erdoğan’ın hareket noktası, belli ki, önümüzdeki muhtemel seçim sürecini yalnız yöneten kadronun değişmesiyle sınırlı sonuç doğuracak bir siyaset hamlesi gibi görmenin mümkün olmayışı. Dolayısıyla, çukurun tarif edilmesi işini siyasî mecburiyet olarak muhalefet partilerinin önüne koyuyor: “CHP’nin başını çektiği bloğun AKP sonrasına ilişkin olarak kapsamlı bir siyasî vizyonu, yani ülkemizi içine saplandığı bu çıkmazdan kurtarıp yeniden hürriyet, medeniyet ve refah yoluna sokabilecek sahici bir vizyonu” acaba var mı? Zira muhalefet blokunun “asıl meselesi”, hâlihazırda, “Tayyip Erdoğan’ın iktidardan gitmesini ve (…) parlamenter sisteme geri dönülmesini sağlamaktan ibaret” gibi görünüyor.
Gerçekten böyle değil mi? Muhalefet, hele “asıl mesele”sini çözmeyi garantilemiş edâsı takındığından beri, gerçekte memleketin asıl meselelerinden herhangi birini çözmeye niyetliymiş gibi görünmüyor. Bu bariz zorunluluğun inkârı anlamına gelen niyetsizlik, hevessizlik havası, acaba temeldeki kaygıdan mı kaynaklanıyor: Herhangi bir yapısal sorunu ucundan yakalamaya kalkarlarsa, muhalefet bileşenleri, sanki kendilerini boşluğa yuvarlanırken bulacaklar…
Sorulması gereken soruları güzelce derleyip topladığı için Mustafa Erdoğan’ın yazısını hareket zemini olarak kullanmayı seçtim. Olası muhalefet blokunun siyasî iddiaya sahip bir özne haline gelebilmesi için bir “çılgın proje”ye ihtiyacı olduğunu öne süren Bekir Ağırdır’ın yazısından da destek alacağım.
Geniş ve derin sorgulama
Önce Erdoğan’ın derlediği haliyle sorular:
— Millet İttifakı, “kapsamlı ve köklü anayasal yenilenme” ihtiyacını kabul ediyor mu?
— Devletin ideolojik kimliği, din-devlet ilişkileri, temel özgürlükler, olağanüstü hal rejimi konularında ne düşünüyor?
— Devlet yine “Atatürk milliyetçiliğine bağlı” olarak mı, yurttaşlık “etnik Türklükle” mi tanımlanacak?
— “Aşırı merkeziyetçi ve üniter siyasî-idarî yapı” ne olacak?
— Muhalefetin üzerinde anlaştığı/anlaşacağı bir iktisat politikası var mı? Neler nasıl yapılacak da ekonomi düzelecek, refah artacak, yoksulluk azalacak?
— Devletin ekonomideki yeri, işlevi ne ölçüde, nasıl olacak? “Himaye” ve “velinimet”lik politikası sürecek mi?
— Adalet meselesi ne olacak? Erdoğan özellikle, 15 Temmuz darbe girişiminin “vahim sonuçları”na işaret ediyor: 15 Temmuz “rejimi”nin açtığı “derin yaraları sağaltma”ya muhalefetin niyeti var mı? “Şimdiye kadar olduğu gibi” iktidarın “perspektifi”ne “sadık kalmaya” devam mı edecekler? İşinden edilmiş, hapse atılmış, toplumdan dışlanan yüz binlerce “mazlum ve mağdur” yurttaşın “haklarını iade” etmeyi öngörüyorlar mı? KHK’lılara adalet nasıl sağlanacak, programlıyorlar mı?
— Buna, sudan sebeplerle hürriyeti çalınmış ya da sırf HDP’li oldukları için suçsuz yere demir parmaklıklar arkasında tutulan binlerce yurttaşın durumunu eklemeliyiz. Uyduruk iddianamelerle mesnetsiz davalarda yargılanan ve bu yüzden hapsedilmiş onca insanın hakkı hukuku nasıl yeniden sağlanacak?
— Kürt sorununda AKP-devlet (+MHP) uzlaşmasıyla, çözüm arayışı terk edildi, barışçı çözüm arayışlarından yüz çevrildi. Yüzler tekrar barışçı arayışlara çevrilecek mi? Yoksa devletin “geleneksel asimilasyoncu, baskıcı ve güvenlikçi politikası” aynen devam mı ettirilecek?
— Dış politikada oyla başa gelecek siyasetçilerin söz hakkı olacak mı yoksa bu alandaki kararlar “Devlet politikası’’ kapsamında görülmeye devam mı edilecek, dolayısıyla siyasetin müdahale sahası dışında mı bırakılacak?
Mustafa Erdoğan, sözü “bütün bunların bağlandığı, daha temeldeki büyük soru”ya getiriyor: “[Muhalefet partileri] Cumhuriyet’in İttihatçılardan tevarüs edip geliştirerek devam ettirdiği Devlet geleneğinin restorasyonunu mu amaçlıyorlar; yoksa sahici bir özgürlükçü-demokratik dönüşüm için olduğu kadar, medenî bir toplumsal-siyasal varoluş için de zorunlu olduğu üzere, bu rejimin temellerini sorgulama gibi bir gündemleri var mı?” Erdoğan, bunu niye “temel bir soru” olarak gördüğünü şöyle açıklıyor: “…çünkü bu Devletin ve rejimin yüz küsur yıllık pratiği her yönüyle sorgulanmadan Türkiye’nin bırakınız hürriyet, demokrasi ve refaha ulaşmasını, medenîleşmesi bile mümkün değildir.”
Bütünlüklü siyaset tasarımı
Bekir Ağırdır ise hem siyasî hem sosyal-psikolojik iki olguyu “yangında ilk gözönüne alınacaklar” bâbından önümüze sürerek söze giriyor. Ağırdır’ın, T24’teki, “Çılgın bir proje lazım” başlıklı yazısında -belli ki, “n’olacak memleketin hali?” sorusu sorulurken öncelikle hesaba katılsın diye- işaret ettiği iki olgudan biri, iktidarı devirebilecek güçten, devralabilecek siyasî hazırlık ve önderlikten yoksun muhalefet hareketlerinin başarıya ulaşamayışı, hattâ arzuladıklarının aksi yönde sonuçlara yolaçmaları. Ağırdır, açık ki, Türkiye’deki potansiyel muhalefet blokunun kalkıştığı işin gerektirdiği örgütlülükten ve kararlı-hedefli siyasî önderlikten yoksun oluşuna dikkat çekiyor.
İkinci olguysa, Türkiye toplumunun “devlete, yönetime, siyasete karşı gönül kırıklığı”: “Bu gönül kırıklığı ağırlıklı olarak ümitsizlik içeriyor. Kimse sorununun nasıl çözüleceğini göremiyor. İnsanlar giderek yalnızca ülke için değil kendi gelecekleri için de hayallerini, ütopyalarını yitiriyor.” Sanırım belirtmek gereksiz ki, bu gönül kırıklığı, insanların yerleşik iktidar yapısından umudu kesmesi anlamında bir muhalif potansiyel enerji barındırsa da, olumlu bir iktidar değişikliğini yaratıp iyi yönetime dönüştürecek yoğunlaşmış yapıcı enerji -yani siyaset!- yaratamıyor.
Ağırdır, muhalefet partilerinin ittifakı sürdürme kararlılığını başarı değil, 50+1 sisteminin yarattığı zorunluluk sayıyor. Muhaliflerin siyasî başarısı “anayasa konusunda ortak çalışma grubu” kurmuş olmalarından ibaret. Bir de partilerin ayrı ayrı sürdürdükleri çalışmalar var. Ağırdır’a göre “mesele de burada başlıyor”, manzara şu basit ve güçlü soruyu doğuruyor: “Bunlar yeter mi?”
Soruyu fazla nazikçe sorulmuş da sayabiliriz. Zira Ağırdır hemen ardından muhalefetin siyaset adına aldığı çeşitli tavırların kofluğunu örnekliyor: “…iktidara ‘zaten biz sokağa çıkmayacağız’ demek, (…) denetimsiz cemaat yurt ve faaliyetlerini tartışmaktan kaçınmak, bürokratik mekanların zincirli kapıları önünde fotoğraf vermek…”
Yani mâhut çukur meselesinden sözediyoruz yine: Siyasî boşluk.
Ve tabiî Bekir Ağırdır da sırf mevcut iktidarı devirmek ile “düzeni, yönetim sistemini değiştirecek siyasal güce ulaşmak” arasındaki ayrıma dikkat çekiyor: “Yargıyı, eğitimi, toplumsal barışı yeniden yapılandırmayı hedeflemeyen, bunu sağlayacak siyasal gücü de olmayan yeni cumhurbaşkanı ile başka sorunlar yaşanacağını tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yok.” Burada işaret ettiği, şüphesiz yalnız “güçlendirilmiş” haline yeniden dönülecek parlamentoda gerekli çoğunluğun sağlanamaması değil. Vaziyeti vahimleştirecek olan, belki kısa zaman sonra giderilebilecek sayısal açık değil, siyasî irade ve yoğunlaşmış enerji yokluğu. Zira dünyanın şu halinde birçok beklenmedik gelişme, bugünün iktidar blokunun çatlayıvermesine de yolaçabilir.
Bekir Ağırdır, muhalefetin “bütüncül düşünmek zorunda” olduğunu ileri sürüyor; siyasî sağlamlığın, güvenilirliğin ihdası için. “Küçük adımlar”ın, “pragmatik yaklaşımlar”ın “her biri marka haline gelmiş sorunları” çözmeye asla yetmeyeceğini belirtiyor. Yukarıda aktardıklarımdan anlaşılmıştır ki, muhalefetin önündeki meseleleri topluca sergileyen Mustafa Erdoğan da CHP-İYİP etrafında toplaşan partiler grubunu böyle bütünlüklü bir siyasî kuvvet oluşturmaya davet ediyor.
Olabilir mi?
Bendeniz ise, bütün bu derli toplu, mantıklı tesbitlerin karşısına, yazarların sahici değişim için zorunlu tuttukları bütünlüklü yaklaşımın gerekliliğini asla inkâr etmeksizin, “yetmez” dedikleri şeyin bugün mümkün tek hamle olduğu görüşümü koyacağım. Bu muhalefet ittifakı, güçbirliği, koalisyonu… ne diyeceksek, ancak bugün iktidar araçlarını ele geçirmiş kadroların elinden bu araçları almaya, yönetenleri değiştirmeye ve belki sahiden parlamenter sisteme yeniden geçmeye muktedir. Eğer bunun ötesine geçebilirse, yapısal çözümler için zorunlu değişim sürecini kendisinden başlatmış, Türkiye siyaset tarihinde görülmemiş bir atılımı başarmış olacak. Zira bu, muhalefet blokunun biraradalığını zoraki ve eğreti kılan yapısal siyasî meselelerin hiç değilse kısmen aşılmakta olduğunu gösterecek.
Ancak herkesin kendini aştığı güzel bir gelecek hayaline yaklaşılması yerine herkes bugünkü kafasıyla kalacaksa, mevcut muhalefetin unsurları, aralarındaki teması sırf şimdiki iktidarı devirme hedefinden daha köklü siyasî hedeflere doğru yaymaya kalktıkça toplu enerjileri daha da zayıflayacak ve belki de ilk basit adıma bile yetmeyecek.
Bir başka tehlike daha var: Mevcut muhalefet blokunda, değişik parti(li)ler arasında görece en geniş koalisyonun kurulabileceği konu, insan hakları, özgürlükler, Kürt sorununda adilâne değişiklikler vs. değil, mülteci karşıtlığı ve yer yer ırkçılığa kayan milliyetçiliğin görece sinsi, yerleşik tarzları ile, S-400 alımı gibi abuk sabuk harekete bile gerekli tavrı koymayı önleyen askerî aşk. Devlet aşkı.
Bu yüzden, muhalefet blokunun seçmene somut siyasî vaatler ve bir program sunması gereği inkâr edilemezse de, şu güya okunup üflenmiş zorbalık rejiminden kurtuluşu altı olabildiğince doldurulmuş bir feraha çıkma adımı olarak düşünmek bugün için tek gerçekçi yol olarak görünüyor.
Bunu söylerken, muhalefetin seçmene yönelik siyasî mesaj ve vaatlerini “devirme” ile sınırlı tutması gibi bir şeyden sözetmediğimi umarım belli edebilmişimdir. Hedeflenen iktidar değişikliğiyle birlikte insanların gündelik hayatında somut olarak nelerin değişeceğinin anlatılabilmesi elbette şart. Sadece şunu demeye çalışıyorum: mevcut partiler memleketin belli başlı sorunlarına ilişkin ezberlerini, önyargılarını, saplantılarını -çünkü çoğuna “görüş” diyemiyoruz- olduğu gibi korurlarsa, siyaset tartışmaya başladıkça yaklaşmayıp uzaklaşabilirler, yakınlaşacaklarsa da bu hayırlı bir yaklaşma olmaz. Bu yüzden, bari azıcık hukuk ve yurttaş hakları tanıyan parlamenter sisteme geçişi sağlasınlar, daha ferah ortamda geleceğimizi konuşalım.
—
Tepedeki kolaj: Anadolu Ajansı