Nazlıaka, El Bab ve Sözcü

Artık “konuşma yasağı” aşamasından “söyleme mecburiyeti” aşamasına da geçilmiş durumda…

ALİ MURAT İRAT

07.02.2017

 Basın “yaklaşık” iki gruba ayrılmış durumda. Büyük grup “yandaş” basın olarak tanımlanıyor. İktidarı destekliyorlar, iktidar da onları. Kuşkusuz en doğal hakları. İnşa ettikleri etik zemin iktidarı her şartta desteklemekte beis görmüyor. Çünkü tek haklı ve hakkaniyetli olan –onlara göre— iktidar. Onun söylediğinin dışında bir doğru olması olanaksız. Bu nedenle iktidarın –ola ki— “yanlışı” olsa bile bu yanlışın görünür kılınmaması gerekiyor. Çünkü kurdukları etik zeminde ötekiler yok. Ya bendensin ya düşmansın anlayışı makbul.
 
İkinci gruptaki basın ise iktidar muhalifi. Ancak onların da muhalif olma durumları basın organına ve konjonktüre göre değişiyor. Aralarında iflah olmaz muhalifler varken, zaman zaman hükümet politikalarına kendilerini eklemlendirebilecek olanlar da var. İlk grup kadar homojen değiller. Bazen haberde bağımsız yorumda yandaş, bazen haberde yandaş yorumda bağımsız olanları da var. Hattâ konjonktüre göre de aldıkları tutumlar değişikliğe uğrayabiliyor. Ya da örneğin iktidar baskısı nedeniyle kendilerine, söyleyip yazdıklarına “çeki düzen” verebiliyor. İflah olmaz muhaliflerse etik zeminlerini eşitlik, özgürlük ve adalet üzerine kurmuş durumdalar. Ya da “evrensel” diğer değerler. Örneğin savaş karşıtlığı bu değerlerden. Dolayısıyla “ülkenin çıkarı için savaş” ancak ülke işgal tehdidi altında olduğunda ya da ülkeye bir saldırı gerçekleştiğinde anlamlı ve gerekli. –Yine dolayısıyla– Suriye savaşına müdahil olmamız için bir neden yok.
 
İktidarın medyayı bütünüyle kontrol etme hevesi kuşkusuz çok güçlü çünkü kendi söyleminden başka doğrunun olabileceğine olan inancı neredeyse yok. AKP kendisini ülkenin, devletin, insanların ve hattâ hakikatin tek temsilcisi gibi görme eğiliminden vazgeçmediği gibi bu hissiyatı doruk noktasına da gelmiş durumda. Bu da basın özgürlüğü denilen şeyin AKP açısından bir “demokrasi oyunu” olarak görülmesinin nedeni. AKP iktidarının basın üzerinde etkisi artık bir tahakküm hâlini almış ve bundan daha da vahimi, Barthes’ın sözlerini hatırlatırcasına, artık “konuşma yasağı” aşamasından “söyleme mecburiyeti” aşamasına da geçilmiş durumda.
 
Bütün bunları bir örnekle açıklamak gerekirse… Örneğin iktidar muhalifi Sözcü Gazetesi’nin 20 Ocak 2017’de İslam Devleti saldırısıyla ölen beş askerimiz için attığı manşet aslında tam da bu durumun somut bir göstergesi olarak duruyor. Bilindiği gibi aynı gün Anayasa Paketi tartışmaları sırasında –CHP’den ihraç edilen— Ankara milletvekili Aylin Nazlıaka kendisini Meclis kürsüsüne kelepçelemiş ve Meclis’te büyük olaylar çıkmıştı. Ertesi günkü Sözcü Gazetesi’nin manşeti şöyleydi: ‘’Evlatlarımız vatan derdinde… Onlar koltuk derdinde’’
 

 
Bu manşetin içeriğini kısa bir analize tâbi tuttuğumuzda ortaya çıkan durum şudur: Öncelikle, AKP tarafından sürekli olarak, parlamentonun yetersizliği, kötü performansı ve hantallığı vurgulanarak Başkanlık sisteminin propagandasının yapıldığı bir dönemde “Evlatlarımız vatan derdinde, onlar koltuk derdinde” başlığının kendisi –bilerek ya da bilmeyerek— bu propagandanın bir parçası olarak duruyor.
 
“Evlatlarımızın vatan derdinde olması” cümlesinin içeriği –doğru ya da yanlış olsa da— anlaşılabilir. Diyelim ki Türk askeri El Bab’a büyük stratejik nedenlerle inmiş ve gerçekten de –yine diyelim ki— orada olmasa Türkiye bölünüp parçalanacak. Bu durumda bile fotoğrafını gösterdikleri olayda “koltuk derdinde” olan kimdir? Yani Meclis’teki anayasa tartışmalarında fiziksel şiddete varan şu durumda kim hangi koltuğun derdine düşmüştür? Bir rejim değişikliğinin dayatıldığı bir dönemde Meclis’te yapılan bu tartışmada kim koltuk sevdasındadır? Bu soruların yanıtı yok. Çünkü manşeti oluşturan söylemin içeriğiyle, söylemin kurgulandığı olay arasında mantıksal bir bağlantı yok. Burada amaç olanın analizini yapmak değil. “Söylenmesi zorunlu olanı” söylemeye çalışmak. “Söylemeye çalışmak” diyorum, çünkü o bile söylenememiş. Örneğin Meclis’teki tartışmada Nazlıaka’ya uygulanan şiddetin eleştirilmesi gerekirken, şiddetin kendisi “öznesiz bir şiddet olarak” bütün Meclis’e mâl edilerek neredeyse sistem eleştirisi yapılmış. “Meclis’te Başkanlık kavgası yapıp huzur bozarken” ifadesi de bir başka ilginçlik. Çünkü haberde söylendiği gibi bir “Başkanlık kavgası” yapılmıyor. Başkanlık sistemi taraftarlarıyla Parlamenter sistem taraftarları arasında tartışma yaşanıyor. Tabii, bu da söylen(e)miyor.
 
Söz konusu haberdeki son problemli yer ise –ya otosansürden ya da bir ayardan mütevellit— olarak yazılan “milletin evlatları Türkiye’nin huzuru için gittikleri Suriye’de…” cümlesi. Askerin Suriye’deki varlığına her ismi verebilirsiniz ancak ”huzur” kelimesi, sanırım, kullanacağınız en son kelime olabilir. Stratejik, konjonktürel, askerî vb nedenlerle asker Suriye’de olabilir (ki bence bunlar da değil) ancak zorunluluk ve huzur arasından “huzur”u tercih ediyorsanız bu da bu haberi oldukça tartışmalı hale getirir.
 
Kısacası bu manşet hazırlanış açısından oldukça duygu yüklü ve ajitatif olmasına karşın, verdiği mesaj bağlamında tam da o duygusallığı ezen ve yok eden bir içeriğe sahip.
 
Belli ki, bu kanatta, yazılamayanların yanı sıra, “söylenmek zorunda kalınanların” etkisi daha da fazla görülmeye başlanmış durumda.