Ne anlamı var?
Toplumun yaklaşık olarak sadece yarısı bu seçimlerin “özgür ve âdil bir ortamda” yapıldığı kanaatinde
19.07.2018
24 Haziran ikiz seçimleri sonrası, belki de ilk sorgulanması ve sorulması gerekeni konu etmeden, siyasi analiz yapmak pek mümkün olmayacak galiba. Yazı olarak veya sosyal medyada, seçim sonuçlarını veya “başkanlık sistemi” Türkiyesi siyasetine yönelik yorum getirince sıklıkla şu sözlerle karşılaşıyorum: “Ne anlamı var?”.
Ne anlamı var?
Evet; büyük bir siyasi değişikliğin içinden geçiyoruz.
Evet; 9 Temmuz 2018 itibariyle parlamenter sistemi resmen geride bıraktık.
1876'dan beri, Osmanlı'da Birinci Meşruiyet'ten beri siyasi geleneğimizde olan Meclis, artık arka plana itildi; 29 Ekim 1923'ten beri sahip olduğumuz parlamenter sistem, sona erdirildi.
Ve “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı verilen sisteme geçiş yaptık.
Bu büyük değişiklik yaşanırken ki asıl mesele, sandığa güven konusu gibi gözüküyor. “Ne anlamı var” sorusunun ardında yatan temel mesele de, kamuoyu genelindeki “güven sorunu” diye düşünüyorum.
“Ne anlamı var” yorumu bu kadar çok karşıma çıktıktan sonra, bugünlerde üzerinde çalışmakta olduğum Metropoll Araştırma'nın Temmuz ayı “Türkiye'nin Nabzı” raporunu geri dönüp de, bir de “neden bu soru” diye sorgulayarak inceledim.
Elbette, hiçbir veriye bakmadan, hiçbir somut bilgiyi hesaba katmadan “önsezilerle” yorum da yapabilirim. Ancak, siyaset bilimciler ve gazeteciler olarak mesleklerimizin gereği, her yorumumuzu, tezimizi somut biçimde destekleyecek “kanıtları”, “delilleri” sunabilmek…
Mesele de “güven” ise, “bir anlamı olabilmesi” için, bizlerin her şart ve koşulda işlerini en iyi biçimde yapmaya devam etmesi gerekiyor.
Evet, ciddi biçimde “sandığa güven” sorunumuz var: üstelik de kronikleşen ve ayrıştırıcı biçimde. Diğer bir deyişle, Türkiye'deki ağır kutuplaşma, hemen her konuda olduğu gibi, sandığa güven konusunda da söz konusu: neredeyse “yüzde 50'ye karşı yüzde 50” gibi bir ayrışma yaşanıyor. Ve sandık güvenliğine yönelik kutuplaşmanın, toplumsal olarak diğer her konudaki ayrışmalardan da nitelik olarak büyük bir farkı var. Çünkü, siyasete yönelik tüm tavrımızı aslında “sandığa güven” belirliyor.
24 Haziran öncesi ve sonrasında “sandığa güven”
Metropoll'ün, 24 Haziran seçimlerinin “özgür ve adil bir ortamda” yapılıp yapılmadığına yönelik sorusuna araştırmaya katılanların yüzde 54,4'ü “Evet” yanıtını vermiş. Diğer bir deyişle, toplumun yaklaşık olarak sadece yarısı bu seçimlerin “özgür ve âdil bir ortamda” yapıldığı kanaatinde. Buna karşılık da, yaklaşık yüzde 35'lik bir kesim açıkça, seçimlerin “adil ve özgür biçimde” gerçekleşmediğini dile getiriyor. Ve yüzde 10,7'lik bir kesim de, sessiz kalıp “fikrim yok” demeyi tercih ediyor.
Toplumun yarısının seçimlere yönelik, “adil ve özgür” ortam konusundaki “şüpheciliği” bu seçimlere özgü bir durum değil. 7 Haziran 2015'teki genel seçimlerden beri kendini tekrar eden ve 16 Nisan 2017 referandumunda “zirve” noktasına ulaşmış bir güvensizlikten bahsediyoruz.
Metropoll verilerinde geriye gidip de, 7 Haziran'dan bu yana yapılan oylamalardaki “sandık güveni” verilerine göz gezdirdiğimizde şöyle bir tablo ortaya çıkıyor:
7 Haziran 2015'te, “özgür ve âdil bir seçim gerçekleştiğini” düşünenlerin oranı yüzde 53,3 ve “gerçekleşmediğini” düşünenlerin oranı yüzde 38 imiş. Yüzde 8,7'lik bir kesim de, bu konuda “görüş beyan etmemeyi” seçmiş.
1 Kasım 2015'te, “özgür ve âdil bir seçim gerçekleştiğini” düşünenlerin oranı, yüzde 54,3 ve “gerçekleşmediği” kanaatinde olanların oranı yüzde 36 seviyesindeymiş. “Fikrim yok” diyenler ise, yüzde 9,7.
16 Nisan 2017'de ise, referandumun “özgür ve âdil bir ortamda gerçekleştiğini” düşünenlerin oranı, yüzde 44,2. Ve ülkenin sistemini değiştirecek anayasal değişiklikler için sandık başına gidilen bu referandumun “özgür ve âdil bir ortamda gerçekleşmediğini” düşünenler, yaklaşık yüzde 47'lik bir çoğunluk oluşturuyormuş. Yüzde 8,9'luk bir kesim de gene, bu soru karşısında “sessiz kalmayı” yeğlemiş.
24 Haziran 2018'de de, 7 Haziran ve 1 Kasım 2015 seçimlerindeki kutuplaşma tablosu, birebir biçimde kendini tekrar etmiş gözüküyor. Her ne kadar asıl kırılma tablosu, 16 Nisan 2017 referandumunda yaşanmış olsa da, artık Türkiye'de kamuoyunun neredeyse sadece yarısına güven telkin edebilen bir seçim ortamı söz konusu olabiliyor.
Asıl kırılma noktası, 16 Nisan 2017'de yaşanmış dedik; bu oylamadan hemen sonraki Mayıs 2017 Metropoll verilerine göre, “sandığa güven” konusunda iktidar partisini destekleyenler de bile bir tereddüt gözleniyor.
16 Nisan referandumunun “adil ve özgür bir ortamda gerçekleşmediğini” açıkça dile getirenler arasında, Adalet ve Kalkınma Partisi seçmenlerinin yaklaşık 12'si de var. “Fikir belirtmeyen” AKP seçmenleri ile birleştirildiğinde, yaklaşık yüzde 20 oranında iktidar partisi destekçisinin de, “sandığa güvensizlik” içinde olduğu gözüküyor.
Milliyetçi Hareket Partisi'nin seçmenlerinin yaklaşık yüzde 70'i, Cumhuriyet Halk Partisi seçmenlerinin yaklaşık yüzde 92'si ve Halkların Demokratik Partisi seçmenlerinin yaklaşık yüzde 88'i de, 16 Nisan referandumunun “adil ve özgür ortamda” yapılan bir oylama olduğunu düşünmüyordu.
16 Nisan'da anayasa değişikliği zemini oluştuğunu düşünenler azınlıktı
Dahası, 16 Nisan referandumu ile yapılacak anayasa değişiklikleri bir “konsensus”, toplumsal ortak bir anlayış oluştuğu da düşünülmüyordu. Mayıs 2017'de Metropoll'ün verilerine göre, seçmenlerin yaklaşık yüzde 48'i, referandum sonuçlarının “anayasa değişikliği için yeterli görüş sağlanmadığını gösterdiği” düşüncesindeydi. Gene yaklaşık yüzde 11'lik bir kitle, bu soruya yanıt vermek istemiyor; “fikrim yok” diyordu. Anayasa değişikliği için yeterli görüş birliği sağlandığı düşünenler ise, kamuoyunun sadece yüzde 41'ini oluşturuyordu.
“Anayasa değişikliği için yeterli görüş birliği” sağlandığını düşünenler de, ağırlıklı olarak, AKP'li seçmenlerin yüzde 70'i ve MHP'li seçmenlerin de sadece yüzde 30'unun oluşturduğu bir kitleydi.
Görüldüğü gibi, bizi Türkiye olarak 24 Haziran seçimlerine getiren ve “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”nin yolunu açan süreçte, büyük bir toplumsal “anlaşma” ve destekle ilerlemedik. Özellikle de, 16 Nisan referandumu gecesi, Yüksek Seçim Kurulu'nun “mühürsüz zarflar” kararının kamuoyu genelinde “onaylanmamış” olmasına yönelik veriler dikkat çekici.
Mayıs 2017'deki Metropoll verileri, seçmenlerin sadece yüzde 35'inin YSK'nın mühürsüz oy kararını “doğru bulduğunu” gösteriyordu. “Doğru bulmadım” diyenler, yaklaşık yüzde 54 oranındayken, gene yaklaşık yüzde 10'luk bir “fikrim yok” diyen kitle de söz konusuydu. AKP'li seçmenlerin yüzde 69'u ve MHP'li seçmenlerin yüzde 25'i dışında, YSK'nın mühürsüz oy kararını doğru bulan bir seçmen kitlesi de mevcut değildi. Tabii, ağırlıklı olarak AKP seçmeni olan “sessizleri”, yani “fikrim yokçuları” saymazsak…
16 Nisan 2017 gecesi ve sonrası, Türkiye'de muhalefet için herhangi bir dönüşüm yaratma fırsatının kaçırıldığı asıl vakit gibi gözüküyor. Tekrar altını çizerek söylersek 16 Nisan 2017, Türkiye'de “sandık güvenliği” ve bunun ötesinde siyaset için asıl kırılma noktasıydı.
CHP de, 15 Haziran'da başlattığı Adalet Yürüyüşü ile, kendi açısından büyük bir fırsat yakalamıştı.
Bugün sorulan “Ne anlamı var?” sorusunun muhatabı da, gazeteciler, siyaset bilimciler ve politik yorum yapanlar olmamalı. Zaten bu işleri hala dürüst ve objektif biçimde yapmak isteyenler, deyim yerindeyse “bıçak sırtında” bir çaba içindeler. Her ortam ve durumda, her türlü sisteme yönelik siyasi ve hukuki analiz yapılabilir. Her yerin kendine özgü bir hukuki ve politik iklimi vardır; rasyonalitenin, doğru-güvenilir verilere dayalı analizin ve bilginin peşini bırakmamak, işini her koşulda iyi ve dürüst yapmaya çalışmak da, kendi içinde anlamlı bana kalırsa…