Nesne olarak Emin Oktay tarih kitabı

Boğaz’a bakarak mağrur ve akıncı dedeleri, Orta Asya–Viyana salınımında yâd etmek ilginç.

İLHAMİ ALGÖR

16.12.2021

Kendine bir tarih yaz, kafana göre yaz, eloğluna bırakma
“Üç temel madde ve bu maddelerin arkasındaki tarihsellik, Türklerin/Türkleşenlerin görme, duyma, bilme, ilgilenme, duygulanma hallerini şekillendirdiği kadar; görmeme, duymama, bilmeme, ilgilenmeme, duygulanmama hallerini de şekillendirmiştir.” (Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi, Dipnot Yayınları)
 

 

Türklük Sözleşmesi tanımını sık anıyorum. Barış Ünlü, tanıma verdiği anlamı ve yukarıdaki epigrafta yeralan “üç temel madde”yi şöyle açıklıyor: 

“Türk olmakla olmamak arasındaki hayatî farkı Türklük Sözleşmesi kavramıyla incelemeyi öneriyorum. (… ) Zikzaklı bir tarihsel süreç içerisinde tedricen inşa edilen Türklük Sözleşmesi’nin üç temel maddesi vardır:

a. Türkiye’de imtiyazlı ve güvenli yaşayabilmek, toplumsal hiyerarşide üst katmanlara çıkabilmek ya da çıkabilme potansiyelini sürdürebilmek için Müslüman ve Türk olmak gerekmektedir. 

b. Osmanlı ve Türkiye’de Gayrimüslimlere (*) yapılanlar (tehcir, katliam, soykırım, gasp, ırkçılık, ayımcılık vb.) hakkında doğruyu söylemek, bu gruplarla duygudaşlık kurmak ve bu gruplar lehine siyaset yapmak kesinlikle yasaktır.

c. Türkleşmeye direnen Müslüman gruplara, özellikle de buna kararlı ve güçlü bir şekilde direnebilmiş Kürtlere yapılanlar hakkında doğruyu söylemek, onlarla duygudaşlık kumak ve onlar lehine siyaset yapmak kesinlikle yasaktır.

Şimdi buradan Türk Tarih yazımına göz atalım.

“ (Tarih ve Sosyoloji disiplinleri) 1910’lardan başlayarak Müslümanlık ve Türklük sözleşmelerinin inşası süreçlerinde tarihsel, sosyolojik, teorik bilgi sağladılar: sözleşme –dışı insan ve grupları yok saydılar, sözleşmenin sorgulanmasına olanak tanıyacak bilme biçimlerini görmezden geldiler ve sözleşme-içi bireylerin belli tarzda görmeleri, bilmeleri ve duygulanmaları için seferber oldular. (…) Her tarih çalışmasının Türklüğü övmek ve büyütmek üzere yazıldığını kast etmiyorum. (…) Burada kritik nokta, Türklük Sözleşmesi’nin yasakladığı konularda yazılmamış olmasıdır.” (Barış Ünlü, a.g.e)

Şimdi de yazılmayan, söylenmeyen, halı altına süpürülene bakalım. Sinemanın, filmlerin muhayyilemize ince ince üfürdüğü bir örnek üzerinden, sevdiğimiz bir oyuncu’nun, Sadri Alışık’ın Ah Güzel İstanbul'u ile bakalım. 

Jenerik öncesi bir sahne. 

Sadri Alışık, Beylerbeyi İskelesi’nde boğaz vapurunu bekliyor. Sene 1966. İstanbul Rumları, “al 20 dolar ve 20 kilo eşya, çık git, çek git” itelemesini yaşayalı iki sene olmuş. Sadri’nin iskelede beklediği vapur yaklaşıyor. (Eğer vapur, Şirket-i Hayriye’in Göztepe vapuru ise bir zamanlar süvarisi Hüsnü Efendi, başmakinisti Manuk Usta idi.)

O esnada Sadri’nin iç sesi şöyle diyor: “Ahh güzel İstanbul ! Nasıl da bozulmamış o bin yıllık güzelliğin. Ey canım Boğaziçi. (“Canım Boğaziçi” ifadesine, askerî bir yapı, Rumeli Hisarı surları, burçları denk düşer.) Bir zamanlar dedelerimiz de içlenmiş bu güzelliğinin karşısında. Nasıldı o Bimen Şen’in eski bestesi? Ahh ah.. Atalarımız da geçmiş bu sulardan mağrur ve akıncı. Nerede Orta Asya, nerede Viyana Kapıları.”

Boğaz’a bakarak mağrur ve akıncı dedeleri, Orta Asya –Viyana salınımında yâd etmek ilginç. Ki o dedeler Orta Asya’dan gelirken değil ama, Viyana’ya giderken kısmen devşirme idiler. Senaristlerimizin biri Ayşe Şasa. Not edelim.

Vapur gelene kadar kısa bir dönem turu atalım: 1960’larda göç, gecekondulaşma, sendikalaşma, grev, kadın hakları konularına ilişkin filmler çekilmeye başladı. Karanlıkta Uyananlar filmi yasaklandı. Liman işçileri greve gitti. Saraçhane’de  işçi mitingi. Adana’da topraksız köylüler yürüdüler. Aziz Nesin komünizm propagandasından tutuklandı. Kıbrıs’ta çatışmalar başladı. ABD Vietnam’a ek asker gönderdi. Bakanlar Kurulu ATAŞ grevini bir aylığına erteledi. İstanbul’da Coca Cola fabrikası açıldı. Bir çeviri nedeniyle çevirmen Adnan Bend ve dergi yazı işleri müdürü  Afşar Timuçin tutuklandı. Adalet Partisi Antalya milletvekili İhsan Ataöv, “Milliyetçi öğretmenler ayaklandığı gün içim müsterih olacak” dedi. Cumhuriyet Gazetesi yazı işleri müdürü, Kayhan Sağlamer, “Sosyalizm mi, Liberalizm mi?” yazısı nedeniyle tutuklandı. Cezayir bağımsız oldu, Filisitin Kurtuluş Örgütü eylemlere başladı, Endonezya hükümeti Beatles stili saç kesimini yasakladı.

Vapur gelir, Sadri biner, jenerik Bimen Şen’in “Al sazını sen sevdiceğim / Çal söyle benim şarkımı sevdalı sesinle” şarkısı ile akar. Bimen Bey’in anadan doğum itibariyle soyadı Dergazaryan’dır.

***

Sadri’nin iç ses ile andığı, Orta Asya-Viyana geniş yayında varolmuş dedeler, sanıyorum “ne idik ne olduk” duygusu ile, kayıp hissi ile veya örtük bir mağduriyet hissi ile anılıyor.  Orta Asya-Viyana yayında (söz konusu coğrafî yay, 20. yüzyılda da mesela Süleyman Demirel tarafından, Çin’den-Adriyatik Denizi’ne olarak anıldı) gezinen dedelerin bir ucu, avcı-çoban-savaşçı göçebe federasyon/konfederasyon yapısına, diğer ucu tarıma-toprağa, şehirlere yerleşik ayan/bey/feodal güç sahiplerinden asker de toplayabilen, düzenli ordu bulundurabilen devlet yapısına gidiyor. Yani yayın iki ucunda çok farklı tarihsellikler, gündelik hayatın üretimine dair farklı maddî gerçeklikler var. Fakat hayata tarihsel maddeci bakış, sosyalizmi çağrıştırdığı ve başımıza iş açabileceği için, devlet-ordu-fetih ve kutsal kavramlarının kuyruğuna takılıp gezinmek daha güvenli. Biz biraz da Ayşe Şasa’dan söz edelim.

“Doğu-Batı karşılaşmalarını kendinde bir harp meydanı kurarak karşılayan, ama hangi tarafın safında yer alacağını bilemeden çırpınıp duran, sakatlanan Tanpınar’ı sakatlayan şey, elinde avucunda Osmanlı’dan bakiye bir şeyi olmayan sonraki kuşakları, o kuşaklardan birine mensup Ayşe Şasa’yı da yaraladı. (…) Tanpınar ne kadar Cumhuriyet kimliksizliğinin sembolüyse, Ayşe Şasa daha da fazlasıyla mütedeyyinlerin (…) sembolü oldu.” (“Bir Ayşe Şasa kimliğine yürümek”, Mehmet Fatih Kutan, İtibar dergisi, 2014)
 

“Yara”, film kahamanımız Sadri’de de mevcut, ki Sadri genellikle yaralı rollerin başarılı oyuncusudur. Netekim, Ah Güzel İstanbul’da, geçmiş ile şimdiki “kimliksiz” zaman arasında kalmış, her fırsatta medeniyet kaybını ima eden cümleler ile sızlanan mağdur’u iyi oynar. 
 
Mağdur/mağduriyet’e dair bir alıntım var: “İtalyan karşılaştırmalı edebiyat bilimi doçenti Daniele Giglioli 2014’te çıkan Mağdurun Eleştirisi (Critica Della Victima) adlı kitabında, adı üstünde, bizzat mağduriyet kavramının ve mağduriyetin sahiplenilmesinin bir eleştirisini yapıyor. Her şeyden önce, mağduriyeti sahiplenmenin, mağduriyete dayalı bir söylemin, eleştiri ve özeleştiri kabiliyetini kaybetmek anlamına geldiğini vurgulayarak… “ (Tanıl Bora, Mağdur, Birikim)
İki bakış, değerlendirme
Filme dair iki değerlendirme aktaracağım. Birincisi filmin eleştirel bir yapısı olduğunu savunuyor:

“Ah, Güzel İstanbul, bir anlamda 1960’lı yılların başında entelektüel planda yaygınlık kazanan iyimserliğe ve siyasî mahfillerden seslendirilen modernleşme anlatılarına düşülmüş bir muhalefet şerhidir.” (Ah, Güzel İstanbul ve Şehirli Muhafazakârlık”, Mesut Bostan, Türk Sineması Araştırmaları)

Diğeri ise şöyle:     

“Ah Güzel İstanbul’daki İstanbul melankolisi bir perde – hatıra gibi. Burada 'biz', kayıp bir sevgi nesnesi olarak İstanbul’a melankolik yatırımlarla kuruluyor. Gerçek bir kayıp değil, kökenlere dair bir fantezi buradaki. Türk – Müslüman bir İstanbul inşa ediyor. Dahası: Topluluğa içkin şiddeti, 1964 Rum Tehciri’nden iki yıl sonra yapılıyor bu film, görmezden gelmeye, topluluğu hayali bir bütünlük içinde kurmaya imkan veriyor ve bunun nostaljik zemininin yakıtını üretiyor bu ve benzeri filmler, ulusu bir sevgi nesnesi haline getiriyorlar. Bu İstanbul melankolisini, yine o kitapta (**) tartıştığım biçimiyle, Ahmet Hamdi’de ya da Abdülhak Şinasi Hisar’da da görüyoruz. Benzer temsiller, duygu ve düşünce hatlarıyla. İstanbul’un Türk – Müslüman bir homojenliğe dönüştüğü bir zamanda, kayıp bir Türk – Müslüman İstanbul hayal etmeleri, kaybın içeriğini böyle kurmaları, dolayısıyla neyin kaybedildiğine dair bir topografya, peyzaj da kuruyor. Oysa mesela Zaven Biberyan’ın Karıncaların Günbatımı’nı okuduğumuzda orada İstanbul, bütünlük hayali sunan, ben bütünlüğünü tamamlayan bir yer değil.” (Umut Tümay Arslan, kendisiyle yapılmış bir söyleşiden, Duvar gazetesi, Can Öktemer)

“Kendimi Bizanslı hissediyordum. Rum’dum, Yunanlı değildim.”
 
Şimdi biraz da, bir dönem resmî tarihçimiz olan Emin Oktay’dan ve farklı bir tarih/aidiyet hissiyatından söz edelim. Joanna’yı dinleyelim. Babası İstanbul/Pangaltı’da berber idi. 17 yaşında ailece Atinaya göç ettiler. Giderken yanında Emin Oktay tarih kitabı götürdü.
 
“Ben zor öğrenciydim. ‘Türk tarihi okumam’ derdim, ‘ben Bizanslıyım’. (…) Çünkü Bizans için hiç konuşma olmuyordu, ne Türk ne de Yunanistan’dan gelen öğretmenlerden. (…) Yunanistan’dan bir öğretmen geldi. 1 Nisan şakası yaptık. Başladı bağırmaya, ‘Pis Bizanslılar, anneniz fahişedir.’ (…) Her zaman ‘düşmanlar’ diyordu, ‘düşmanları yendik. Konstantin’i böyle yaptık, Malazgirt savaşında düşmanları yendik.’ Bu beni zorluyordu, kışkırtıyordu, çünkü kendimi Bizanslı hissediyordum. Rum’dum, Yunanlı değildim. Aklımın erdiği kadar kendimi bu insanların devamı olarak sayıyordum. (…) Bunun için dedim ben bu tarihi okumam. Emin Oktay’ındı tarih kitabı. Bu kitapları sakladım, buraya gelirken yanıma aldım. Hâlâ evimdedir.” (Joanna, 2010, Atina, aktaran Nurdan Türker, Vatanım Yok Memleketim Var, İletişim Yayınları)
“(Joanna’yı rahatsız eden) görünmezlik ya da olumsuz yansıma sadece Emin Oktay tarih kitabından değil, Yunan tarih öğretmeninden de gelir. Hissettiği aidiyetin yok sayıldığı veya olumsuz tanımlandığı ders kitabıyla İstanbul’dan ayrılıp Atina’ya gittiğinde Bizans felsefesi üzerine akademik çalışmayı da içeren yeni bir hayat mücadelesine girer.” (Nurdan Türker, age.)
Emin Oktay Bey hakkında internette –rivayet mi gerçek mi belirsiz- iki cümlekik bir diyalog dolaşır:
– Emin Bey siz tarihçi değilsiniz, niye yazıyorsunuz?
– İstiyorlar yazıyorum.
Yazıyı bağlıyorum
 
Bağlamadan önce Hamit Bozarslan Hoca’nın bir notuna yer vermek istiyorum. Bir önceki, "Kürdün Nesne Hâli" başlıklı yazıda, yazı sonunda yer alan akademisyen arkadaşımın mektubumsu metni içinden bir cümle, editöryal tercih ile spota çıkarıldı. Ve niyet bu olmamasına rağmen spota çıkarılan cümle, Hamit Bozarslan Hoca’nın Dersim’e dair yaklaşımlarına cevapmış gibi algılanabileceği bir hüviyet kazandı. Değildi. Yazıyı Hamit Hoca’ya ilettim, bir not geldi. Aşağıdadır:

"Sayın Algör,
Nazik mailiniz için teşekkürler.
İzninizle yazınız konusunda özel bir yorumda bulunmayayım, ama aralarında benim de bulunduğum bazı araştırmacıların değişik makalelerde ya da çalışmalarda Kürdistan'ın diğer bölgelerinde yapılan katliamlar üzerinde de durduğunu belirteyim. Dersim konusundaki bir makalede ya da görüşmede Dersim üzerine yoğunlaşmak kaçınılmaz, ama bu Şeyh Said'in, Zilan'in, 1932'nin, 1943'ün, 1946'in, 1961-1975'in, 1963'ün 1979-1980'nin … ya da bize daha yakın dönemlerde Cizre'nin, Afrin'in  unutulduğu ya da ele alınmadığı anlamına gelmemekte. Arkadaşınızın (ve genel olarak hepimizin) Kürdistan üzerine yapılan çalışmaların değişik boyutlara sahip olduğunu hatırlamamızda fayda var."

***

Etienne Copeaux’un, Türk Tarih Tezinden Türk-İslâm Sentezine (İletişim Yayınları) adlı kitabı 1931-1993 arası okutulan tarih ders kitaplarındaki tarih "tez"lerinin oluşumundan söz eder. Ve zaman içinde dönüşümünden. Yani Türkiye’de, orta okul-lise eğitiminde birkaç kuşağa okutulan, ezberlettirilen, yazılı ve sözlüsü yapılan, öğrencinin kitaba uygun cevap verdiği durumlarda onay gördüğü, geçer not aldığı "Tarih Dersi" adlı fantastik dünya hikayelerinin oluşum ve dönüşümünden. 

Tez’den sentez’e evrilirken, belli ki birileri hikâyeyi bükmüş. O hâlde belki de tarih yazımına, bükülebilen hikâyeler hattâ en geniş anlamıyla hikâyeler olarak bakabilirim. Bakabilir miyim? Gelecek yazıda deneyelim.
***

Bir not: Bir önceki yazının manşetinde “Direnen özne nesneleşmiyor, nesneleştirilemiyor” cümlesi yer alıyordu. Selahattin Demirtaş, bir yazısında “sivil ölüm” ifadesini kullanıyor. Acaba “nesneleştirme” ifadesi karşılığı olarak kullandığı bir ifade mi bu:

“… baskı rejimi aktörleri (…) toplumu düşkünleştirmeyi, halkta kültürel çözülmeyi başardıklarında Kürt siyasal hareketini tasfiye etmenin an meselesi olacağını zannediyorlardı. Ama bu olmadı, başaramadılar. Kürt halkı her anlamda 'sivil ölüm'e bütün gücüyle direndi.” (Selahattin Demirtaş, “Aynı düğünün halayına durmak”)

***

Biraz malumatfuruş bir yazı oldu, affediniz.
 
Notlar :
 (*) “Hristiyan ve Yahudilerin Müslüman olmadıkları için uğradıkları ayrımcılık ve baskılar bu kitabın ana konularından birini oluşturuyor. Bu nedenle bu ayrımcı terimi kitap boyunca kullanmaya devam edeceğim.” (Barış Ünlü)
(**) Umut Tümay Arslan, Mazi Kabrinin Hortlakları,  Metis Yayınları.

Tepedeki fotoğraf: Ah Güzel İstanbul'dan bir kare. Yönetmen: Atıf Yılmaz. Yapım yılı: 1966.