Nesneler Anlatabilirler / 1 – Girizgâh

Okuduklarımı hatırlıyorum. Zohrab’ın yüzük ve saatinin akıbetini ve Talât Paşa’nın Krikor Bey’i uğurlarken yanağına kondurduğu öpücüğü.

İLHAMİ ALGÖR

15.11.2021

“Yalnızlık, bir yabancıya anlatamamaktır likörlü çikolatayı. Likörü yapan babananneyi ve onun evini, likörlü çikolatanın durduğu o kâseyi, ekşi-tatlı damak tadını ve anılarını…” 
Rita Ender, Kolay Gelsin, İletişim Yayınları.

 

Rita Ender’in ifadesi iki ağzı keskin bıçak. Metindeki yabancı, sizinle aynı toplumda yaşayan birisi ise, aranızdaki dil’in kopmuş olması yabancıyı da bir çeşit yalnızlaştırır. O, bunun farkındadır veya değildir. Türkiye için mesele biraz da bu. 

20. yüzyıl başlarında Türkiye, geniş bir imparatorluktan, mendil kadar bir coğrafyaya geriledi. Savaş yorgunluğu, “memleket elden gidiyor” halet-i ruhiyesi içinde İstanbul işgalini, Anadolu işgalini, birlikte yaşadıkları gayrimüslimlerin  bir bölümünün davranışlarını gördüler. Ağır travma yaşadılar. Siyasi elitler, karar verici kadrolar “Türk ve Müslümanız” kabulüne sarılarak/sarınarak egemen, başat, ekseriyet olarak güncel problemlerini çözüp yola çıktılar. 

M. Kemal’in, “Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleketiniz sizindir, Türklerindir” şeklindeki Adana Türk Ocağı konuşması (1923) ve İzmir İktisat Kongresi (1923) açılış konuşmasında sarfettiği, “Hâkimiyet-i milliye, hâkimiyet-i iktisadiye ile tarsin edilmeli” cümlesi, çıkılan yolun güzergâhına ve yol alış biçimine dair fikir vemektedir. Bu esnada ciddi bir servet el değiştirdi. O zenginliğin kime nasıl dağıldığı herkesin birldiği bir sırdır.

Yaklaşık 100 yıldır sürdürülen yol, karar vericileri ve toplumu nasıl eğdi büktü, hangi boğumlardan nasıl geçtik, dün neredeydik bugün neredeyiz? Bu sorulara cevap veremeyebilirim. En azından denerim. Ki zaten, "Nesneler Anlatabilirler" yazıları, bir çeşit yüksek sesle düşünme biçimidir.

Meram

2021 Mayıs ayında, 6-7 eylül 1955 pogromuna (Septemvriana) dair hafızası, arşivi ve ilgisi bulunan, adlarını vermeyeceğim birkaç kişiye e-mektup yazdım:

“6-7 Eylül 1955 için bir dosya açtım. Tanıklıklardaki parçalanmış, yağmalanmış nesneleri topluyorum. Ticarethanelerden ziyade evler, meskenler ile ilgileniyorum. Dönem edebiyatını tarayarak, tanıklıklarda adları geçen nesnelerin edebiyatta karşılıklarını, izlerini sürmek istiyorum. Nasıl bir gündelik hayat dokusu içinde yer aldıklarını görmek istiyorum.” 

Sonra rahatsızlandım ve üç ay kadar ara vedim. Böyle bir dosyayı neden açtığımı şimdi hatırlamıyorum. Hisli Kirpi'yi tamamlayıp yayınevine göndermiştim. Belki çalışma masam boş kalmasın istedim. Hangi düşünce ile 6-7 Eylül 1955 tanıklıklarını okumaya başladı isem aşağıdaki paragraf yol göstericim oldu :

"Yayamın evindeyken orada gördüklerime inanamadım. Kapılar ve pencereler artık yoktu. Buzdolapları, dolaplar, aynalar parçalanmış ve evinin önüne yığılmıştı. Yataklar, yorganlar kesilmiş, yünler her tarafa dağıtılmıştı. Elbiseler, ayakkabılar, örtüler, halılar lime lime edilmiş, yığınlar halinde tabak çanak binlerce parçaya bölünmüştü. Somya parçalanmış, avizeler, vitrinler, masalar, sandalyeler ve koltuklar baltayla kesilmişti. Yerde odun, kömür ve gaz, tuz ve şeker, yağ ve yumurtalardan bir birikinti oluşmuştu. Soba da tahrip edilmiş, bazı valizlerin içindekiler dahi makasla kesilerek kullanılamaz hale getirilmişti." (1)

Yukarıdaki nesnelerin edebiyatta karşılığını bulabilirsem, nesneleri saldırılardan önceki hâllerine geri iade ederim, orada insanlar akşam yemeğine oturur, belki gülüşür şakalaşır belki didişir tartışır, ama içeride bir hayat döner. Sevişirler, uyurlar, sabah uyanır, kahve içer, işlerine bakarlar. Çocuklar talebe iseler okullarına, çalışıyorlarsa işlerine giderler. Bu hanede yaşayan insanlar da herkes gibi yer içer,  kenefe gider, su döker, kilolarından şikayet eder vs. Senin benim gibidir yani, gayri insan değildir. 

Eğer bunu yapabilirsem 6-7 Eylül 1955 gibi, her sene basın aracılığı ile aşağı yukarı aynı şekilde verilen, aynılık tekrarı ile artık içi boşalmış ve bunu hak etmeyen, üstelik zaman yayında geriye ve bugüne doğru hareket ettiğinizde benzerleri de olan, yani süreklilik arz eden kronik, yapısal bir itip kakma tarihine dikkat çekebilirim belki. 

Sürekli ve kronik 

Hafızam boş değil, okuduklarımı hatırlıyorum. Krikor Zohrab’ın yüzük ve saatinin akıbetini ve Talât Paşa’nın Krikor Bey’i uğurlarken yanağına kondurduğu öpücüğü. O nasıl bir öpücük?

Mübadele’de Kayaköy/Levissili Rumların yanlarında bir kuş yuvası götürdüklerini bir belgeselden hatırlıyorum. (2) “Mübadele’nin statüsü başka, iki devlet arasında anlaşmalı bir uygulama. Pogrom’a, itip kakma tarihine girmez” denebilir. Olabilir. Fakat ben Levissili Mihail Bey ile o 70-80 yaş aralığında iken tanıştım. Fethiyeden gemi ile ayrılırken dokuz yaşlarındaymış. Başında bir denizci şapkası varmış. Şapkayı düşürmüş almasına izin vermemişler.   

(1934 Trakya pogromu için siz bir anlatıcı nesne seçin. Ve mülklere el koymayı, arka plan işleyişini not düşün.)

Kasket ile devam edeceğim. 38 Dersim Tertelesi’nin Erzincan ayağında, kamyonlar sürgün edilecek “menfi”leri Erzincan’dan Ilıç’a taşırken kamyondaki bir adam kasketini düşürmüş. Uzun, derin bakmış  ardından. Bunu bana o yıllarda çocuk/genç olan biri anlatmıştı. Unutmama izin vermeyecek bir ses tonu, ses bükülümü ile.

Yine 38’ Dersim Tertelesi’nde annemgil sürgün edilirken (Erzincan) aşağı köylerden gelip evin kapılarını sökmüşler. Anneannem, “Bari biz gidene kadar bekleseydiniz” demiş.

(Burhan Uygur’un Kapı adlı o muhteşem resmi,  eskiciden alınmış çıkma bir kapı üzerine yapılmıştır. Bir evin cümle kapısı, eskiciye nasıl düşer?) 

Varlık Vergisi yılları (1942-….) mezat fotoğraflarına bakın, evlerden alınıp sokağa serilmiş halılar… Mantolu, paltolu hanımlar beyler seçici bakışlar ile halıları inceliyorlar. Vergiyi ödeyemeyen taş kırmaya, yol yapımına gidiyor. Adına “askerlik” diyorlar. Sağlıksız koşullarda geçen yıllar. Çavuş palaskası, yarım tayın…

“…4 sene askerlik yaptım ben. 1942’de gittim 46’da döndüm. Bizi amele diye almışlardı. Kahverengi üniforma vermişlerdi. Herkes soruyordu bu kahverengi üniforma ne diye…” (3) 

***

“Ne kadar zayıflamışsın, ne kadar değişmişsin sen! Tevekkeli tanıyamadım seni yukarıdan baktığımda. Sana ne olmuş böyle! Hasta mısın?”

“Uykusuzum”

“Önce bekçi sandım seni. Bu kahverengi elbiseler de ne? Üniforma mı değişti?”  (4)

Halı’dan devam edelim. “Sandero’nun annesi” 20 dolar, 20 kg sürgününde (Apelasis)  Atina’ya giderken (1964) Eylül 1955’te saldırganların kestiği halının bir parçasını da yanında götürür. (5)  

***
Neticede  yukarıdaki zaman yayını (1915-1964) bugüne doğru uzatabilirsiniz. Sadece Rum, Emeni, Yahudilerle sınırlı kalmaz, diğer “ötekiler” ile kalabalıklaşır.

Ez cümle, bu topraklarda adaletsizlik ve cezasızlığın neden kol kola gitiğini ifade için başka bir dil bulabilirsem, kronik sürekliliğin sadece itilip kakılanı değil, tanık olanı, elinden bir şey gelmeden tanık olanı da zamanla zehirleyip kararttığını, toplamda ve zaman içinde bir tortu gibi bütün hayatlara sindiğini, hayatı acılaştırdığını… 

Mektubumu şöyle bitirdim:

“Fikir cenin aşamasında, taslak bir fikir. Görüş, uyarı, eleştiriye ihtiyacı var. Neticede kitap olarak değil, çok dilli digital bir sergi hayal ediyorum. İzleyici katkılarına açık, nefes alan  bir sergi.”

Bu arada Kulüp dizisi ortalığı kırdı geçirdi. İyi oldu. 

—————-

Gelecek bölüm : Madunluk, görünmezliğe itmek, sesini kısmak: Topluluğun nesneleştirilmesi

—————-
Notlar:

1 Antonis Augustionis ile mülakat, 6-7 Eylül Olayları, Dilek Güven; Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

2 Demokrat Parti yıllarında Kayaköy/Levissi evlerinin para edebilecek nesnelerinin yağmalanmasına yol veren resmî bir düzenlemeya dair bir dip not okuduğumu hatırlıyorum. 

3 Varujan Köseyan ile sohbet, May 2011, Talin Suciyan,  AGOS.

4 Zaven Biberyan, Karıncaların Günbatımı, Aras Yayınları.

5 Nurdan Türker, “Vatanım Yok Memleketim Var”, İletişim Yay.

***

Tepedeki fotoğraf: Halısı yağmalanmış odada 3 kadın. Hera Taşçıyan sergisi, Salt Galata)

 “6-7 Eylül’ün benim için hem kendi aile külliyatımda hem toplumsal bellekte uzun soluklu bir depreme eşdeğer. Anneannemin anlatımıyla, pencerelerinden yüzlerce eşyayla beraber fırlatılan halılar, zihnimde yaşanan bu sarsıntının en belirgin örnekleri arasında yer etti. Halı, üzerine bastığımız, yeryüzünün soğuk gerçekliği ile üzerinde akan şimdiki zaman arasında bir sınır oluşturan, yaşantılarımızın gündelik kaydını bünyesinde toplayan bir bellek külliyatı. (…) Anneannemin pencereden fırlatılan rulo halindeki halı anlatımı bana bastığımız yerin tekinsizliğini hissettirirken, diğer yandan 2015 yılında SALT Beyoğlu’ndaki ‘’Yüzyılların Yüzyılı‘’ sergisi için ürettiğim bir işe de vesile oldu.”  Hera Büyüktaşçıyan Kaynak: Çatlak Zemin – https://catlakzemin.com/kadinlarin-6-7-eylulu/