Netflix’ten Uber’e: Türkiye’nin yenilikle imtihanı

Taksici komünitesi, Uber kullananları (kullanıcı olarak da araç sahibi olarak da) hızla aziz vatanı zaptetmek isteyen birer hain olarak kodladı

SARPHAN UZUNOĞLU

12.03.2018

Devletin kasası ne zaman boşalmaya başlasa, çoğunlukla da işçi sınıfı ve orta sınıfı daha yakından ilgilendiren bir vergi tartışması başlıyor. Genellikle sermaye sahipleri ve futbol kulüpleri gibi “hatırlı” finansal öznelerin (özel olsun tüzel olsun) canını yakmayan vergiler de doğrudan “aşağıdakilerin sırtına” yükleniveriyor. Tabii OHÂL zamanında vergi tartışmasının tadı da başka oluyor. Dilimizin artık içine işlemiş kalıplarla konuşan farklı “çıkar grupları” Uber şoförlerinden Youtuber’lara dek yeni teknolojilerden yararlanan birey ya da oluşumları hızla terörize ediyor. Bir anda ortaya “denetlenmeyen gelirler”, “ne idüğü belli olmayan şeyler”, “kökü dışarıda uygulamalar” gibi anlamsız birtakım kalıplar dökülüyor. Yetmiyor, taksiciler müşteri gibi çağırdıkları Uber şoförlerini darp ediyorlar; devletse taksicilerden daha cevval bir refleksle bütün yeni nesil yayıncılık deneyimlerini denetim altına almak için hop diye çıkarıveriyor yasaları.
 
Toplumsal olarak bunalıma girmiş, Cüneyt Özdemir’in bana çok hoş gelen deyimiyle eğlencesini yitirmiş Türkiye’nin Twitter zaman akışına uzaktan baktığınızda aslında tüm bunlar eğlenceli görünebilir. “Başka ülkede yaşayamam” diyerek kendimizle ve durumumuzla dalga geçer gibi yaptığımız o trajik anlardan biri daha yaşanabilir. Ancak hâlâ seçim dönemlerinde karasal yayında yalnızca hükümet yanlısı kanalların yayınlarına erişilebilen, bazı gazetelerin dağıtımı engellenen, onlarca yayınının kapısına kilit vurulmuş, binlerce gazetecisi işsiz kalmış, dijital yayın platformlarına yalnızca belirli bir sınıfın belirli bir grubunun hâkim olduğu bir ülke aslında hiç de eğlenceli değil, başka yerde yapılamayacak derecede bağımlılık yapıcı, hiç değil. Değil hakikatinden, birlikte yaşadığı insanlardan bile yabancılaşmış, McLuhan’ın tabiriyle yeni dönemde tekrar kabileleşmiş Türkiye toplumu, şeffaflık yoksunluğu içerisinde çok gürültülü ama hiçbir şey söylemeyen bir durumda. Gazeteler de toplumsal hayatta karşılığı olmayan konuları tartıştırmama konusunda çok istekliler. Gündelik hayatın sorunları elbette çözülemeyecek kadar karmaşık görünebilir; ancak tüm dünyada çözüm gazeteciliği ve benzeri trendlerin yükseldiği bir dönemde üç maymunu oynayarak yalnızca yüksek siyaset ve süper lig arasına sıkışmış bir gündemle Türkiye’yi “anlatmaya çalışmak” bir çeşit suça iştirak anlamına geliyor. O nedenle bu Netflix ve Uber tartışmalarına dair bir itiraz dile getirmekte fayda var.
 
Netflix: Kullanıcıya dost, “kıllanıcıya” düşman
 
İlkin şunu söylemeliyiz. Netflix ve benzeri teknolojiler tüm dünyada giderek yaygınlaşıyor. Şu anda bulunduğum Norveç’te, akıllı bir televizyonda iki üç Norveç platformunun hizmetlerine erişmek mümkün. Hattâ öyle ki kamu yayıncısı olan NRK’nin bile kendi dijital platformu var ve oldukça gelişmiş bir platform diyebiliriz. Tabii şimdi “Türkiye’de de Puhu TV ve Blu TV var” itirazı gelecek. Doğrudur; var. Ancak bu platformların sürdürülebilirliği için onları düzenli olarak para verip tüketmeye devam edecek kitlelere ve şarap kadehlerinden sevişme sahnelerine dek her şeye takmayacak demokratik bir medya ortamına da ihtiyaç var.
 
Son yıllarda sosyal ağlardaki paylaşımları nedeniyle gözaltına alınan ya da tutuklanan kişilere dair istatisiklere baktığımızda dahi tünelin ucunun bu tarz platformlar için pek de aydınlık olmadığını görmek gerekiyor. Çünkü Türkiye’de yönetici sınıf için böyle dinamik içerikler daima sıkıntılı. Dahası, Netflix Trump’ın kendisini süper star ilan etmesine neden olan az rating’li Oscar yayını dahil birçok yeni durumun mimarı. Yaşam tarzını dönüştüren, bir şekilde özellikle eğitimli gençler arasında yeni bir sosyalleşme aracına dönüşen bir platform. Bu platformu Abdülhamit belgeseli ile açıp Diriliş Ertuğrul dizi müzikleriyle kapamak da pek mümkün değil. Üstelik Netflix’te “kızlı erkekli” arkadaş gruplarının birlikte yaşamasından (bkz. New Girl) faşizme dair geniş eleştirileri olan Nazizm temalı belgesellere birçok yeni Türkiye standardına göre “hassas” içerik var. Birçoğu dünya standardında oyuncuların oynadığı dizileri yahut tüketim toplumundan erkek egemenliğe kadar birçok başlığı eleştiren belgeselleri içeren paketiyle Netflix’in bizim büyüdüğümüz dönemin TRT 2’si tadında entelektüel olmasa da, toptan bir yozlaştırma saldırısı altında olan toplum için bir çıkış noktası olduğu ortada. Tıpkı, birçok anne babanın şimdinin neo-muhafazakâr çizgi filmlerine mahkûm olmasınlar diye açıp Youtube’dan çocuklarına “eski” çizgi filmleri izletmeleri gibi, bizim kuşağımız da azıcık kalan akıl sağlığını Netflix’le koruyor.
 
Uber: Levyesiz taşımacılık
 
Akıl sağlığı demişken. Türkiye’de taksicilik endüstrisinin en temel sorunlarının başında “yakınmacılık” geliyor. Taksiye binen biri için “yakınma” davranışı ile karşılaşma ya da şoförü “yakınmaya itme” bir tür gelenektir. Ancak taksiciler “yakınma” yeteneklerinin yanına şimdi de yeni yetenekler eklediler. Uber çağırıp şoförünü darp etmek de dahil türlü  “direniş” mekanizmaları geliştirdiler. Bitaksi ile çağırdığınızda bile “çağırmışsınız ama gideceğiniz yer ters abicim, iptal ediversenize” diyeni dahil numunelik örnekler barındıran muhteşem taksici komünitesi, Uber kullananları (kullanıcı olarak da araç sahibi olarak da) hızla aziz vatanı zaptetmek isteyen birer hain olarak kodladı. Çok geniş bir demografiden oluşan taksiciler kullanıcı deneyimi, esneklik, seçim hakkı ve değerlendirme gibi çok temel bazı müşteri haklarına dayanan bu yeni sistemden memnun değil. Uber’in kullanıcı deneyimi de elbette yaygınlaşması, meşrulaşması ve şoförlerinin kültürel uyumları gibi meselelerle birlikte kendi sorunlarını doğuracağı aşikâr; ancak bir uygulama ve servisin Türkiye’de öfkelenilmesi gereken binlerce şeyden daha hızla gündemleşmesi ve hattâ toplumsal bir kriz muamelesi görmesi tesadüf değil. Dahası, vergi ve denetlenebilirlik gibi kavramların tıpkı medya özgürlüğünde olduğu üzere burada da kırbaç olarak vatanperver taksici esnafınca sallanması de tesadüf değil.
 
Taksicilerin Uber’e olan düşmanlıkları aslında artık patlama noktasına gelmiş bir öfke krizinin sızma noktalarından biri. Seks işçilerinden milletvekillerine dek –taksiciler kendileri böyle tanımlıyor–  geniş bir kitleyi taşıyan ve bazen eve patrona borçlu şekilde dönen taksiciler soluğu öfkeli kahve sohbetlerinde veya Uber şoförü dövme “etkinliklerinde” alıyorlar. Aslında yaşanan şey, parasını yetiremeyen ve yaşayamayan bir grubun, öfkesini yöneltecek bir yer bulamayacak kadar kendini şaşması. Tabii burada “mal sahibi” değil de direksiyon başında para kazanan taksicileri kastediyorum, diğer tartışma farklı bir boyuta sahip ve Uber’e kızgınlıkları bambaşka bir gayrimeşruluğa işaret ediyor.
 
Yurttaşsız yurt, sorunsuz yönetim
 
Aslen Netflix’siz medya ve Uber’siz taşımacılık tıpkı talebesiz milli eğitim gibi artık neredeyse imkânsız. Ülkece hak ve özgürlükler bağlamında “Çinleşme” konusundaki ısrarımız bu “neredeyse” sözcüğünün mimarı olmakla birlikte; bir şeylerin yönetilebilir kılmak adına merkezîleştirilmesi, devletin bir kontrol mekanizması olmak dışında topluma herhangi bir yarar sunmaması gibi olgular bir dönemin “düşünmezseniz X sorunu yoktur” kalıbının bugün “yasaklarsanız X sorunu yoktur” kalıbıyla yer değiştirmesine neden oluyor. Bu da ortaya global ekonomik mekanizmalardan izole, sürekli takımdan ayrı düz koşu hâlinde bir Türkiye bırakıyor. Geçtiğimiz yıllarda biraz da anlamsız bir optimistlikle gazetecilerin nasıl Netflix benzeri modelleri hayata geçirebileceğini konuşurken, dava kapılarında bir mesleğin onurunu gözetiyoruz. Yine de, drone’unuzu nasıl uçuracağınızdan Amazon siparişinizin nasıl vergilendirileceğine kadar her konuda trendleri takip eden; ama bir türlü meseleyi kavrayamayan, kavrasa da işine gelmeyen bir yönetim organının gözetiminde, yeni medyanın geleceğinin ne olacağını izlemek “dışarıdan bakınca ilginç”, “içeriden bakınca korkunç”.