Normalin zulmünde kendilik muharebeleri
Kendi filmimizin bütün anları için, acının da sevincin de hası adına bir kez daha selam olsun hayata ve edebiyata.
26.11.2023
Normal kavramıyla sınavımız bitmiyor. Akıl almaz toplumsal ve bireysel zulümlerin dayatıldığı zamanlarda farklı coğrafya ve kültürler içerisinden dönüp dolaşıp aynı çetin savaşta buluşuyoruz. Kabul edilemez bunca şey nasıl olağanlaştırılır? Biz bu cinnetin orta yerinde akıl sağlığımızı koruyarak, kendi değerlerimize ihanet etmeden yaşamanın yolunu nasıl buluruz?
Psikolojik en ufak rahatsızlığın, en küçük uyumsuzluk emaresinin bulaşıcı tehlike ve devasa bir tehdit olarak görüldüğü bir dünya burası. Alabildiğine köşeli ve haşin. Yazılı olmayan kuralların sorgulanmaksızın düzen belirlediği bir “normaller” cehennemi. Her taşı insan eliyle kurulu.
Bir refleks olarak elim Sally Rooney’nin Normal İnsanlar’ına gitti. Çivi çiviyi söker misali. Özgün adıyla 2018’de yayımlanan roman, 2019’da Can Yayınları’ndan Emrah Serdan çevirisiyle okurlarla buluştu. Hikâyenin tanınırlığı, on iki bölümden oluşan tek sezonluk 2020 yılı İrlanda yapımı aynı isimli diziyle pekişti. Lenny Abrahamson ve Hettie Macdonald’ın yönetmenliğinde Sally Rooney’nin Alice Birch ve Mark O’Rowe’un senaryosunu yazdığı dizi başrol oyuncuları Daisy Edgar-Jones ve Paul Mescal’in yalın oyunculukları ve sinematografisiyle göz doldurdu. Ben diziyi bu seferlik bir kenara koyarak ana kaynağa dönüyor ve kendine hayrı olmayan iki gencin birbirine iyi gelme macerasına roman eşliğinde koyuluyorum.
İrlanda’nın Atlantik kıyısındaki County Sligo’da Carricklea kasabasında başlayan roman iki baş kahramanını Dublin’deki Trinity College, İsveç ve İtalya coğrafyalarında ilerletiyor. 2011’de başlayıp 2015’e uzanan ve ayrılıklarla bölümlenen anlatım, okurdan tıpkı gerçek hayatta olduğu üzere boşluklara talip olmasını da bekliyor.
Zengin bir aileden gelen son derece zeki, içe kapanık Marianne Sheridan, lise arkadaşlarının türlü zorbalıklarına uğrayan uyumsuz bir genç kadın. Gündelik hayatına tecrit demek abartı olmaz. Barları, gece kulüplerini, komşu kasabaları bilmiyor. Hayatı ev, kilise, okul ve giderek yakınlaştığı Connell’ın evinden ibaret. Asıl büyük dramı ise bin bir zorlukla ve yıllar sonra sadece Connell’a itiraf edebildiği, biz okurlarınsa ta en başından onunla birlikte tüylerimiz ürpererek tanık olduğumuz ev içi şiddet. Ölmüş olan babanın anneyi ve kendisini döndüğü yıllar, abi ve annenin Marianne’e dönük psikolojik taciziyle sürüyor. Marianne’nin hayatının zorluğuna tanık olan tek kişiyse o evde temizlik işlerine yardımcı olan Connell’ın annesi Lorraine.
Connell Waldron, işçi sınıfından bir çocuk. Annesi Lorraine, onu 17 yaşındayken doğurmuş, babasının kim olduğunu bilmiyor. Ağabeyleri hapiste. Aile sürekli maddi sıkıntılarla boğuşuyor. Ama kitabın en sağlıklı ilişkisi yine de bu anne ve oğul arasındaki aslında. Lorraine hem sevgisini, desteğini esirgemeyen hem de oğlunun davranışlarını tasvip etmediğinde onu açık sözlülükle sarsmaktan geri durmayan bir anne. Connell okul ortamında sevilen, futbol oyuncusu, çalışkan ve popüler bir genç. Annesinin Mariannelerin konağında çalıştığını saklayan Connell, Marianne’le yakınlaştığının da okulda bilinmesini istemiyor. Paylaştıkları zamanın anlamına taban tabana zıt bir ilgisizliğe bürünüyorlar. İşin tuhafı Marianne, tam da ailesinden uğradığı saldırının artçısı olarak zaten kimsenin kendisini “normal” bularak arkadaş dahi olmak istemeyeceğini kabullenmiş görünüyor. Dış dünyaya karşı kimselerin sarsamaz göründüğü buzdan bir kayıtsızlık zırhı var. Hatta bu kayıtsızlık parlak zekasından ötürü aşağılama ve küstahlık diye dahi yorumlanıyor. Zırhı delmesine bile isteye izin verdiği tek kişi olan Connell, mezuniyet gecesine kendisini değil başka bir genç kadını davet edince Marianne okulu ve Connell’la olan tüm iletişimini bırakıyor. Bir daha o sınıf odasından içeri girmeden ve Connell’ı hiç görmeden mezun oluyor.
Yeni eşikler, değişen roller
Hayatlarının yeni bir durağında Connell ve Marianne’i bu kez Dublin’de Trinity College’de karşılaşırken görüyoruz. Connell, Marianne’in cesaretlendirmesiyle burada edebiyat okumaya karar vermişti. Marianne ise siyaset biliminde. Kartlar yeniden dağıtılıyor. Marianne, varlık durumu kendisine benzer insanlar arasında geçmişini bilmeyen yepyeni bir ortamda esrarengiz “cool” öğrenci olarak parlıyor. Connell ise bütün çabasına karşın hep biraz “taşralı” kalıyor.
Romana adını da veren “normallik”, anlatının esas meselesi ve bir anlamda yazarın da meramı. Marianne’nin gözünden baktığımız dünyada sıradan kabul edilen ve sorgulanmayan pek çok şey aslında insan onuru açısından kabul edilebilir şeyler değil. “Marianne’in sınıf arkadaşlarının tümü okulu çok seviyor, normal buluyor. Her gün aynı üniformayı giymek, keyfi kurallara daima uymak, uygunsuz davranışlar tespit edilmek üzere sürekli izlenmek ve takip edilmek, bunlar onlar için normal şeyler. Okulda baskı gördüklerini hissetmiyorlar.”
Öte yandan ikili arasındaki dinamiğin tanımı, “normal” kelimesinin de ilk geçtiği yere denk geliyor: “Marianne’le konuştuklarında, aralarında mutlak bir mahremiyet hissi olduğunu hissediyor. Ona her şeyi, en tuhaf şeyleri bile anlatabileceğini, Marianne’in laflarını kimseye yetiştirmeyeceğini biliyor. Onunla yalnız kalmak, bir kapıyı açıp normal hayatı terk etmeye ve kapıyı arkasından kapatmaya benziyor.” Onların arasındaki mahrem yakınlık, kalıplı her şeyi dışarıda bırakacak güçte. Ve bunun ikisi de farkında. Tıpkı şu aydınlanma anında olduğu gibi: “Başını eğdi Connell. Birkaç saniye hareketsiz durdular; kollarıyla onu sarmıştı, nefesi kulağındaydı. Birçok insanın hayatı, diye içinden geçirdi Marianne, bir başkasıyla bu kadar yakınlaşamadan geçip gidiyor.” Ya da Connell’in yine kim bilir hangi tuhaflıkları üzerine karşılıklı kahkahalara büründükleri anda istemsizce bulunduğu itiraf gibi: “Marianne, dedi, hiç inançlı biri değilim ama bazen Tanrı’nın seni benim için yarattığını düşünüyorum.” Ve yine Marianne’nin bütün o sözde dönemlik arkadaşlar evden gidip de Connell’la yalnız kaldıkları anda hissettiği rahatlamanın tarifinde olduğu gibi: “Sonunda sokak kapısı kapanıyor ve Connell’la yalnız kalıyorlar. Marianne omuzlarının gevşediğini hissediyor, yalnızlıkları bir rahatlatıcı maddeymiş gibi.”
Anlatı boyunca tırnak işaretli tek bir diyalog yok. Her konuşma tıpkı düşünceler, duygular ve bütün söylenmeyenlerle birlikte dümdüz bir şekilde akıyor. Dolayısıyla repliklerin kendisi de kitabın en büyük meselelerinden biri olan iletişim sorununun bir parçası. Söylenen düşünülenle, hissedilen saklananla, gerçek hayalle karışıyor kimi zaman.
Rooney, karakterlerin beden dilinden tiklerine, yüz ifadelerinden nesneleri tutma biçimlerine sayısız duyusal ayrıntıyla kahramanları kendi hayatımızdan bilirmişiz gibi hissettiren bir samimiyet yaratıyor. Gerek Marianne’nin gerekse Connell’in birbirilerinden bağımsız olarak hissettikleri aidiyetsizlik ve gelip geçicilik hissi de okura doğrudan geçiyor. “Hosteller ucuzdu, ziyaret ettikleri şehirlerde tatlı bir geçici his vardı. Hiçbir yaptığı Connell’ın aklında kalmıyordu sanki. Yolculuk baştan sona ona bir defalığına gösterilmiş, sonrasında konusunu çıkarabilse bile olaylarını hatırlayamadığı bir dizi kısa film gibi geliyordu. Taksi camlarından bir şeyler gördüğünü hatırlıyor sadece.”
Marianne İsveç’te geçirdiği dönem boyunca kayıtsızlık duvarlarını alabildiğine sağlamlaştırıyor: “Dış dünya, ayarı bozulmuş eski bir televizyon ekranı gibi. Görsel gürültü, etrafını yumuşak parçalara bölüyor… Birkaç haftadır bir his var üzerinde; koruyucu bir ambalajın içinde gezindiğini, cıva gibi yüzdüğünü hayal ediyor. Dış dünya dış yüzeyine dokunuyor ama diğer kısma, içeriye ulaşmıyor.” Bu durağanlığı bozan ansa, rızaya dayalı sadist sahnelerine katıldığı Lukas’ın “Seni seviyorum” dediği an: “Yaptığı o ürkünç şeyleri sevgisinden yaptığına gerçekten inanıyor olabilir mi? Şu dünya, sevgi denen şeyi kimsenin şiddetin en adi ve aşağılık biçimlerinden ayırt edemediği kadar kötü bir yer olabilir mi? Dışarıda nefesi ince bir sisi halinde yükseliyor ve kar yağdıkça yağıyor; tek bir mini minnacık hatanın bitip tükenmeden tekrar edip durması gibi.”
O an anlıyoruz ki aldığı bunca hasar ve yıllardır maruz kaldığı psikolojik taciz sonrası sevilemeyeceğine, değersiz, arızalı ve kötü olduğuna inanan Marianne için sevgi denen şeyin halen bir anlamı, gerçekliği var. Dahası sevgi onun için Connell’la paylaştığı ilişkinin sahiciliği demek ve buna saldırı olarak gördüğü her yalan replik onu delirmenin eşiğine getirebilir. Çünkü Marianne, uğruna her şeyi yapabileceği Connell’ın ona zarar vermeyeceğini biliyor. Bu tersine dinamik ona ilk kez kendisini sevilebilir hissettirirken, Connell’ı da bütün cici çocuk maskelerinin ötesinde ilkel özüyle ödeştiriyor.
Connell, pek de samimi olmadığı lise arkadaşı Rob’un intiharıyla kendi dengesini yitirdiğinde Marianne’in bir ömür bildiği bir gerçeği ilk kez teninde yaşıyor: “Akıl sağlığı yerinde olmayan insanlar bir yerde kirlidirler ve tehlikeli olabilirler.” Arkadaşına dair hatırlamaya değer bulduğu tek ânı, yine bir sahicilik selamı: “Ama o zamanlar böyleydi dünyaları. Günlük hayatlarında duygularını öyle dikkatle bastırıyorlar, öyle daraldıkça daralan alanlara sıkıştırıyorlardı ki sonunda en ufak bir olay bile delirtici, korkutucu bir önem kazanıyordu. Futbol maçlarında birbirlerine dokunabilir, ağlatabilirlerdi.”
Korunaklı cennetler yok
Sınıf farklılığı ve neo-kapitalist politikaların küçük hayatlar üzerindeki etkilerine dair nice incelikli ayrıntı özellikle Connell’ın hayatından bize bakıyor. Connell’in üniversiteye davet edilen bir yazarla yapılan okuma etkinliğinde hissettiği yabancılaşma ve kopuş, Rooney’ye de günümüzde edebiyatın bir eğlence sektörü tüketim alanına dönüşmesi karşısında hissettiği haklı öfke ve isyanı paylaşma imkânı vermiş. Korunaklı cennetler yok. İradeyle sahip çıkılabilecek küçük umutlar var. Yazar, yaratma edimine duyduğu saf inancı her şeye karşın korumayı seçiyor: “Sınıfsal bir temsile dönüşmüştü kültür; edebiyatıysa eğitimli insanlar kendilerini sahte duygusal yolculuklara çıkardığı, sonra da okumaktan hoşlandıkları o duygusal yolculukları yaşayan eğitimsiz insanlardan kendilerini üstün görmelerine izin verdiği için fetiş haline getirmişti. Yazar iyi bir insan olsa da, gerçekten zekice bir kitap yazmış olsa da, nihayetinde tüm kitaplar statü göstergesi olarak pazarlanıyordu ve yazarların tamamı da belli bir ölçüde bu pazarlamanın parçasıydılar. Bütün sanayi tahminen bu şekilde ekmek yiyordu. Edebiyat, okuma etkinliklerinde gösterildiği haliyle hiçbir şekilde bir mücadele biçimi olamazdı. Yine de Connelll o gece eve döndükten sonra yeni bir öykü için karalamaya başladığı notların üzerinden geçtiği zaman, bedenine o tanıdık hazzın gene çarptığını duydu: Kusursuz bir golü seyretmek gibi, ışığın yapraklardaki hışırtısı gibi, sokaktan geçen bir arabanın camının arkasından gelen bir müzik hecesi gibi. Her şeye rağmen böyle neşeli anları vardı hayatın.”
Romanın İrlanda’daki Gazze protestolarına dair bölümü ve Marianne’i saran melankolik beyhudelik hissi tanığı kılındığımız bugünün zulmüne nasıl da denk düşüyor bir yanıyla: “Geçen hafta Connell ve Niall’la Gazze’deki savaşı protesto etmeye gitmişlerdi. Ellerinde dövizler, megafonlar ve pankartlarla binlerce insan oradaydı. Marianne hayatının bir anlamı olmasını istiyordu o zamanlar; güçlünün zayıfa zulmetmesine engel olmak istiyordu; daha birkaç yıl önce tüm bunları elde edebileceği kadar akıllı, genç ve güçlü hissettiği zamanları da hatırlıyordu; oysa şimdi masumların korkunç bir zulme maruz kaldığı bir dünyada yaşayıp öleceğinin, en fazla bir avuç insana yardım edebileceğinin farkındaydı. Sadece bir avuç insana yardım etme fikriyle barışmak çok daha zordu, bu kadar küçük ve önemsiz bir iş yapacağına kimseye yardım etmese daha iyi diyordu belki ama asıl mesele o da değildi. Gürültülü ve yavaştı eylem; davul sesleri be atılan sloganlar kulak tırmalıyordu; ses sistemleri cızırtıyla bir bağırıyor, bir susuyordu. O’Connell Köprüsü’ne yürüyerek geçerlerken Liffey akmaya devam ediyordu. Hava sıcaktı, omuzları yanmıştı Marianne’in.”
Bunca sert ayrıntıya, insanın kendini kandırmasına zerre mahal vermeyen haşin ruh çıplaklığına karşın Sally Rooney hayata öykünen bir açık sonda yine de umudu koruyacağımız kırıntılar veriyor elimize: “Connell’ın kendine ait muhafaza etmek istediği tek parça da, Marianne’in içinde var olan parçası zaten.” Bunu diyebilecek kadar yanında ve birlikte sahici olabildiğimiz biri var mı? O zaman yine de yaşanmaya değer bir hayatımız olmuş demektir bunca riyanın ortasında. Hayata tutunduğumuz, yaşanmaya ve hatırlanmaya değer anların hatrı var bizde. Kabullenmeyeceğimiz bütün normallere karşı yeniden verebileceğimiz muharebeler. Ve başkalarının anormal bulacağı yerde yarattığımız kendimize has değerler. Bir ömürden arta kalanlar…
Kendi filmimizin bütün anları için, acının da sevincin de hası adına bir kez daha selam olsun hayata ve edebiyata.